Thursday, 27 November 2014

Yaklaşan 2015 genel seçimleri ve üniversite öğrencileri: Önemli bir hatırlatma

Üniversite öğrencileri yaklaşan genel seçimlerde çok önemli bir grup. YÖK rakamlarına göre Türkiye’de 2.2 milyon üniversite öğrencisi var. Toplam seçmen sayısının yüzde 5’ine yakın bir rakam.

Seçimler en geç Haziran ayı ortasında yapılacak, yani seçim günü üniversite öğretim dönemi içinde kalacak.

Öğrenimlerine devam etmek için ailelerinin yaşadığı şehirden başka bir şehre giden öğrencilerin çoğu resmi ikametgah adreslerini değiştirmiyor. Seçmen kütükleri resmi ikamet adreslerine göre hazırlandığından, pek çok öğrencinin seçmen kaydı ailesinin evinde. Seçimler öğretim döneminde olduğunda pek çok öğrenci kayıtlı oldukları yere gidemiyor ve oy kullanamıyor.

Oy kullanmak isteyen ancak ailesinden ayrı bir şehirde okuyan öğrencilerin seçimler için şimdiden hazırlık yapmasında fayda var. Seçimlerde ailenizin yanına gidip oy kullanma şansınız yoksa 1-2 saatinizi ayırarak resmi ikametgahınızı öğrenim gördüğünüz şehre alabilirsiniz.

Bunun için kaldığınız yurt ya da evin bulunduğı ilçenin nufus müdürlüğüne şahsen başvurmanız gerekiyor. Başvuru için gerekli belgeler şöyle:
  •           Yurtta kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, üniversiteden öğrenci belgesi, yurttan da orda kaldığınıza dair belge
  •           Kiralık evde kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, varsa adınıza elektrik, su ya da gaz faturası, yoksa kira sözleşmeniz
  •           Bir aile üyenize ait bir evde kalıyorsanız başvuruyu o kişiyle birlikte yapmanız gerek

Seçimler yaklaştığında muhtalıklarda askıya çıkacak seçmen listelerini kontrol etmek ve değişikliğin gerçekleştiğini teyit etmekte de fayda var.

2015 genel seçimleri herkesin Türkiye’nin yönetimine ağırlığını koyması için bir şans. Her oy çok değerli.

Üniversite öğrencisiyseniz ve oy kullanmak için resmi ikametgah adresinizin olduğu şehre gidemeyecekseniz, resmi ikametgahınızı değiştirin. Bu mesajı arkadaşlarınıza iletin. İmkanınız varsa nufus müdürlüğüne başvuru yapmak isteyen tanıdıklarıza yardımcı olun.

Seçimlerde sizsiz bir kişi eksiğiz!



Tuesday, 25 November 2014

Paralel devlet nedir, ne değildir?

Son bir yıldır Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Akparti yöneticilerinden “paralel devlet” ifadesini çok sık duyduk. Bu paralel devlet nedir, nasıl bir şeydir?

Sayın Cumhurbaşkanı bu ifadeyi “devlette, özellikle de yargı ve emniyette yerleşmiş organize gruplar” anlamında kullanıyor. Bu tanım yanlış, zira Sayın Cumhurbaşkanı’nın tarif ettiği tür yapılanmalara Türkçemizde “derin devlet” diyoruz.

Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi bir derin devlet problemi olabilir. Bunu tespit edecek ve çözecek olanlar ülkenin seçilmiş yöneticileridir. Ancak bir “ekonomik paralel devlet” var ki, aslında derin devletten çok daha önemli. Ülkemizin sadece siyasi değil ekonomik, sosyal ve kültürel geleceğini için büyük bir tehlike.

Ekonomik paralel devlet nedir? İmar rantı ve siyaset finansmanını içeren, saydamlıktan uzak bir ilişkiler ve para akışları sistemidir.

Ekonomik paralel devletin büyüklüğü nedir? İnşaat ve şehirleşme rakamlarıyla emlak fiyatlarından hareketle sadece Istanbul’daki büyüklüğünün yılda 15-30 milyar TL, yani kişi başına yılda 1.000 - 2.000 TL arası olduğunu tahmin edebiliriz.

