2018 krizinden tam olarak çıkamadan Covid-19 krizine
yakalandık. Karşımızda eskiden beri aşina olduğumuz bir sorunumuz var: ödemeler
dengesini tutturamamak, yani dış dünya ile alış verişimizi makul bir dengeye
oturtamamak.
Türkiye ithalatını karşılayacak kadar ihracat yapmakta
zorlanıyor. Daha da önemlisi, cari açık vermeden büyüyemiyor. İçeriden veya
dışarıdan kaynaklanan sebeplerle yurt dışından finansman bulmak zorlaşınca
ekonomi çok sert fren yapıyor ve daralıyor.
1950’lerden bu yana sürekli karşılaştığımız bu sorunu bir
türlü çözemedik. 1980’de Turgut Özal, 2001’de de Kemal Derviş’in hazırladığı
ekonomik programlar sayesinde akut sorunu kronik hale getirdik, yani sorunla
yaşarken onu daha iyi yönetmeyi öğrendik: bir yüksek tansiyon, şeker ya da
ülser hastası gibi. Ancak başardığımız şey sadece cari açığı sürdürülebilir
hale getirmekti – cari açık vermeden büyümeyi başaramadık.
Cari açık bağımlılığımızın çok derin yapısal sebepleri var. Öncelikle,
serbest ticaret altında toplam faktör verimliliği düşük, yani göreceli olarak verimsiz
ülkelerin izlenen ekonomi politikasından bağımsız olarak cari açık verme eğilimi
vardır. Kamusal veya özel, sınır ötesi sermaye hareketleri mümkünse ve verimsiz
ülkenin borçlanma kapasitesi varsa, o ülke cari açık verir.
Cari açık bağımlılığımızın ikinci yapısal sebebi tasarruf
oranımızın düşük olmasıdır. Bu olgu da yeni değil; İkinci Dünya Savaşı
sonrasında Türkiye’de tasarruf oranı hiçbir zaman yeterince yüksek olmadı. Bunun
sebebi kısmen demografik, kısmen siyasidir. Türkiye’de işgücüne katılım oranı
önce hızlı nufus artışı, daha sonra da kadınların işgücüne katılım oranının
yetersizliği nedeniyle düşük kaldı. Bu arada demokrasiye geçişi benzer
ülkelerden erken yaptık. Uzun vadede refaha ulaşabilmek için kısa vadede
fedakarlık yapma gereği seçmene anlatılamadı. Devlet kendisi yüksek tasarruf
yapamadığı gibi tasarruf yapan vatandaşı da teşvik etmedi. Sonuç olarak hem
demografi, hem de siyasal ekonomi Türkiye’yi tasarruf eğilimi düşük ve sürekli
cari açık veren bir ülke haline getirdi.
Uzun vadeli ve yapısal sorunumuz olan cari açığı çözemediğimiz
için Türkiye’de ekonomi politikasının başarısı cari açıkla ne kadar sorunsuz
yaşayabildiğimize göre ölçülegeldi. Bu konuda 1961, 1980 ve 2001’de üç önemli
adım attık. 1961 Anayasası ile benimsenen planlı ekonomi modeli ve kurulan
Devlet Planlama Teşkilatı sayesinde ülkenin kaynak sorunlarının tecrübeli yerli
uzmanlar tarafından analiz edilip teknik çözümler üretilmesine imkan sağladık. 1980’de
24 Ocak kararları ile ekonomide serbest rekabetin önünü açtık, fiyat
hareketlerini serbest bıraktık, ithalatı azaltmak yerine ihracatı artımaya
odaklandık, döviz kurunun yapay olarak değerli tutulması uygulamasına son
verdik. 2001 krizinden sonra ise serbest kur, denk bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu,
sağlam bankalar ve yetkin düzenleyici kurumlar ile 1980’de kurulan sistemi
güçlendirdik. Her üç adımın ardından Türkiye ekonomisinde onar yıla yakın hızlı
büyüme dönemleri yaşandı.
Bu noktada en son başarılı dönemimiz olan 2001 sonrası
döneme biraz daha detaylı bakmakta fayda var. Bu dönemde Türkiye cari açığı
yönetilebilir halde tutmak için gereken her şeyi doğru yaptı. Bir yandan yurt
içinde tasarruf eğilimini artırmak için önlemler alınırken diğer yandan ülkenin
dış finansman için cazip hale getirilmesine çalışıldı. Milli gelirin %6,5’i
gibi Türkiye tarihinde de diğer gelişmekte olan ülke ekonomiler arasında da nadir
rastlanan bir seviyede faiz dışı bütçe fazlası verildi. Bu sayede tasarruf
oranını artırma görevinde devlet öncü rol oynadı. Faizler enflasyonun makul bir
miktar üzerinde tutularak vatandaşların TL tasarruf etmesi ödüllendirildi. Bir
yandan da TL 2001 sonrasında çok ucuz olduğu için TL tahvil ve bono yatırımları
yabancı yatırımcı için çok cazip hale geldi. Bu sayede yurt dışından TL olarak
borçlanma imkanı açıldı. Sonuç olarak 10 yıl boyunca hem Türkiye hızlı büyüdü,
hem de ciddi bir verimlilik artışı sağlandı. Tasarruf açığının ekonomideki pek
çok sorunun kaynağı olduğu tezi doğrulandı.
