Saturday, 20 June 2020

Ekonomide Çözüm Ne?

“Ekonomide Sorun Ne” başlıklı yazımda Türkiye ekonomisinin 50 yılı aşkın bir süredir çözemediğimiz sorunlarına işaret etmiştim. Bu yazımda ise bu sorunları aşmak için kapsamlı çözüm önerilerinde bulunacağım.

2013’den bu yana giderek artan siyasi istikrarsızlık, 2018 ekonomik krizi ve 2020 Covid-19 krizi sonrasında ekonomide bir yol ayrımına geldik. Üç alternatifimiz var: sürünerek ilerlemek, sorunlarımızla onları daha iyi yöneterek yaşamayı öğrenmek, sorunlarımızı çözmek.

Birinci yolu zaten 2018 yazından bu yana deneyimliyoruz. Ekonomiyi ciddi oranda küçülterek dış dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Bu tercih yüksek işsizlik ve toplumun geniş kesimlerinde ciddi bir alım gücü kaybı yaratıyor. Ekonomiyi küçülterek dış dengeyi sağlama alternatifi geçmişte de her zaman vardı, ama Türkiye demokrasiye geçeli beri hiçbir hükümet bu yola girmeye cesaret edememişti. Bu yola girmemek için IMF’ye gidilirdi, çünkü ekonomiyi ciddi oranda küçültmenin uzun vadede toplumun dokusuna kalıcı bir hasar verebileceğinden endişe edilirdi. Bu sefer tarihte ilk defa endişeleri bir kenara bırakıp ekonomiyi küçültmeyi seçtik. Eski endişelerin yerinde olup olmadığını birkaç yıl içinde göreceğiz.

İkinci yol 2001 programının devamını getirmek olarak özetlenebilir. Ancak şu anda 2001 programının çok uzağında olduğumuz gibi 1980’in, hatta 1961’in kazanımlarının bir kısmını kaybetmiş durumdayız. 1961’deki kazanımımız ülkenin kaynak sorunlarına teknik çözümler üretme becerisi oluşturmaktı. 1980’deki kazanımlarımız serbest piyasa ekonomisine geçmek, ithalatı azaltmak yerine ihracatı artırmaya odaklanmak, ve Türk lirasının yapay olarak değerli tutulması uygulamasına son vermekti. 2001’deki kazanımlarımız ise serbest kur, denk bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu, sağlam bankalar ve bağımsız ve yetkin düzenleyici kurumlardı. Bu ikinci yoldan gitmek için, yani temel sorunumuzu çözmeden, ama krize sebep olmasına mani olarak yaşamak için, öncelikle eski kazanımlarımızın hepsini yerine koymamız, ardından da ekonomi politikaları alanında ülkemizde ve dünyada son 20 yılda edinilen tecrübeleri dikkate alarak 2001 programının daha gelişmiş bir versiyonunu hazırlamamız gerekiyor.

Üçüncü yol ise uzun süreli hızlı büyümeyi cari açık vermeden başarmak için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek. Üçüncü yola varabilmek için öncelikle ikinci yolun çoğunu yürümemiz lazım, zira istikrarsız bir ekonomide kalkınma politikası tasarlanamaz. Bir milli kalkınma seferberliğine ancak istikrar sağlandıktan sonra girişilebilir. Böyle bir seferberliğin insan kaynakları, sermaye birikimi, devlette yeniden yapılanma, piyasa tasarımı ve uluslararası ilişkilere yönelik planları olması gerekir. En az on yıl, belki bir nesil alacak; hem siyasi, hem ekonomik, hem de sosyal/kültürel maliyetleri olan bir süreçten bahsediyoruz - yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi olabilmek için yapılması gereken fedakarlıklar, ödenmesi gereken bedeller var.

Önce ekonomik istikrar

Önce ekonomik istikrarı nasıl sağlayacağımızdan başlayalım: ciddi bir istikrar programı dış denge, kamu bütçesi, tasarruf sistemi, enflasyon ve işsizlik boyutlarını içermek zorundadır.

Dış dengenin sağlanması için birincil araç kur rejimidir. 2001’den sonra 15 yıl süreyle başarıyla uyguladığımız serbest kur rejimine dönmemiz gerekiyor. Devlet elbette ki bazı dönemlerde döviz alım satımı yaparak kura müdahale edebilir, ama döviz kurunu temel bir ekonomi politikası aracı olarak kullanmak sakıncalıdır.

Serbest kura dönebilmek için bizi serbest kurdan korkutan meseleleri çözmemiz gerekiyor. Kur artışının kamu ve özel sektör bilançoları üzerindeki etkisi haklı bir endişe kaynağı. Bu endişeleri gidermek için hem bazı ilkesel kararlar, hem de bazı teknik çözümler gerekiyor: Devlet döviz ile uzun vadeli taahhüt vermemeli, yurt içinde döviz borçlanmamalı. Özel sektörün ihracat ile ilgili işlemler dışında Türk bankalarından döviz borçlanmasına izin verilmemeli. Devlet ve özel sektörün yurt dışından TL borçlanabilmesi için TL’nin konvertibilitesi korunmalı. Türk bankalarının yurt dışına döviz plase edip karşılığında uzun vadeli TL kredi kullanmasına imkan veren swap kanalı tekrar açılmalı.

Bütçe dengesi her zaman olduğu gibi çok önemli. Bu konuda 2001’e göre çok daha rahatız – büyük bir faiz dışı fazlaya gerek yok, faiz dışı açığı ortadan kaldırmak yeterli. Fakat bunun için devletin son yıllarda artan kontrolsüz harcamalarını durdurmak gerekiyor. İdarede harcama disiplininin sağlanması, TBMM’nin denetim fonksiyonunun çalıştırılması ve denetimi yapacak bürokratik kurumlara fırsat verilmesi halinde bu hedefe hızla varılabilir. Bütçede disiplin sağlandıktan sonra önümüze bir fırsat penceresi açılacak. 2007-2008 krizinden tüm dünyada önemli tecrübeler kazanıldı - eğer dış denge problemi yaşanmıyorsa, talep azlığı çeken bir ekonomide kamunun hareket alanı çok yüksek. Şayet Türkiye dolarizasyonu azaltıp serbest kur ile yaşayabilir hale gelirse, bütçede disiplini de sağlarsa vatandaşlık maaşı gibi uygulamaları deneme fırsatı bile doğabilir.  

