Cumhuriyet Bayramımız milletce kutlu olsun. Nice yıllara!
Milli Mücadele’yi yürüten, Meclis’i kuran ve Cumhuriyet’i ilan eden Atatürk liderliğindeki kurucu kadroyu ve 10 yıl süren savaşlarda büyük fedakarlıklar gösteren ecdadımızı minnetle anıyorum.
Ancak Cumhuriyet’i kuranları minnetle anmak yetmiyor.
Cumhuriyet’in 92.yılında yaşamakta olduğumuz siyasi kriz gösteriyor ki bu
Cumhuriyet işinde pek de başarılı olamadık...
Önce genel bir tespit yapalım: 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet
“ilan edildi”, kurulmadı. Bir Cumhuriyet kurmak yıllar, hatta nesiller alan bir
süreç. 29 Ekim 1923’te Türk siyasi elitleri bir Cumhuriyet kurma iradesi
gösterdi ve kurmak için yola çıktı. Maalesef bu kurulum sürecinde daha sadece
yarı yola geldik.
Cumhuriyet nedir? Cumhuriyet vatandaşların çok büyük bir
bölümünün en yerelden en genele kadar karar verme süreçlerinde aktif rol aldığı
bir rejimdir. Herkesin zaman, enerji, gelir ve servetinin bir bölümünü kamusal
ihtiyaçlara gönüllü olarak ayırdığı bir rejimdir. Vatandaşın kendi yaşadığı
yerdeki sorunlarını çözme sorumluluğunu üzerine aldığı bir rejimdir – yani
“kurtar bizi baba” çağrısının siyasetten silinmesi demektir.
Türkiye olarak bugün bu noktanın yakınında bile olmadığımız
aşikar. Kendimizi fazla hırpalamayalım – tarihin en merkeziyetçi devlet
geleneğinden Cumhuriyet’e geçmek elbette kolay değil. Yıllar, nesiller alacak.
Ama bugün yaşadığımız siyasi kriz yüzümüzü doğru yöne çevirme ve adımlarımızı
sıklaştırma zamanının geldiğine işaret ediyor.
Ne yapmamız gerektiğini teşhis edebilmek için Türkiye
devletinin tarihine gerçekçi bir bakışla başlamak şart. Bugün içinde
yaşadığımız devlet 1923’te değil 1800’lerin başında kurulmuştur. Eğitim
kurumlarından ordusuna, bankalarından yerel yönetimlerine, dışişleri
teşkilatından maliye teşkilatına kadar bugün içinde yaşadığımız sistemin pek
çok kurumunun kökleri 1800’lere uzanır.
En başarılı yeni çağ imparatorluklarından biri olan “klasik”
Osmanlı rejimi 1800’lerin başlarında ömrünü doldurdu ve iflas etti. Yerine tüm
dünyada olduğu gibi, devlet ile teba arasında aidiyet ilişkisi kurabilen bir “ulus
devlet” inşa etmeye girişildi. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk milliyetçiliği gibi
farklı ideolojiler denenirken temel strateji değişmedi: bir yandan mümkün
olduğu kadar insanı eğiterek yeni milleti “üretmek”, bir yandan da devlet
hakkında bir aidiyet ya da sahiplenme duygusuna sahip olmayan kitleler ikna
edilerek yeni milleti “edinmek”.
Atatürk esasen 1920’lerde yeni bir devlet kurmamıştır – 1800’lerin
başından beri adım adım kurulmakta olan bir sistemi savaş sonrası dağılmaktan
kurtarmış, derli toplu ve odaklı hale getirmiş, gelişimini hızlandırmıştır.