Ekonomik paralel devlet nasıl oluşur? Şehirleşme katma değer yaratan bir süreçtir. İnsanların şehirlerde birbirlerine yakın yaşamaları ekonomik verimliliğe, daha etkin bir iş bölümüne ve daha hızlı fikir alış verişine imkan tanır. Bu nedenle kalabalık bir şehrin merkezinde yapılan bir bina, maliyeti aynı olan ama şehir dışında yapılan bir binadan çok daha değerlidir. Şehir merkezlerindeki binaların piyasa değeri ile maliyeti arasındaki farka “kentleşme katma değeri” ya da “imar rantı” diyebiliriz.

İmar rantı aslında bir katma değer türü olarak iyi bir şeydir. Sorun var olmasında değil adil paylaşılmamasındadır.

Şehir merkezlerindeki binaların kırsala göre daha değerli olmasını sağlayan o şehirde yaşayan herkesin katkısıdır. Bu bağlamda imar hakkı artışlarıyla yaratılan katma değerin de tüm vatandaşlara ait olması gerekir.

Bu noktaya nasıl geldik? Türkiye Cumhuriyeti’nin bir türlü çözemediği en büyük sorunlarından biri iç göç ve rastgele kentleşmedir. 1950’lerde hızlanan köyden kente göç olgusu 1970’lerde kontrolden çıktı. Şehirlerin büyüme hızına hukuk ve siyaset yetişemedi. İmar rantının paylaşımı kurallı bir şekilde yapılamadığından imar rantı kapanın elinde kaldı: “emsal artışı” tabir edilen imar hakkı değişiklikleri belediye meclisleri tarafından yapılıyor, ancak karşılığında kamu tarafından bir bedel tahsil edilmiyor.

Akparti iktidarına kadar imar rantı paylaşımı kaotik bir şekilde yapılıyordu. Akparti devrim niteliğinde bir değişim yaptı: imar rantı paylaşımını merkezileştirdi. Yıllardır kanıtlara bağlı olmadan konuşulan ve 17 Aralık sürecindeki bilgi sızdırma fırtınasıyla tüm detayları açığa çıkan süreç esasen bu.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın haklı olduğu bir nokta var: devletin kasasından çıkan bir şey yok. Ama hala büyük bir sorun var, zira tüm vatandaşlara dağıtılması ya da en azından devletin kasasına girmesi gereken ortak değerler siyasi iradeyle kişi ve kurumlara devrediliyor.

Mevcut düzenin pek çok zararı var:
  • Gelir ve servet dağılımını bozuyor
  • Girişimcilerin enerjisini üreterek katma değer yaratmak yerine arazi spekülasyonu ve imar hakkı yönetimine yöneltiyor
  • Cari açığı körüklüyor
  • Gençlere kötü örnek oluyor, geleceklerini teknoloji ve girişimcilik yerine rant kavgası ve siyasi güç istismarında aramaya teşvik ediyor
Aslında çözüm çok basit. Bir maddelik bir kanun sorunu çözer: “Şehirlerin büyüme ve gelişmesinden doğan katma değer tüm vatandaşlara aittir. İmar hakkı artışlarında ortaya çıkan değer kamu tarafından tahsil edilerek yarısı o şehirde ikamet edenlere, yarısı da tüm vatandaşlara eşit olarak paylaştırılır; mal sahipleri de dahil olmak üzere hiç bir kişi ya da kuruma bedelsiz olarak devredilemez.”

İşte “sağlam irade” göstermek gereken yer burası. Hodri meydan – adalet ve kalkınmadan bahsediyorsak 2015 genel seçimlerinden önce bu tek maddelik yasayı TBMM’den geçirelim.


Friday, 21 November 2014

Moğollar’ın Bağdat’ı yakıp yıkmasından bu yana kimse İslam’a bu kadar zarar vermedi

“Medeniyetler çatışması” üzerine bir fıkra vardır: Sivas’ta bir gün opera sahneye konmuş ve vatandaşın birini zorla seyretmeye götürmüşler. Hayatında ilk defa böyle bir temsil gören ve çok sıkılan adamcağız çıkışta: “Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi” demiş.

Bu haftaki Amerika’nın keşfi tartışmaları bana bu fıkrayı anımsattı. Fıkradan hareketle, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan hakkında “Moğollar’ın Bağdat’ı yakıp yıkmasından bu yana kimse İslam’a bu kadar zarar vermedi” desek yanlış olmaz.

Neden mi?

Saygı duyulacak bir mirası olmayan bir ülkenin liderinin geçmiş hakkında “atıp tutması” önemli değildir. Zira koruması gereken bir değeri yoktur. Ama büyük bir değerin mirasçısı olanlar geçmişlerini iyi bilmek ve hakkını vermek zorundadır.