Tasarruf açığı her zaman olduğu gibi en büyük sorunlarımızdan biri. Bu konuda daha önce dikkate almadığımız bir gerçekle yüzleşmemiz lazım – tasarrufun getirisi arttıkça tasarruf zaten doğal olarak artar. Bu konuda Doğu Asya ülkelerinden alınacak önemli dersler var. Yatırım yapanlara destek olmak adına tasarruf edenlere yük bindirme yöntemi kısa vadede çalışır ama uzun vadede çalışmaz. Tasarruf edenlere yaptıkları fedakarlığın bedelinin ödenmesi şart. Eğer TL cinsiden tasarruflara dayalı bir sistem oluşturacaksak TL mevduata enflasyonun üzerinde bir getiri sağlamalıyız. Ayrıca Türkiye’deki hisse senedi piyasalarını da yatırımcıları, şirket kurucu ve yöneticilerine karşı koruyacak şekilde düzenlemeliyiz.

İçeride tasarruf oranını artırmanın yanında yurt dışı tasarruflardan azami oranda faydalanmamız gerekiyor. Özellikle bugünkü gibi bir küresel para bolluğunun Türkiye’de hem devlet, hem de özel sektör için ucuz finansman fırsatına dönüştürülmesi mümkün. Güvenilir bir ekonomi politikası ve yüksek yerli tasarruf olursa, dolar cinsinden dış kaynağın maliyeti de kendi kendine düşecektir.

Sağlam banka bilançolarının önemini 2001’de çok iyi öğrenmiştik. Özel sektörde bu alandaki disiplin hala devam ediyor – bu nedenle bankacılık sektörünün özel sektör kanadı için ufak tefek teknik düzenlemeler yeterli olacaktır. Ancak kamu bankalarının para politikası ve döviz piyasalarına müdahale aracı olarak kullanılmasına ivedi olarak son vermek gerekiyor. Devletin reel ekonomiyi kollama görevi çok önemli.  Ancak bankacılığı kar edilemez bir sektör haline getirmenin reel ekonomiye destek olacağı gibi bir yanılsamaya düşmemek lazım.

Bankacılık sektöründe en büyük yapısal sorun yurt içi döviz kredileri. Yurt içi döviz mevduatını serbest bırakmak, yurt içi döviz kredilerini serbest bırakmayı gerektirmez. Yurt içi döviz mevduatı, döviz talebinin hemen yurt dışına kaynak transferine dönüşmemesi için çok faydalı bir araç. Ancak ihracatla ilgili olmayan yurt içi döviz kredisi uzun vadede ekonomi üzerinde büyük bir risk oluşturuyor. Sistemdeki dolarizasyon bıçak gibi kesilemez, ancak yurt içi döviz kredilerini azaltmak için devlet destekli kapsamlı bir plan yapılabilir. Bankaların döviz mevduatı ile döviz kredileri arasında oluşacak farkın bir kısmı yabancı bankalarla swap, bir kısmı da merkez bankasıyla swap yoluyla kapatılabilir. Her iki kanalın tasarımında da bankalara uzun vadeli TL kaynak sağlanması hedefine öncelik verilmeli.   

Enflasyonla mücadele konusunda fanatik olmaya gerek yok, enflasyonu düşürmek her zaman öncelikli bir hedef olmayabilir. Ancak kamuoyuna açıklanan yüzde 5’lik enflasyon hedefini on yıl üst üste tutturamamanın güven veren bir tablo olmadığı da aşikar. Bütçe açığı ve dolarizasyon kontrol altına alınıp kısa vadeli TL reel faiz de sıfırın üzerinde tutulursa enflasyon zaten istisnai bir şok olmadıkça tek haneli rakamlarda kalacaktır. Tek haneli rakamlar süreklilik kazandıktan sonra, yüzde 3-5 aralığına indirmek için gayret gösterip göstermemek tartışılabilir.

İşsizlik öteden beri Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biri. İşsizliğin iki temel sebebi var: birincisi insan kaynağı kalitesi, ikincisi de iş kurma ve yürütme zorluğu. Bu cephede kısa vadeli bir çözüm maalesef yok. Bir yandan istihdamı yüksek maliyetli hale getiren politikaların düzeltilmesi, diğer yandan da eğitim, sağlık, çevre gibi emek yoğun sektörlerde iş gücünün yetkinliği artırılarak istihdam edilmesini sağlayacak kamu projelerine ihtiyaç var. Bütçede 2001 sonrası gibi bir rahatlama sağlanabilirse bunu öncelikle işsizlikle mücadelede kullanmak gerekiyor.

Kalkınma stratejisinin tasarlanması

Yukarıda saydığımız adımlarla ekonomide istikrarı sağladıktan sonra, kapsamlı bir kalkınma planı hazırlama aşamasına geçebiliriz. Hızlı kalkınmanın temeli katma değerli üretim ve verimlilik artışıdır. Bunun için sabit bir politika listesi yeterli olmayacaktır. Her alanda, her politikanın sürekli olarak hedeflere yönelik güncellenmesi şart.

Gerçekçi ve iddialı bir kalkınma programını dört temel ilke etrafında inşa edebiliriz:

1.      Ekonominin her alanında başarısızlığın değil, başarının ödüllendirilmesi;

2.      Devletin tüm toplumun menfaati için çalışması, fırsatların toplum geneline yayılması;

3.      Türkiye’nin Dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynayacağına karar verilmesi;

4.      Devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması.

Net ve anlaşılır temel ilkeler kilit öneme sahip. Temel ilkeler sayesinde hem her kademedeki kamu görevlisi ne yapacağını yukarıdan emir almadan kestirebilir, hem de çeşitli politika alternatifleri çatıştığında karar vermek için başvurulacak kriterler net olur.

Temel ilkeleri uygularken hayalci değil gerçekçi olmak şart. Her ülke gibi Türkiye’nin de bazı demografik ve kültürel kısıtları var; bunları “toplumun DNA’sı” da diyebiliriz. Bunları göz ardı ederek yapılan politikalar başarılı olamaz. Bu nedenle toplumun DNA’sını da ilkeleri tamamlayıcı bir unsur olarak her zaman dikkate almak gerekiyor.

Toplumsal DNA’mızın en önemli unsuru şu: Türkiye bazı batı toplumları gibi “her koyun kendi bacağından asılır” görüşünün hakim olduğu bir ülke değil. Toplumun büyük çoğunluğu devletin kendisine bir nevi ana/baba olmasını bekliyor. Ekonomide katma değeri artırmak ve verimliliğı sağlamak için rekabet şart, ama vatandaşlara minimum ekonomik güvenceyi de devletin sağlamasına ihtiyaç var. Bu nedenle Türkiye’de sosyal devletin geniş olması ve iyi çalışması, ancak maliyeti imkanlar dahilinde tutmak için etkin ve verimli hale getirilmesi gerekiyor.