Atatürk’ün 1923’te Cumhuriyet’i ilan etmesi ulus devlet
inşasında birinci fazdan ikinci faza geçişin sinyalidir. Birinci faz toplumun kader
birliği yapmasıydı – Osmanlı’nın son yüzyılındaki başarısız denemelerin
ardından bu hedef Milli Mücadele ile başarıldı. İkinci faz ise devletteki
yöneten/yönetilen ayrımının ortadan kaldırılması, kader birliği yapmış olan
toplumun çok daha fazla sayıda mensubunun siyasi karar alma süreçlerine dahil
edilmesiydi. İşte Cumhuriyet budur – kısaca “siyasi sistemin derinleşmesi”
diyebiliriz. Bu yolda yürüyoruz, ancak daha yolumuz uzun.
Bu yolda daha hızlı gitmek ve engelleri aşabilmek için öncelikle
davamızın “kurulmuş bir Cumhuriyet’i muhafaza etmek” değil “kurulmaya başlanmış
olan bir Cumhuriyet’in kuruluşunu tamamlamak” olduğunu kabullenmemiz gerekiyor.
Geçmişe değil geleceğe bakacağız.
Cumhuriyet olabilmek için siyaseti az sayıda insandan büyük
fedakarlıklar beklediğimiz bir alan değil herkesin payına düşen küçük
fedakarlıkları bahane aramadan, kaçmadan yerine getirdiği bir alan haline
getirmemiz gerekiyor. Unutmayalım ki, Atatürk Samsun’a çıktığı için 40 ilde Müdafa-i
Hukuk Cemiyetleri kurulmadı. 40 ilde Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurulup halk
kendi kaderini tayin etmeye talip olduğu için Atatürk’ün Samsun’a çıkıp sevk ve
idaresini üstlenebileceği bir hareket doğdu.
Cumhuriyet, iktidara gelme yöntemleri ne kadar demokratik
olursa olsun, az sayıda kişinin 76 milyon adına karar verdiği bir rejim
değildir. Tüm kararların alınabileceği en alt kademede alındığı bir rejimdir. Yönetenler
ve yönetilenler arasındaki mesafenin azalmasıdır. Saydamlık ve hesap vermedir. Bireysel
meselelerde bireylerin, mahalleyi ilgilendiren konularda mahallenin, şehri
ilgilendiren konularda şehrin, ili ilgilendiren konularda ilin karar vermesi ve
sorumluluk almasıdır. Merkezi devletin sadece tüm milleti ilgilendiren büyük
meselelere odaklanmasıdır.
Otoriter ve merkeziyetçi bir devletten işlevsel bir Cumhuriyet’e
dönüşmek bir türlü kurtulamadığımız bölünme korkumuzu aşmanın da en iyi
yoludur. Her bireye ve gruba başkalarının özgürlük alanına girmemek şartıyla
azami özgürlük tanıdığımızda toplumdaki Türk/Kürt, Alevi/Sünni, dindar/laik,
batılı/doğulu gibi karşıtlıkları da yumuşayacak ve Milli Mücadele döneminde
kurulan kader birliği güçlenecektir.
Sağlam, canlı, gurur duyacağımız bir Cumhuriyet kurmayı
başarabiliriz, ama kurtarıcı bekleyerek değil hep birlikte sorumluluk alıp
elimizi taşın altına koyarak. Uzlaşarak, birbirimizi daha iyi tanıyarak,
yaratıcı yeni çözümler arayarak, başkalarının başarı ve başarısızlıklarından
ders alarak.
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamayı hak etmek için Cumhuriyet’in
kuruluşunu bir an önce tamamlayalım!
Ellerinize saglik... tespitlerinizin hepsine katılıyorum. Kader birligi yapan , elini tasin altina koyan her vatandas gibi köylümün de mecliste oldugu bir sistemle cumhuriyeti tamamlayalim bence. Demokrasi icin cok seslilik olan bir takimin buldugu en guzel çözümler niyetiyle..sevgi ve saygılarımla
ReplyDeleteSevgili Ümit, senin yazdıklarını okumayı artık modası geçmiş köhne fikir önderi müsveddelerini okumaya tercih ettiğimi daha önce de yazmıştım. Böyle üretmeye devam etmeni dilerim. Başarılar.
ReplyDelete