Amerika’yı Kolomb’dan önce Müslümanlar keşfetti iddiası işte bu nedenle büyük tahribat yapıyor. Önemli bir parçası olduğumuz İslam medeniyetinin gurur duyulacak çok şeyi var: Amerika’yı keşfeden Müslümanlar değil, ama Çin’de İngilizlerin Hong Kong’u kurmasından 900 yıl önce bir ticaret kolonisini Müslümanlar kurdu. Hukuk devleti, insan hakları ve yargı bağımsızlığı kavramlarını Batı Avrupa’dan 1000 yıl önce Müslümanlar uyguladı. Bugün akademik hayatta kullanılan ünvanlar, bunları almak için girilen sınavlar ve eğitimi veren kurumların kökeni Roma’ya değil 800’lü yıllar Bağdat’ına dayanır. Dünya ticaretinde en çok tercih edilen ve her yerde kabul gören hukuk İngiliz hukukundan çok önce İslam hukukuydu. Ortaçağ’da Hıristiyan din alimleri skolastik düşüncenin derinliklerindeyken büyük bir İslam alimi olmanın ön şartı büyük bir bilim adamı olmaktı. 1400’lerde başlayan “modern” çağın en etkin ve başarılı devlet projesi Osmanlı devletiydi. 

Bunun gibi verilebilecek çok örnek var, saymakla bitmez. Ecdadımızla elbette gurur duyalım, kendimizi ve çocuklarımızı daha da iyisini yapmak için motive edelim.

Fakat geçmişteki gerçek başarılarımızı bilmeden ve öğrenmeye gayret etmeden, kimsenin ciddiye almadığı gülünç iddialarla ortaya çıkarsak alacağımız yegane netice dünyada “bu medeniyetin iflas etmiş olduğu” veya “trajikomik bir karikatüre dönüşmüş olduğu” izlenimini uyandırmaktır.

Madem ki büyük bir medeniyetin mirasçıyız, ciddi olalım, hakkını verelim. İslam’ı savunacağız derken elimize yüzümüze bulaştırmanın faturası Türk milleti ve tüm Dünya Müslümanları için ağır olur.


Tuesday, 11 November 2014

Siyasette 50 yılda bir arpa boyu yol gidemedik mi?

Türkiye siyasette neden kalıcı bir istikrar yakalayamıyor? Toplumun büyük çoğunluğunun huzur ve güven içinde yaşayacağı bir ortam yaratamıyor? Devletimiz neden eğitim, sağlık, bayındırlık hamleleri yapmak yerine Stalin dönemi yapıtlarını andıran bir "Aksaray" inşa ediyor?

Değerli siyasetçilerimizden, Demokrat Partili eski bakan ve Hürriyet Partisi kurucusu Feyzi Lütfü Karaosmanoğlu 31 Mart 1962’de Dünya gazetesinde yayınlanan “İdare edenler ve edilenler” adlı makalesinde bu sorunun kaynağını açık ve net bir şekilde özetlemiş. 

Ben bu makaleyi doktora çalışmalarım sırasında Prof. Kemal Karpat’ın eserlerinde gördüm, aynen naklediyorum, detaylı referansı da yazımın sonunda paylaşıyorum:

İdare Edenler ve Edilenler

Türkiye’de bildiğimiz manada, iktisadi ve içtimai sebeplerle meydana gelmiş sınıf, henüz belli halde yoktur. Varsa bile, şükürler olsun ki kavgasını pek görmüyoruz. Fakat bunun ötesinde bundan tamamıyla ayrı olarak memleketimizde iki sınıf vardır ve bunlar arasında da yıllardır gizli ve bazen de aşikar bir kavga, had safhada olmasa da için için devam etmektedir. Bu sınıfların birisi idare edenler takımı, öbürü de bunlar tarafından idare edilen, aydın olsun olmasın kendi işi ile meşgul olan büyük halk kütlesidir.