Toplumsal DNA’mızın çok olumlu iki unsuru da var: hedef belli olunca birlikte yürüyebilen, kriz anlarında siyasi iradenin etrafında kenetlenen bir toplumuz. Aynı zamanda pratik ve esnek insanların çoğunlukta olduğu bir toplumuz. Doğal kaynakları zengin bir ülke değiliz, insan kaynağı kalitemizi de ciddi oranda artırmamız lazım, ama kollektif hareket edebilme kapasitemiz ve esnekliğimiz eksikliklerimizi telafi etmek için bize güç veriyor.

Kısıtlar ve toplumsal DNA hakkındaki notumuzu kayda geçirdikten sonra önerdiğimiz dört temel ilkeyi teker teker detaylandırabiliriz.

Birinci ilkemiz başarısızlık yerine başarıyı ödüllendirmek. Başarısızlığı ödüllendirmek maalesef Türkiye’de çok yaygın bir alışkanlık - ana/baba devlet anlayışının bir yan etkisi olması muhtemel. Bu sorunu aşmak için kamu politikalarında şirketler ve bireylerin yerini dikkatle tanımlamak gerekiyor. Sosyal devlet, şirketlere yönelik bir ilke değildir, olmamalıdır. Devlet çeşitli sebeplerle başarısız olan, sıkıntıya düşen vatandaşlarına her zaman destek olmalıdır. Ancak başarısız olan şirketleri ayakta tutmak değil, yok olmalarına fırsat verip yerine yenilerinin geçmesini sağlamak gerekir. Bu noktada en vurucu örneği ihracat alanından verebiliriz: ihracatı teşvik etmek elbette bir ihtiyaç. Ama ihracat desteğini bir şirketin karlı olarak satamadığı malını devletin hazineden para ödeyerek karsız olarak satmasına imkan sağlaması olarak uygulamamalıyız. Bunun yerine dünya çapında rekabet edebilenlere daha da hızlı büyümeleri için destek olmalı, rekabetçiliğe çok yaklaşanları çizginin ötesine itmeye çalışmalı, başarısız olduğu belli olanları da yoldan çekip yenilerin önünü açmalıyız.

İkinci ilkemiz devletin toplumun tümünün menfaati için çalışması, fırsatların genele yayılması. Bu ilke uzun vadede hangi ülkelerin hızlı gelişerek rakiplerini geride bıraktığının en temel belirleyicisi. Bunun sebepleri ve işleyiş mekaniği için önde gelen iktisatçımız Daron Acemoğlu’nun James Robinson ile birlikte yazdığı kitapları tavsiye ederim.

Türkiye’de devletin toplumun tümü için değil sadece küçük bir bölümü için çalıştığı örnekler maalesef çok fazla. Ama bu konuda en büyük tarihsel yanlış şehirleşme rantının paylaşım düzenlemesi oldu. Şehirleşme rantı tüm vatandaşların katkısıyla ortaya çıkan bir değer. Bu nedenle toplumun geneli tarafından adil bir şekilde bölüşülmesi gerekir. Ancak bu alanda Türkiye öteden beri kurallara uymayanları ödüllendirdi. Kaçak yapılaşma şehirleşme rantının kapanın elinde kalmasına yol açtı, halbuki adil dağıtılarak bireylere, ya da dağıtılmayarak kamuya büyük bir kaynak sağlanabilirdi.

Geçmişteki diğer önemli yanlışlar olarak tüm vatandaşları kapsayan bir eğitim seferberliği yapılmaması, kadınların işgücüne katılımının artırılması için hiçbir çaba gösterilmemesi ve kayda değer bir toprak reformu yapılmamış olması eklenebilir. Doğu Asya’da hızlı büyümeyi sağlamış ülkelerin ortak noktasının kapitalist veya komünist bir sistemi tercih etmelerinden bağımsız olarak eğitim seferberliği ve toprak reformu olması özellikle dikkate değer.

Üçüncü ilkemiz dünya ekonomisinde oynayacağımız rol konusunda net olmak. Doğu Asya ülkeleri gibi sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız? Hindistan gibi outsourcing ve hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu Avrupa ülkeleri gibi AB ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz? İngiltere gibi dünyanın dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail gibi az sayıda sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik merkezi mi olacağız? Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak kaliteli insan kaynağı için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız?

Doğu Asya ve Hindistan modelleri Türkiye için gerçekçi değil, zira düşük katma değerli işleri rekabetçi olarak yapabilecek insan kaynağına sahip değiliz. Ayrıca son yıllardaki siyasi ve teknolojik gelişmeler dünya genelindeki outsourcing trendinin büyük ihtimalle sona erdiğini gösteriyor. AB ile Doğu Avrupa kadar entegrasyon da gerçekçi değil. İngiltere modeli için devletimizin kafa yapısı, İsrail modeli için de mevcut insan kaynağımız müsait değil.

Türkiye’nin bütün bu alternatiflerin ötesinde istisnai bir rekabet avantajı var. Etrafımız çeşitli ideolojik veya kültürel saplantıları olan, vatandaşlarına hizmet etme odaklı olmayan ülkelerle dolu. Bu durum bir tehdit olarak da algılanabilir; ayağını yere sağlam basan bir Türkiye için büyük bir fırsata da dönüştürülebilir. Türkiye bölgesinde bir istikrar ve normallik adası olmayı kalkınma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak benimseyebilir. Bu strateji kaliteli insan kaynağını çekmek, sermayeyi cezbetmek, tedarik zincirlerinin merkezine yerleşmek, uluslararası şirketler ve kamu kurumlarının bölgesel merkezi olmak gibi unsurlardan oluşabilir. Bir finans merkezi olmak için kaynaklarımız ve kafa yapımız uygun olmayabilir, ancak bölgenin en yaşanacak ülkesi olmak için hiçbir eksiğimiz yok.

Son ilkemiz de devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması. Türkiye dış tehditlerden de, iç tehditlerden de fazla endişe etmeyecek kadar güçlü bir ülke. Bu nedenle güvenlik talebinin dozunu kaçırmamakta fayda var. Devlet yönetiminde jeopolitik ve ideolojik öncelikler ile vatandaşları hamur gibi yoğurmaya çabalarının Türkiye’nin maddi ve insani kalkınma hedeflerine ulaşmasını yavaşlattığını artık kabul etmemiz lazım.

Kalkınma odaklılık bir perspektif, zihniyet meselesi. Böyle bir değişim yarım yamalak yapılamaz - eski zihniyetimizi değiştirmeden bir takım teknik düzenlemelerle hızlı kalkınmak mümkün değil. Almanya’dan Güney Kore’ye, İtalya’dan Japonya’ya, Singapur’dan Şili’ye başarılı kalkınma hamlelerinin hepsinin temelinde bu zihniyet değişikliği yatıyor. “Ama Türkiye farklı, bölgemiz farklı” gibi bahanelere sığınmaya gerek yok. Bu zihniyet değişimini Kuzey Kore gibi çok tehlikeli bir komşusu olan Güney Kore başarmışsa biz de başarabiliriz.