Bu başarıyı neden devam ettiremedik? Bunun en önemli nedeni
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 20 yıllık iktidarı boyunca bir ekonomi
politikası oluşturamamış olmasıdır. 2001 istikrar programı başarıyla
tamamlandı, ama yerine bir kalkınma programı konamadı. 2008 krizi kolay
atlatılınca reel faiz ve bütçe fazlasını azaltma imkanı doğdu. Küresel likidite
bolluğu ve düşük faiz ortamı sayesinde yüksek büyüme 5 yıl daha devam etti.
Ancak ekonomide verimlilik artışı durdu, döviz borçları artmaya başladı.
2013’ten itibaren zaten iç ve dış ekonomik faktörler nedeniyle sonuna yaklaşmakta
olan bu politikalar demeti siyasi istikrarsızlık ile sarsıldı. Türkiye
ekonomisinde iniş başladı. Son 7 yılda siyasi istikrarsızlık artarken ekonomik
büyüme azaldı. Ekonomi politikası eksikliğine Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve
insan hakları performansının düşmesi de eklenince yurt içi ve yurt dışı
yatırımcılarda bir güven bunalımı oluştu.
Türkiye ekonomisine çok uzun vadeli olarak baktığımızda
Türkiye başarılı bir ülkedir diyebilir miyiz? Hem evet, hem de hayır. Son 100
yılda kişi başına milli gelirimizi dünya ekonomisinin ortalamasından daha hızlı
büyütebildik. O bakımdan kendimize çok da haksızlık etmeyelim. Ama itiraf
etmeliyiz ki asli hedefimizin altında kaldık. Güney Kore ve İspanya gibi birinci
lige çıkmayı hedefledik ama başaramadık. Bunun temel sebebi ekonomimizin en
derin sorunu olan dış denge sorununu çözememiş olmamız. Yukarıda anlattığımız
gibi, 1960’lar, 1980’ler ve 2000’lerde olduğu gibi cari açıkla yaşamayı
başardığımız dönemlerde hızlı büyüdük, ama bunu sürekli kılamadık. 5-10 yıl
değil
20-30 yıllık bir hızlı büyüme dönemi için temel yapısal sorunlarımızı çözmek
gerekiyordu.
Bugün Türkiye’nin önünde üç seçenek var:
1.
Sürünerek devam etmek;
2.
Esas sorunu çözmeden bununla daha iyi yaşama
formülümüze dönmek;
3.
Esas sorunu çözmek.
Mevcut siyasi iktidar şimdilik birinci yolu seçmiş gibi
görünüyor. Bir dış denge kriziyle karşı karşıya olduğumuzu görüyorüz, ama
itiraf etmiyoruz. Ciddi önlemler almadan işlerin normale dönmesini temenni
ediyoruz. Ekonomi literatüründe “imkansız üçlü” tabir edilen politika demetini
uygulamaya çalışıyoruz: devlet uluslararası sermaye hareketleri serbest iken hem
faizlerin, hem de kurun seviyesini belirlemeye çalışıyor. Ancak her zamanki
yaratıcılığımızla tarihe geçecek bir deney yapıyoruz: imkansız üçlüden ikisini
seçip birini bırakmak yerine her üçünü 2/3 oranında yaparak toplamda 2/3’ü
tutturmaya çalışıyoruz. Bu formüle “sürünerek devam etmek” adını vermemin
sebebi şu: bir Arjantin vakası yaşayacağımızı, yani dış borçları ödeyemez
duruma geleceğimizi sanmıyorum. Ama dış denge problemimizi ekonomimizi küçülterek
yönetiyoruz. Bu yolda devam edersek son 5 yılda 12 bin dolardan 9 bin dolara
inen kişi başına milli gelirin daha da azalması, aynı zamanda yıllık trend
büyüme oranının da %5’ten %2-3 arasına
düşmesi kaçınılmaz görünüyor.