Bunlar arasındaki mücadele, idare edilenlerin öbürlerine karşı dayatması şeklinde dahi değildir. Aksine kendilerini, bu halkı gökten nazil olan bir emirle idare etmekle vazifelendirilmiş sananların ayni biçimde taarruzları, ceberrutlukları ve hışımları halindedir. İdare edenler köyden çıkabilir, şehirden yetişebilir, fakat nasıl ve nereden çıkarsa çıksın, nasıl ve nereden yetişirse yetişsin ayni biçimde, ayni tutumda, ayni ziniyette ve huydadır. Bunlar, bir kere devlet denen otoritenin çarkına dolandılar mı artık sıraları ve yerleri ne olursa olsun en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen bir gülmez surat takınırlar, bir homurtulu ses edinirler ve koca kütleyi istedikleri gibi sevk ve idareye yeltenirler. Kütle bizar olmuş, kütlenin içinde gönül koyanlar, üzülenler bulunmuş umurlarında değildir. Ne yapmak lazımsa yapacaklar, ne söylemek lazımsa söyleyecekler ve idare etmenin onlarca başdöndürücü olan zevki ve şevki içinde ara sıra da adeta bir tasa yapar gibi bıktıklarını, usandıklarını lakin memleket hizmetinin kendilerini bırakmadığını acayip bir çalımla yüzünüze karşı haykırarak veya kısık bir sesle ifade ederek böylece devam edip giderler.

Vakıa bunlar halk içinden çıkarlar ve bununla da ömürleri boyunca övünürler. İdare etmek için okuduklarını, bunun için yetiştiklerini söylerler. Bunlar ya politikacıdır, seçim denen vasıta ile işbaşına gelirler, yahut memurdurlar, küçükten başlarlar, sıra takip ederek ilerlerler. Bir kere seçildiler, herhangi bir kurula girdiler mi, bir kere tayin edildiler, bir masaya oturdular mı, yani idare edilenler zümresinden ayrıldılar mı, o çehre, o ses, o tutum, o karar ve kumanda tavrı derhal bunları bulur, idare ediyoruz dedikleri kütlenin yanı başında kalmayıp karşısına geçerler ve bir ıslahatçı, bir terbiyeci, elinde dizgin tutan bir adam haliyle kırbacı şaklatmaya, dizgini kasmaya ve tartmaya başlarlar.....

Bu bir hastalıktır, en küçüğünden en büyüğüne kadar milleti idare etmek için yaratıldıklarını sanan, aydın geçinenlerin hastalığıdır ve sürüp gidiyor.

Bugün yazılmış gibi güncel değil mi? Bazı şeyler kolay değişmiyor. Ama daha güçlü, daha özgür, daha müreffeh bir Türkiye için bizden öncekilerin başaramadıklarını bizim başarmamız gerekiyor.

Prof. Karpat’ın Karaosmanoğlu’nun yazısını aynen paylaştığı “Yapısal değişim, modernleşme sürecinin tarihsel aşamaları ve Türk siyasetinde sosyal grupların rolü” adlı makalesi İngilizce olarak 1973 yılında (Kemal Karpat, Social Change and Politics in Turkey, Brill 1973, s.11-92) Türkçe olarak da 2009 yılında (Kemal Karpat, Osmanlı’da Elitler ve Din, Timaş 2009, s.23-120) iki derleme kitabında yayınlanmış. Bu eserleri Türkiye’de siyaset ve toplumsal olaylarla ilgilenen herkese tavsiye ederim.

Friday, 7 November 2014

Akparti’nin hayalindeki Türkiye “yeni” değil “eski ve bayat”, ayrıca Osmanlı ile de yakından uzaktan alakası yok...

Akparti çevreleri Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasından bu yana “yeni” bir Türkiye kurulmakta olduğunu iddia ediyor. Bir de sürekli dile getirilen bir Osmanlıcılık, Osmanlı’ya dönüş söylemi var. Gerçekten de Türkiye 10, 20 ya da 50 yıl öncesinin Türkiye’si değil artık. Bir değişim var, ama ne yönde?

Bu soruya cevap verebilmek için Akparti hükümetinin önemli konulardaki icraatına göz atalım.

Önce ekonomiden başlayalım. Akparti’nin ekonomik modeli “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” olarak adlandırılabilir. Özetle, devlet bazı tekeller yaratır. Bu tekellerin mülkiyeti ya da işletmesi ihaleyle devredilir. İhale koşulları muğlak tutularak ciddi özel sektör kuruluşlarının cazip teklif vermesi zorlaştırılır. İhaleyi “önceden belirlenen” oyuncular fizibilitesi olmayan fiyatlar vererek alır. Daha sonra şartlar revize edilir ama ihale yenilenmez. Bu sayede çok sayıda vatandaştan toplanan küçük miktarda “siyasi rant” az sayıda elde toplanır. Bu model yeni değildir - 1600 ve 1700’lü yıllarda Batı Avrupa’nın hemen her ülkesinde uygulanmıştır. Ancak imtiyaz ve iltizam ekonomisi rekabet avantajını yüzlerce yıl önce kaybetmiş ve gelişmiş ülkelerde “tedavülden kalkmış” bir sistemdir. Bırakın güncel ekonomik modelleri, kapitalizmin en ilkel halinin bile öncesiden kalma bir fosildir! Akparti’nin “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” çağın en az 300 yıl gerisinde bir sistemdir.