Güvenlik yerine kalkınma odaklı olsaydık neyi farklı yapardık sorusuna bir dış politika, bir de iç politika örneği ile cevap verebiliriz. Dış politikada kalkınma odaklı olsaydık Suriye stratejimizin önceliği rejim değişikliği yerine ihracatımızı artırmak, kaliteli insan kaynağını ülkemize çekmek, Suriyeliler arasında Türkçeyi yaygınlaştırmak, tedarik zincirlerini uzatmak olurdu. Aslında son 10 yıldaki Suriye politikamız gelecekte ne yapmamamız gerektiğinin çok net bir şekilde gösterdi diyebiliriz. Yurt içinde ise en büyük zaafımız eğitim politikalarımızın nesillerdir kalkınma değil güvenlik odaklı olması. İnsan kaynağı açısından İspanya ve Güney Kore gibi benzer ülkelerin çok gerisinde kalmamızın temel nedeni bu. Eğer eğitim politikamız “makbul vatandaş” yetiştirmek yerine kendi ayakları üzerinde durabilen ve toplum için katma değer yaratabilen vatandaş yetiştirmek olsaydı bugün çok farklı bir yerde olabilirdik.

Devletin öngörülebilir ve güvenilir olmasına gelince – bu tercih doğal olarak devleti yönetenlerin hareket alanını daraltır. Ancak devleti yönetenler açısından bu fedakarlığın çok büyük bir getirisi vardır. Öngörülebilirlik ve güvenilirlik sayesinde uzun vadede vatandaşlar uzun vadede devletle kader birliği yapar, belirlenen politikalara göre pozisyon alırlar. Öngörülebilir ve güvenilir olmayan ülkelerde ise vatandaşlar enerjilerinin çok önemli bir bölümünü devletin attığı adımların etkisini bertaraf etmek için harcarlar, bu da ülke çapında çok büyük bir kaynak israfına neden olur.

Bu yazımda bir kalkınma seferberliğinin temel ilkelerinin neler olabileceğini irdeledim. Takip eden yazılarımda ekonominin çeşitli alanlarında bu temel ilkelere dayalı ve tutarlı politika önerileri sunmaya çalışacağım. Bu politikaları ana başlıklar halinde özetlemek gerekirse:

-        Örgün eğitim, yaygın eğitim, istihdam, göç ve sosyal güvenlik politikalarını içeren bir insan kaynakları seferberliği;

-        Bankacılık, emeklilik sistemi, sermaye piyasaları, bütçe ve vergi politikalarını içeren bir tasarruf sistemi reformu;

-        Piyasaların adil ve rekabetçi şekilde çalışması ve girişimcilerin kolay iş yapabilmesi için gerekli teknik düzenlemeler;

-        Yargıda ve idarenin bünyesindeki düzenleyici kurumlarda nitelikli ve konu bazında uzmanlık sahibi yüksek kadrolar yetiştirilerek devletin ekonominin işleyişine yabancı olmaktan çıkartılması;

-        Vatandaşların ortak menfaatlerini ilgilendiren kararların mümkün olan en yerel kademede alınarak kamusal alanın etkinlik ve verimliliğinin artırılması;

-        Kamu hizmetlerinin veriliş tarzının kökten değiştirilmesi, eğitim, sağlık, iskan, ulaşım ve benzeri kamu hizmetlerinde kamu desteğinin üreticiye değil tüketiciye verilmesi.

Ekonomide temel hedef değişmiyor: hem maddi hem de insanı kalkınmanın hızlı, istikrarlı ve sürekli hale getirilmesi. Bu hedefe ancak katma değer ve verimlilik odaklı bir zihniyet ile ulaşabiliriz. Fakat bunun bir teknik reçete veya politikalar listesinin ötesinde topyekün bir toplumsal değişim gerektireceğini de kabullenmemiz lazım. 

Saturday, 6 June 2020

Ekonomide Sorun Ne?

2018 krizinden tam olarak çıkamadan Covid-19 krizine yakalandık. Karşımızda eskiden beri aşina olduğumuz bir sorunumuz var: ödemeler dengesini tutturamamak, yani dış dünya ile alış verişimizi makul bir dengeye oturtamamak.

Türkiye ithalatını karşılayacak kadar ihracat yapmakta zorlanıyor. Daha da önemlisi, cari açık vermeden büyüyemiyor. İçeriden veya dışarıdan kaynaklanan sebeplerle yurt dışından finansman bulmak zorlaşınca ekonomi çok sert fren yapıyor ve daralıyor.

1950’lerden bu yana sürekli karşılaştığımız bu sorunu bir türlü çözemedik. 1980’de Turgut Özal, 2001’de de Kemal Derviş’in hazırladığı ekonomik programlar sayesinde akut sorunu kronik hale getirdik, yani sorunla yaşarken onu daha iyi yönetmeyi öğrendik: bir yüksek tansiyon, şeker ya da ülser hastası gibi. Ancak başardığımız şey sadece cari açığı sürdürülebilir hale getirmekti – cari açık vermeden büyümeyi başaramadık.

Cari açık bağımlılığımızın çok derin yapısal sebepleri var. Öncelikle, serbest ticaret altında toplam faktör verimliliği düşük, yani göreceli olarak verimsiz ülkelerin izlenen ekonomi politikasından bağımsız olarak cari açık verme eğilimi vardır. Kamusal veya özel, sınır ötesi sermaye hareketleri mümkünse ve verimsiz ülkenin borçlanma kapasitesi varsa, o ülke cari açık verir.

Cari açık bağımlılığımızın ikinci yapısal sebebi tasarruf oranımızın düşük olmasıdır. Bu olgu da yeni değil; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de tasarruf oranı hiçbir zaman yeterince yüksek olmadı. Bunun sebebi kısmen demografik, kısmen siyasidir. Türkiye’de işgücüne katılım oranı önce hızlı nufus artışı, daha sonra da kadınların işgücüne katılım oranının yetersizliği nedeniyle düşük kaldı. Bu arada demokrasiye geçişi benzer ülkelerden erken yaptık. Uzun vadede refaha ulaşabilmek için kısa vadede fedakarlık yapma gereği seçmene anlatılamadı. Devlet kendisi yüksek tasarruf yapamadığı gibi tasarruf yapan vatandaşı da teşvik etmedi. Sonuç olarak hem demografi, hem de siyasal ekonomi Türkiye’yi tasarruf eğilimi düşük ve sürekli cari açık veren bir ülke haline getirdi.