İkinci yol 1961, 1980 ve 2001’de adım adım geliştirilen
politika demetinin güncellenmesi olur. Bu senaryoda temel yapısal sorunumuzu
çözemediğimizi kabul edip bu sorunla en iyi şekilde yaşamayı deneriz. Öncelikle
3 ila 5 yıl vadeli, kapsamlı bir ekonomik istikrar programı hazırlarız. Siyasi
irade kararlı bir şekilde bu programın arkasında olduğunu açıklar. Kamuda çok
nitelikli bir ekonomi yönetimi ekibi kurulur. Serbest kura geri döneriz, ancak
serbest kurdan endişe etmemize sebep olan iskleri azaltırız: TL reel faizi
sıfırın üzerine çekeriz, kurun düştüğü anlarda merkez bankası döviz
rezervlerini artırır. Bankaların ihracatla ilgili işlemler dışında yurt içinde
döviz kredisi vermesine izin vermeyiz. Kamu projelerini dolardan Türk lirasına
döneriz. Bankalara kamudan sermaye desteği veririz. Bütçe açığını kontrol
altına alırız. Bu senaryoda küresel likidite bolluğundan yeniden faydalanma
imkanımız doğar. Bu şekilde büyüme dünyada likidite bollıuğu olan dönemlerde yıllık
%5 trendine dönebilir.
Üçüncü yol ise dünya ülkeleri arasında birinci lige
çıkabilmek için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek; birkaç nesildir
bir türlü başaramadığımız yeniden yapılanmayı bu sefer kararlılıkla
gerçekleştirmek. Ancak bunun için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran 1919 elitinin
siyasi gerçekçiliği kadar tavizsiz bir ekonomik gerçekçilik şart.
Böyle bir programın temel unsurları neler olabilir? Hem
devlet, hem de özel sektördeki verimsizliklerin üzerine kararlılıkla gitmek.
Ulusal çapta bir insan kaynakları politikası oluşturmak ve eğitim seferberliği
yapmak. Yatırım ve ticaret ortamını yeni girişimciler lehine düzeltmek.
Sorunlara yerel çözümler bulunmasına izin vermek. Kamunun sübvanse edeceği
alanlarda kaynağı üreticiye değil tüketiciye vermek.
Bu yolda karşılaşacağımız en önemli sorunlardan biri Türkiye’nin
başarılı olanlardan fedakarlık isteyip başarısız olanlara destek olma refleksi.
Bu nedenle ekonominin dinamik kesimleri sürekli olarak verimsiz kesimlerini
sübvanse etmek zorunda kalıyor. Gelir ve servet dağılımını düzeltmeye yönelik
adımlar elbette ki çok gerekli, ama bunların başarısız işletmeler yerine sade
vatandaşı desteklemek şeklinde yapılmasına özen göstermek şart. Türkiye’de
kaynakların yanlış kullanımının tek sorumlusu devlet değil; bu nedenle de sorun
geçmişte özelleştirme ile çözülemedi. Verimsizlik ve başarısızlığı teşvik
konusunda Türk özel sektörünün performansı da maalesef devlet kadar kötü. Bunun
en temel sebebi de ekonomimizdeki rekabet eksikliği.
Kapsamlı bir kalkınma politikası oluşturabilmek için bir
başka zorunluluk da dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynamak istediğmize karar
vermek. Doğu Asya ülkeleri gibi sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız?
Hindistan gibi outsourcing ve hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu
Avrupa ülkeleri gibi AB ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz?
İngiltere gibi dünyanın dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail
gibi az sayıda sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik
merkezi mi olacağız? Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak
kaliteli insan kaynağı için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız? Hedefi
net bir şekilde belirleyip üzerinde toplumsal uzlaşmayı sağladıktan sonra tüm
kamu politikalarını bu hedefe odaklanarak oluşturabiliriz. Eğitimden dış
politikaya, yargıdan seçim sistemine, sosyal güvenlikten vergi sistemine uzanan
tutarlı, parçaları birbirlerini destekleyen bir model kurabiliriz. Ancak hangi
yolu seçersek seçelim bundan sonra kamu düzenimizi güvenlik odaklı değil
kalkınma odaklı olarak tasarlamamız gerekiyor.
Yeni bir kalkınma politikası geliştirmek uzun ve zorlu yol.
Bu yazımla kapıyı aralamak istedim. Önümüzdeki günlerde bu konudaki görüşlerimi
kapsamlı olarak paylaşmaya devam edeceğim.
Selâm.. Kalkınma modeli seçimi elbetteen önce karar verilmesi gereken noktadır.Bunu yapmak için durum tesbitini yazdıklarınızla mutabık kalarak veya daha akıllısıni iddia ederek başlamak gerekir..Ne yazık ki DPT yi lağv ederek PLAN fikrinin hem ruhunu hem bedenini öldürdüler.Aytica *yönetimsel* yeni düzen böyle kararlar için ciddi bir engeldir.Belki bundan sonraki çalışmanızda bu konuyu da işlersiniz
ReplyDeleteÜmit Bey, en doğru yol tabii ki 3. yol. Ancak bu yol bütünleştirici bir ulusal ruh gerektiriyor. Eğitimden, adalete bir çok yapısal reformu da kapsamak zorunda. Ciddi bir kültür değişimi ve bu kültür değişimi için de maalesef çok kalabalık bir ülkemiz var. Bal tutan parmağını yalar, kültünün değişmesi gerekiyor.
ReplyDelete