Anayasal düzen konusunda Akparti iddialı bir icraat içindedir. Hukuk devleti askıya alınmıştır. Kanunların herkese eşit uygulanması yerine iktidara sahip olanlar ve onların işaret edeceği kişiler için ayrıcalıklı olarak uygulanması genel ilke haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu anlayışı (en azından söylem olarak) Avrupa 1700’lerde, Türkiye ise Tanzimat döneminde geride bırakmıştı. Hukuk devletinin neden faydalı bir şey olduğu yüzlerce ülkenin tarihi tecrübeleriyle sabittir. Yönetenlerin keyfi iradesinin hukukun üzerinde tutulması uygulaması çağın en az 200 yıl gerisinde bir sistemdir.

Dış politika konusunda ise çok daha tehlikeli bir gelişmeler göze çarpmaktadır. Cumhuriyet’in ilk 85 yılında devletin dış politikası devletin uzun vadeli çıkarlarını koruma hedefiyle oluşturulurdu. Cumhuriyet’ten önce Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de aynı ilke hakimdi. Bu dönemlerde devletin çıkarlarının önceleri “tebanın” daha sonra da vatandaşların çıkarlarıyla örtüşüp örtüşmediği elbette sorgulanabilir. Ama yönetenler / yönetilenler çelişkisinden bağımsız olarak, devletin çıkarları hiç bir zaman bir ideoloji ya da sınırlar ötesi muğlak bir dayanışma iddiasına feda edilmemişti. Bugün ise  sözde “Sünni Müslüman dayanışması” adı altında dış politika devlet ve milletin uzun vadeli çıkarları yerine hayalci bir ideoloji ve varlığı yönünde hiç bir delil olmayan bir sınır ötesi kader birliği kapsamında kurgulanmaktadır. Anadolu Türk tarihinde daha önce görülmemiş olan böyle bir yanlışın bir örneğini bulabilmek için ta Avrupa’nın Haçlı Seferleri sırasındaki durumuna geri gitmek gerekir.

Akparti’nin devlet yönetimindeki insan kaynakları politikası şahsi yakınlık ve ilişkileri liyakatın üzerinde tutmaktır. Bu politikaya olsa olsa feodalizm denebilir. Halbuki Türkiye Osmanlı devletinin ilk günlerinden, Kapıkulu ocakları ve Tımar sisteminin kurulmasından bu yana bir “meritokrasi”, yani liyakate dayalı rejim olagelmiştir. Osmanlı devletinin tarihteki en büyük rekabet avantajı bu olmuştur. Akparti’nin insan kaynakları politikası ülkeyi en az 600 yıl geri götürmektedir.

Eğitim politikasında Akparti’nin temel stratejisi en büyük kaynağı imam hatip liselerine ayırmaktır. Laiklik / dindarlık tartışmalarını bir kenara bırakalım - imam hatip liseleri Türk eğitim sisteminin en başarısız kanadıdır. Mezunlarının ne 20. ne de 21.yüzyıl rekabet ortamında başarılı olmadığı net bir şekilde ortadadır. Hal bu iken daha başarılı kulvarlarda harcanabilecek kaynakları en başarısız kulvara yönlendirmek ne Cumhuriyet dönemi, ne de Osmanlı döneminde düşülmemiş bir hatadır.

Görülüyor ki Akparti’nin pek çok politikası farklı, ama yeni değil çok eski, vadesini doldurmuş. Bırakın eski hataları tekrarlamayı, eskilerin bile yapmadığı hataları yapma gayreti var.

Osmanlı’ya dönüş iddialarına gelince – Osmanlı devleti Akparti’nin yaptıklarını yaparak değil Akparti’nin yaptığı hataları yapan rakiplerini “çiğ çiğ yiyerek”, “tarümar ederek” yükselmişti. Bugün biz aynı hataları yaparsak başınımıza ne geleceği aşikar.

Bu yanlş yoldan dönülmediği müddetçe risk büyük. Akparti iktidarı devam ettiği sürece ekonomiden dış politikaya, hukuk sisteminden asayişe her alanda çok büyük sorunlara hazırlıklı olmak lazım.