Uzun vadeli ve yapısal sorunumuz olan cari açığı çözemediğimiz için Türkiye’de ekonomi politikasının başarısı cari açıkla ne kadar sorunsuz yaşayabildiğimize göre ölçülegeldi. Bu konuda 1961, 1980 ve 2001’de üç önemli adım attık. 1961 Anayasası ile benimsenen planlı ekonomi modeli ve kurulan Devlet Planlama Teşkilatı sayesinde ülkenin kaynak sorunlarının tecrübeli yerli uzmanlar tarafından analiz edilip teknik çözümler üretilmesine imkan sağladık. 1980’de 24 Ocak kararları ile ekonomide serbest rekabetin önünü açtık, fiyat hareketlerini serbest bıraktık, ithalatı azaltmak yerine ihracatı artımaya odaklandık, döviz kurunun yapay olarak değerli tutulması uygulamasına son verdik. 2001 krizinden sonra ise serbest kur, denk bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu, sağlam bankalar ve yetkin düzenleyici kurumlar ile 1980’de kurulan sistemi güçlendirdik. Her üç adımın ardından Türkiye ekonomisinde onar yıla yakın hızlı büyüme dönemleri yaşandı.

Bu noktada en son başarılı dönemimiz olan 2001 sonrası döneme biraz daha detaylı bakmakta fayda var. Bu dönemde Türkiye cari açığı yönetilebilir halde tutmak için gereken her şeyi doğru yaptı. Bir yandan yurt içinde tasarruf eğilimini artırmak için önlemler alınırken diğer yandan ülkenin dış finansman için cazip hale getirilmesine çalışıldı. Milli gelirin %6,5’i gibi Türkiye tarihinde de diğer gelişmekte olan ülke ekonomiler arasında da nadir rastlanan bir seviyede faiz dışı bütçe fazlası verildi. Bu sayede tasarruf oranını artırma görevinde devlet öncü rol oynadı. Faizler enflasyonun makul bir miktar üzerinde tutularak vatandaşların TL tasarruf etmesi ödüllendirildi. Bir yandan da TL 2001 sonrasında çok ucuz olduğu için TL tahvil ve bono yatırımları yabancı yatırımcı için çok cazip hale geldi. Bu sayede yurt dışından TL olarak borçlanma imkanı açıldı. Sonuç olarak 10 yıl boyunca hem Türkiye hızlı büyüdü, hem de ciddi bir verimlilik artışı sağlandı. Tasarruf açığının ekonomideki pek çok sorunun kaynağı olduğu tezi doğrulandı.

Bu başarıyı neden devam ettiremedik? Bunun en önemli nedeni Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 20 yıllık iktidarı boyunca bir ekonomi politikası oluşturamamış olmasıdır. 2001 istikrar programı başarıyla tamamlandı, ama yerine bir kalkınma programı konamadı. 2008 krizi kolay atlatılınca reel faiz ve bütçe fazlasını azaltma imkanı doğdu. Küresel likidite bolluğu ve düşük faiz ortamı sayesinde yüksek büyüme 5 yıl daha devam etti. Ancak ekonomide verimlilik artışı durdu, döviz borçları artmaya başladı. 2013’ten itibaren zaten iç ve dış ekonomik faktörler nedeniyle sonuna yaklaşmakta olan bu politikalar demeti siyasi istikrarsızlık ile sarsıldı. Türkiye ekonomisinde iniş başladı. Son 7 yılda siyasi istikrarsızlık artarken ekonomik büyüme azaldı. Ekonomi politikası eksikliğine Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve insan hakları performansının düşmesi de eklenince yurt içi ve yurt dışı yatırımcılarda bir güven bunalımı oluştu. 

Türkiye ekonomisine çok uzun vadeli olarak baktığımızda Türkiye başarılı bir ülkedir diyebilir miyiz? Hem evet, hem de hayır. Son 100 yılda kişi başına milli gelirimizi dünya ekonomisinin ortalamasından daha hızlı büyütebildik. O bakımdan kendimize çok da haksızlık etmeyelim. Ama itiraf etmeliyiz ki asli hedefimizin altında kaldık. Güney Kore ve İspanya gibi birinci lige çıkmayı hedefledik ama başaramadık. Bunun temel sebebi ekonomimizin en derin sorunu olan dış denge sorununu çözememiş olmamız. Yukarıda anlattığımız gibi, 1960’lar, 1980’ler ve 2000’lerde olduğu gibi cari açıkla yaşamayı başardığımız dönemlerde hızlı büyüdük, ama bunu sürekli kılamadık. 5-10 yıl değil
20-30 yıllık bir hızlı büyüme dönemi için temel yapısal sorunlarımızı çözmek gerekiyordu.

Bugün Türkiye’nin önünde üç seçenek var:

1.      Sürünerek devam etmek;
2.      Esas sorunu çözmeden bununla daha iyi yaşama formülümüze dönmek;
3.      Esas sorunu çözmek.

Mevcut siyasi iktidar şimdilik birinci yolu seçmiş gibi görünüyor. Bir dış denge kriziyle karşı karşıya olduğumuzu görüyorüz, ama itiraf etmiyoruz. Ciddi önlemler almadan işlerin normale dönmesini temenni ediyoruz. Ekonomi literatüründe “imkansız üçlü” tabir edilen politika demetini uygulamaya çalışıyoruz: devlet uluslararası sermaye hareketleri serbest iken hem faizlerin, hem de kurun seviyesini belirlemeye çalışıyor. Ancak her zamanki yaratıcılığımızla tarihe geçecek bir deney yapıyoruz: imkansız üçlüden ikisini seçip birini bırakmak yerine her üçünü 2/3 oranında yaparak toplamda 2/3’ü tutturmaya çalışıyoruz. Bu formüle “sürünerek devam etmek” adını vermemin sebebi şu: bir Arjantin vakası yaşayacağımızı, yani dış borçları ödeyemez duruma geleceğimizi sanmıyorum. Ama dış denge problemimizi ekonomimizi küçülterek yönetiyoruz. Bu yolda devam edersek son 5 yılda 12 bin dolardan 9 bin dolara inen kişi başına milli gelirin daha da azalması, aynı zamanda yıllık trend büyüme oranının da %5’ten  %2-3 arasına düşmesi kaçınılmaz görünüyor.

