Dünkü yazımda referandum hakkında bazı tespitler yapmıştım.
Bugün de demokrasimizin içinde bulunduğu kriz haline nasıl geldiğini incelemeye
çalışacağım.
7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Türkiye’de siyasetin
karar verici noktalarında olanlar iyi bir sınav veremedi. 1 Kasım 2015, 15
Temmuz 2016 ve 16 Nisan 2017’de Türk demokrasisi açısından hiç de parlak olmayan
olaylar peş peşe yaşandı.
Geleceğe bakarken öncelikle demokrasi tarihimiz hakkında
samimi bir değerlendirme yapmakta fayda var. Türkiye 12 Eylül askeri rejiminden
sonra demokrasiye dönemedi. Seçimler yapılageldi, hatta bunların çoğu büyük
ölçüde serbest seçimdi. Ancak demokrasinin seçimler dışındaki unsurları hayata
geçirilemedi.
Parti başkanları tarafından atanmış milletvekilleri, hazine
yardımının sadece büyük partilere verilmesi, yüzde 10 barajı ve yerel
seçimlerdeki “yüzde 10 çıkarmalı sistem” gibi pek çok anti-demokratik uygulama
siyasette yeni yüzler, yeni insiyatifler ve adil rekabetin önünü tıkadı. Hak ve
özgürlükler alanında ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki kırk yıllık
kesintisiz ihlal rekortmenliğimizden anlaşılabileceği gibi, sicilimiz hiç
parlak değil.
Demokrasi açısından bu kadar eksiğe rağmen siyasi sistemi
iki denge mekanizması ayakta tuttu: esasen hiçbiri demokratik olmayan partiler
arası rekabet ile demokrasiye aykırı bir ordu ve yargı vesayeti. TBMM’nin
tabandan gelen demokratik taleplere tercüman olmadığı bir ortamda otuz yılı aşkın
bir süre iktidarların gücü bu iki denge mekanizması ile sınırlandı. Ancak iktidarı
denetleme ve gerektiğinde frenleme işlevini yerine getiremeyen Türkiye Büyük
Millet Meclisi giderek kan kaybetti.
Meclis’imizin işlevi kaybetmesi bir tarihsel kazayla başladı.
1980 ihtilali sonrasında demokrasiye dönüş hazırlıkları yapılırken Nisan
1983’te yürürlüğe giren Siyasi Partiler Kanunu’nda önseçim yapıp yapmamak parti
yönetimlerinin insiyatifine bırakıldı. Seçime girme hakkını zorlukla elde eden
ANAP’ın önseçim yapacak durumu yoktu, ancak Kasım 1983 seçimlerini büyük farkla
kazanınca önseçim yapmamış olmanın eksikliğini hissetmedi. ANAP’ın parti içi
demokrasi eksikliği sorgulanmadı, zira askeri idarenin desteğiyle kurulan diğer
iki parti demokrasiye ANAP’tan daha da uzaktı.
Bu tarihi kaza sonrasında 1984-2002 arasında hüküm süren 6
partili rejimde merkez yoklaması hakim oldu. 1980 öncesi kitle partilerinin
devamı olan SHP ve DYP bazı yerlerde önseçim yaparken ANAP, DSP, RP ve MHP hiç önseçim yapmadılar.
Meclis atanmış milletvekilleri ile doldu. 1977’de seçilen 450 milletvekilinin 400’ü
kendi ayakları üzerinde durabilen siyasetçiler iken bu oran 1990’larda yarının
altına düştü. Bugün 550 milletvekili içinde kendi siyasi ağırlığı olan 50 milletvekili
bile bulunabileceği şüpheli. Türkiye Büyük Millet Meclisi 35 yıllık bir süreçte
kendi etkinliğini yavaş yavaş yok etti.
Yakın tarihimizi dikkatle incelemeden baktığımızda 2017 referandumu
çok şaşırtıcı görünebilir. Anayasal sistemin merkezi olan, tarihi milli
mücadeleye dayanan bir Meclis bu referandum kararını nasıl alabildi? Kendi
yetkilerini başkasına gönüllü olarak nasıl devretmeyi nasıl düşünebildi? Devredebildi,
çünkü fiiliyatta zaten işlevini kaybetmişti. 2017 yılında bu Anayasa
değişikliğini kabul edip referanduma sunan milletvekilleri hukuki olarak
seçilmiş, ama fiilen atanmıştılar. Zaten kullanmadıkları yetkilerini
devrettiler. Halk da milletvekillerinin işlevsizliğine alıştığı için tepki
vermedi. Normalde Meclis’te tek bir oy almaması gereken, halkın ezici
çoğunluğunun karşı olması gereken bir tasarı hem Meclis’ten hem de
referandumdan %51 ile geçti.
Son on yılda bir yandan AKP’nin diğer partilere ezici
üstünlüğü, bir yandan da ordu ve yargının iktidarı frenleme gücünün ortadan
kalkması siyasi iktidarın mutlak hakimiyetini getirdi. Siyasi sisteme tek bir
parti, bu partiye de tek bir kişi hakim olunca demokrasimizin denge ve
denetleme mekanizmaları tamamen devre dışı kaldı.
İnsanlığın binlerce yıllık siyaset tecrübesi gösteriyor ki,
sınırlanmamış iktidar demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsa bile ülke
için hayati bir tehlikedir. Freni olmayan bir arabayla yola devam etmenin
hayırlı bir netice vermesini beklememek gerekir.
Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiye dönüştür. Bu sorunu
çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman
kaybıdır. Kanunlar üstü bir ordu veya yargı vesayetine dönmeyi kimse
istemediğine göre iktidarı sınırlayarak bireylerin hak ve özgürlüklerini
teminat altına alacak çözümleri anayasa ve yasalarla, demokratik bir
perspektiften oluşturmak zorundayız. Başta Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak
üzere demokratik siyasetin kurumlarını nasıl tekrar işlevsel hale getirmek
millet olarak birinci önceliğimiz olmalı.
No comments:
Post a Comment