İkinci yol 1961, 1980 ve 2001’de adım adım geliştirilen politika demetinin güncellenmesi olur. Bu senaryoda temel yapısal sorunumuzu çözemediğimizi kabul edip bu sorunla en iyi şekilde yaşamayı deneriz. Öncelikle 3 ila 5 yıl vadeli, kapsamlı bir ekonomik istikrar programı hazırlarız. Siyasi irade kararlı bir şekilde bu programın arkasında olduğunu açıklar. Kamuda çok nitelikli bir ekonomi yönetimi ekibi kurulur. Serbest kura geri döneriz, ancak serbest kurdan endişe etmemize sebep olan iskleri azaltırız: TL reel faizi sıfırın üzerine çekeriz, kurun düştüğü anlarda merkez bankası döviz rezervlerini artırır. Bankaların ihracatla ilgili işlemler dışında yurt içinde döviz kredisi vermesine izin vermeyiz. Kamu projelerini dolardan Türk lirasına döneriz. Bankalara kamudan sermaye desteği veririz. Bütçe açığını kontrol altına alırız. Bu senaryoda küresel likidite bolluğundan yeniden faydalanma imkanımız doğar. Bu şekilde büyüme dünyada likidite bollıuğu olan dönemlerde yıllık %5 trendine dönebilir.

Üçüncü yol ise dünya ülkeleri arasında birinci lige çıkabilmek için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek; birkaç nesildir bir türlü başaramadığımız yeniden yapılanmayı bu sefer kararlılıkla gerçekleştirmek. Ancak bunun için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran 1919 elitinin siyasi gerçekçiliği kadar tavizsiz bir ekonomik gerçekçilik şart.

Böyle bir programın temel unsurları neler olabilir? Hem devlet, hem de özel sektördeki verimsizliklerin üzerine kararlılıkla gitmek. Ulusal çapta bir insan kaynakları politikası oluşturmak ve eğitim seferberliği yapmak. Yatırım ve ticaret ortamını yeni girişimciler lehine düzeltmek. Sorunlara yerel çözümler bulunmasına izin vermek. Kamunun sübvanse edeceği alanlarda kaynağı üreticiye değil tüketiciye vermek.

Bu yolda karşılaşacağımız en önemli sorunlardan biri Türkiye’nin başarılı olanlardan fedakarlık isteyip başarısız olanlara destek olma refleksi. Bu nedenle ekonominin dinamik kesimleri sürekli olarak verimsiz kesimlerini sübvanse etmek zorunda kalıyor. Gelir ve servet dağılımını düzeltmeye yönelik adımlar elbette ki çok gerekli, ama bunların başarısız işletmeler yerine sade vatandaşı desteklemek şeklinde yapılmasına özen göstermek şart. Türkiye’de kaynakların yanlış kullanımının tek sorumlusu devlet değil; bu nedenle de sorun geçmişte özelleştirme ile çözülemedi. Verimsizlik ve başarısızlığı teşvik konusunda Türk özel sektörünün performansı da maalesef devlet kadar kötü. Bunun en temel sebebi de ekonomimizdeki rekabet eksikliği.

Kapsamlı bir kalkınma politikası oluşturabilmek için bir başka zorunluluk da dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynamak istediğmize karar vermek. Doğu Asya ülkeleri gibi sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız? Hindistan gibi outsourcing ve hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu Avrupa ülkeleri gibi AB ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz? İngiltere gibi dünyanın dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail gibi az sayıda sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik merkezi mi olacağız? Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak kaliteli insan kaynağı için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız? Hedefi net bir şekilde belirleyip üzerinde toplumsal uzlaşmayı sağladıktan sonra tüm kamu politikalarını bu hedefe odaklanarak oluşturabiliriz. Eğitimden dış politikaya, yargıdan seçim sistemine, sosyal güvenlikten vergi sistemine uzanan tutarlı, parçaları birbirlerini destekleyen bir model kurabiliriz. Ancak hangi yolu seçersek seçelim bundan sonra kamu düzenimizi güvenlik odaklı değil kalkınma odaklı olarak tasarlamamız gerekiyor.

Yeni bir kalkınma politikası geliştirmek uzun ve zorlu yol. Bu yazımla kapıyı aralamak istedim. Önümüzdeki günlerde bu konudaki görüşlerimi kapsamlı olarak paylaşmaya devam edeceğim.

 


Tuesday, 19 May 2020

Yeniden Başlarken

Bugün 19 Mayıs 2020, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 101.yıldönümü. Bayramımız kutlu olsun!

3 yıllık bir aradan sonra bloguma devam ediyorum. Nisan 2017 referandumunda Türkiye’nin çok yanlış bir yola girdiğini; “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen anayasa değişikliğinin ülkemizi kurumsal altyapı bakımından on değil, yirmi değil, en az yüz yıl geri götürdüğünü ve bunun ekonomik ve toplumsal bedelinin ağır olacağını söylemiştim. Yaşanan gelişmeler bu öngörümü maalesef haklı çıkardı. Son üç yıldır sadece iç politikada değil ekonomide ve dış politikada da ardı ardına krizler ve kayıplar yaşadık.

Geldiğimiz noktada Türkiye’nin çok kapsamlı bir dönüşüme ihtiyacı olduğu aşikar. Er ya da geç gerçekleştirmek zorunda olduğumuz bu dönüşüme elimden geldiğince katkı yapmak için yazılarıma tekrar başladım. Önümüzdeki aylarda aşağıdaki konulardaki çalışmalarımı paylaşacağım:

  • 2018’den bu yana devam eden ekonomik krizden çıkış için nasıl bir yol takip etmemiz gerekiyor? 2001 yılında başladığımız ve ilk yıllarda oldukça başarılı olan ekonomik değişim sürecinin devamını neden getiremedik, nasıl getirebiliriz? Türk ekonomisinin 60 yıldır bir türlü çıkamadığı kısır döngüyü nasıl kıracağız?
  • Türkiye için istikrarlı, adil, etkin ve toplumun iç dinamiklerinin önünü açan bir siyasi sistem nasıl inşa edilebilir? 2000’li yıllarda ortaya konan “yeni Türkiye”iddiası neden başarısız oldu, “yepyeni Türkiye” neye benzemeli?
  • Tarihimizden bugünkü sorunlarımızı çözmemize yardımcı olacak bir şeyler öğrenebilir miyiz? Cumhuriyet tarihi, Osmanlı tarihi, İslam tarihi, Roma tarihi ve genel olarak Avrasya tarihinden çıkarabileceğimiz dersler nedir?

Yorum ve eleştirilerinizi esirgememenizi rica ederim.

Saygılarımla.

Ümit Kumcuoğlu


Tuesday, 25 April 2017

Bundan sonra ne yapmalı?

Son iki yazımda referandum sonuçlarını ve bizi bu noktaya getiren tarihsel süreci değerlendirmiştim. Şimdi de “bundan sonra ne yapabiliriz” sorusuna cevap arayacağım.

Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiyi yeniden inşa etmektir. Bu sorunu çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman kaybıdır. Türkiye’de demokrasi hiçbir zaman çok da iyi işlemedi – bu nedenle geçmişe bakarak bir çözüm bulma şansımız yok. Daha adil, daha insancıl ve daha etkin bir siyasi sistemi toplumun tüm kesimlerini bir araya getirerek kurmak zorundayız.

Bunun ilk adımı referandumdaki Hayır cephesinin dağılmadan ve saflarına yeni kitleleri katarak bir “demokrasiyi inşa” cephesine dönüşmesidir.

Sadece ismen değil cismen de demokratik olan bir sistem kurmak için en azından aşağıdaki adımları atmamız gerekiyor:

1. Yüksek Seçim Kurulu’nun güvenilirliğinin yeniden tesis edilmesi

2. Bakan ve üst düzey devlet memuru atamalarına TBMM onayı getirilmesi

3. Devlet imkanlarının iktidar partisi lehinde kullanılmasına engel olunması

4. Seçim ve referandum kampanyalarında yazılı ve görsel basının yarışan aday ve partiler arasında adil olarak yer vermesinin sağlanması

5. Hazine yardımının partiler arasında hakkaniyetli dağıtılması

6. TBMM seçimlerindeki yüzde 10 barajının kaldırılması

7. Belediye meclisi seçimlerindeki çıkarmalı sistemin kaldırılması, nisbi temsil sistemi getirilmesi

8. Valilerin merkezden atama yerine iki turlu seçimle belirlenmesi

9. Belediye başkanlığı seçimlerinin iki turlu yapılması

10. Hakim ve savcı atamalarını yapacak olan kurulun bir kısmının TBMM tarafından, bir kısmı da yargı mensupları arasında yapılan bir seçimle belirlenmesi, yürütme organının atama yetkisinin kaldırılması

16 Nisan referandumunda kabul edilen Anayasa değişikliği metni maalesef iyi düşünülmemiş, içinde ciddi tasarım hataları barındıran bir metin. Demokrasiden uzaklaşmanın getirdiği risklere ek olarak devletin etkinlik ve verimlik kaybına uğrama ihtimali çok yüksek. 

Hem temsiliyet, hem denge ve denetleme mekanizmaları, hem de etkinlik ve verimlilikle ilgili zaafları olan bir siyasi sistemin ekonomi, dış politika ve toplumsal huzur ve barış alanlarında büyük sorunlara yol açması muhtemel. Bu yanlıştan bir an önce dönüp sağlam bir demokrasi inşa etmeye girişmek Türkiye’ye hizmet etmek isteyen herkesin ortak paydası olmalı.


Monday, 24 April 2017

İçinde bulunduğumuz demokrasi krizine nasıl vardık?

Dünkü yazımda referandum hakkında bazı tespitler yapmıştım. Bugün de demokrasimizin içinde bulunduğu kriz haline nasıl geldiğini incelemeye çalışacağım.

7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Türkiye’de siyasetin karar verici noktalarında olanlar iyi bir sınav veremedi. 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016 ve 16 Nisan 2017’de Türk demokrasisi açısından hiç de parlak olmayan olaylar peş peşe yaşandı.  

Geleceğe bakarken öncelikle demokrasi tarihimiz hakkında samimi bir değerlendirme yapmakta fayda var. Türkiye 12 Eylül askeri rejiminden sonra demokrasiye dönemedi. Seçimler yapılageldi, hatta bunların çoğu büyük ölçüde serbest seçimdi. Ancak demokrasinin seçimler dışındaki unsurları hayata geçirilemedi.

Parti başkanları tarafından atanmış milletvekilleri, hazine yardımının sadece büyük partilere verilmesi, yüzde 10 barajı ve yerel seçimlerdeki “yüzde 10 çıkarmalı sistem” gibi pek çok anti-demokratik uygulama siyasette yeni yüzler, yeni insiyatifler ve adil rekabetin önünü tıkadı. Hak ve özgürlükler alanında ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki kırk yıllık kesintisiz ihlal rekortmenliğimizden anlaşılabileceği gibi, sicilimiz hiç parlak değil.

Demokrasi açısından bu kadar eksiğe rağmen siyasi sistemi iki denge mekanizması ayakta tuttu: esasen hiçbiri demokratik olmayan partiler arası rekabet ile demokrasiye aykırı bir ordu ve yargı vesayeti. TBMM’nin tabandan gelen demokratik taleplere tercüman olmadığı bir ortamda otuz yılı aşkın bir süre iktidarların gücü bu iki denge mekanizması ile sınırlandı. Ancak iktidarı denetleme ve gerektiğinde frenleme işlevini yerine getiremeyen Türkiye Büyük Millet Meclisi giderek kan kaybetti.

Meclis’imizin işlevi kaybetmesi bir tarihsel kazayla başladı. 1980 ihtilali sonrasında demokrasiye dönüş hazırlıkları yapılırken Nisan 1983’te yürürlüğe giren Siyasi Partiler Kanunu’nda önseçim yapıp yapmamak parti yönetimlerinin insiyatifine bırakıldı. Seçime girme hakkını zorlukla elde eden ANAP’ın önseçim yapacak durumu yoktu, ancak Kasım 1983 seçimlerini büyük farkla kazanınca önseçim yapmamış olmanın eksikliğini hissetmedi. ANAP’ın parti içi demokrasi eksikliği sorgulanmadı, zira askeri idarenin desteğiyle kurulan diğer iki parti demokrasiye ANAP’tan daha da uzaktı.

Bu tarihi kaza sonrasında 1984-2002 arasında hüküm süren 6 partili rejimde merkez yoklaması hakim oldu. 1980 öncesi kitle partilerinin devamı olan SHP ve DYP bazı yerlerde önseçim  yaparken ANAP, DSP, RP ve MHP hiç önseçim yapmadılar. Meclis atanmış milletvekilleri ile doldu. 1977’de seçilen 450 milletvekilinin 400’ü kendi ayakları üzerinde durabilen siyasetçiler iken bu oran 1990’larda yarının altına düştü. Bugün 550 milletvekili içinde kendi siyasi ağırlığı olan 50 milletvekili bile bulunabileceği şüpheli. Türkiye Büyük Millet Meclisi 35 yıllık bir süreçte kendi etkinliğini yavaş yavaş yok etti.

Yakın tarihimizi dikkatle incelemeden baktığımızda 2017 referandumu çok şaşırtıcı görünebilir. Anayasal sistemin merkezi olan, tarihi milli mücadeleye dayanan bir Meclis bu referandum kararını nasıl alabildi? Kendi yetkilerini başkasına gönüllü olarak nasıl devretmeyi nasıl düşünebildi? Devredebildi, çünkü fiiliyatta zaten işlevini kaybetmişti. 2017 yılında bu Anayasa değişikliğini kabul edip referanduma sunan milletvekilleri hukuki olarak seçilmiş, ama fiilen atanmıştılar. Zaten kullanmadıkları yetkilerini devrettiler. Halk da milletvekillerinin işlevsizliğine alıştığı için tepki vermedi. Normalde Meclis’te tek bir oy almaması gereken, halkın ezici çoğunluğunun karşı olması gereken bir tasarı hem Meclis’ten hem de referandumdan %51 ile geçti.

Son on yılda bir yandan AKP’nin diğer partilere ezici üstünlüğü, bir yandan da ordu ve yargının iktidarı frenleme gücünün ortadan kalkması siyasi iktidarın mutlak hakimiyetini getirdi. Siyasi sisteme tek bir parti, bu partiye de tek bir kişi hakim olunca demokrasimizin denge ve denetleme mekanizmaları tamamen devre dışı kaldı.

İnsanlığın binlerce yıllık siyaset tecrübesi gösteriyor ki, sınırlanmamış iktidar demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsa bile ülke için hayati bir tehlikedir. Freni olmayan bir arabayla yola devam etmenin hayırlı bir netice vermesini beklememek gerekir.

Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiye dönüştür. Bu sorunu çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman kaybıdır. Kanunlar üstü bir ordu veya yargı vesayetine dönmeyi kimse istemediğine göre iktidarı sınırlayarak bireylerin hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak çözümleri anayasa ve yasalarla, demokratik bir perspektiften oluşturmak zorundayız. Başta Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak üzere demokratik siyasetin kurumlarını nasıl tekrar işlevsel hale getirmek millet olarak birinci önceliğimiz olmalı.


Sunday, 23 April 2017

Referandum hakkında 10 maddede soğukkanlı bir değerlendirme

Referandum üzerine bir haftadır çok hararetli tartışmalar yaşanıyor. Duygusal tepkileri bir yana bırakırsak, süreç ve sonuç hakkında neler söyleyebiliriz?
1.     Türkiye’de askeri rejim altında yapılan 1982 Anayasa referandumundan bu yana en adaletsiz seçim süreci yaşandı. Devlet imkanları sonuna kadar kullanıldı, yazılı ve görsel basının neredeyse tamamı Evet için çalıştı, Hayır tarafının kampanya toplantıları bile engellendi. Buna rağmen seçmenlerin yüzde 48,6’sı Hayır’ı tercih etti.
2.      Referandumda AKP kanadının beklentisinin gerçekten yüzde 55 ve üzeri olduğu anlaşılıyor. Alınan netice parti teşkilatı ve sempatizanlar arasında büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Cumhurbaşkanı her ne kadar “atı alan Üsküdar’ı geçti” demiş olsa da önerilen sistem değişikliğinin meşruiyet kazanamamış olduğunun herkes farkında.
3.     Güneydoğu’da seçim yapılabilecek bir ortam yoktu. Mahallesi tamamen yıkılıp kışı çadırda geçirmiş olan insanlara bile “Evet oyu vermezseniz evlerinizi yapmayız” denilebilen bir ortamda oy oranlarına herhangi bir siyasi anlam yüklemek zaten mümkün olmayacaktı. Ancak önceki seçimlerden çok farklı olarak binden fazla sandıkta firesiz katılım ve yüzde yüz Evet oyları görülmesi usülsüzlüğün psikolojik baskının ötesine geçtiğine işaret ediyor.
4.     Yüksek Seçim Kurulu her adımda çok kötü bir sınav verdi. Elli yılı aşkın bir süredir Türk siyasi sisteminin en güvenilir ayağını oluşturmuş bir kurumun bu hale düşmesi gerçekten çok üzücü. Mühürsüz pusulaların geçerli sayılması yönünde verdikleri kararla sürecin doğru yürütülebilecek son unsuru olan sayımın da güvenilirliğini ortadan kaldırdırlar.
5.     YSK’nın mühürsüz pusulaların gerçeki sayılması kararı kanuna net bir şekilde aykırı, zira YSK’nın kanunun emredici hükümlerini uygulamama yetkisi yok. Daha sakin bir siyasi ortamda tüm siyasi partiler arasında konsensus sağlansaydı belki makul kabul edilebilirdi, ancak bu kadar kutuplaşmış bir siyaset, bu kadar adaletsiz bir kampanya ve bu kadar yakın bir sonuç göz önüne alındığında affedilemeyecek bir yanlış oldu. Mahkemeler kanunları uygulamak yerine verdikleri kararın kendince öngördükleri sonuçlarına göre karar verecek olsa ülkede hukuk düzeni kalmaz.
6.      İki buçuk milyon oy pusulasının mühürsüz olduğu iddiası yalanlanmadı, ancak şu ana kadar kuvvetli bir delille desteklenmiş değil. Hiçbir sandıktan pusulaların sandık kurulu tarafından kasden mühürlenmediği yönünde bir şikayet gelmediği anlaşılıyor. Sorun iddianın kendisinden ziyade YSK’nın yaklaşımı: YSK’nın konuyu yeterince tartmadan karar vermesi ve iddianın doğruluğunu araştırmak için hiçbir adım atmaması inandırıcılığını yitirmesine yol açtı. 
7.      Önceki seçimlerde olduğu gibi bu referandumda da sayımla ilgili kayda değer bir sorun yok. Sayım ve raporlama hataları binde 1-2 seviyesinde. Sayımda sorun olmaması elbette “adil ve serbest bir seçim yapıldığı” anlamına gelmiyor – ancak usulsüzlüğün sayımda değil öncesinde yapıldığının altını çizmek gerekiyor.
8.      Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruları kabul etmese de kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bir ihlal kararına yol açma ihtimali yüksek. Hükümetin referandumu izlemek için gönderilen AGİT temsilcilerine baştan itiraz etmeyip süreçle ilgili olumsuz görüş verdikten sonra eleştirmesi de yakışıksız oldu.
9.      Türkiye’nin hem nufus, hem de ekonomi olarak en büyük illeri İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya’da Hayır çıkmış olması önerilen Anayasa değişikliğini ilk günden sıkıntıya soktu. Toplumun eğitimli kesimleri ve vergi mükelleflerinin bu kadar hararetli bir şekilde karşı çıktığı bir sistem nasıl uygulanacak, hep birlikte göreceğiz.
10.   Bu kadar acemice yazılmış bir Anayasa değişikliği önerisinin bu kadar ciddiyetsiz bir şekilde hazırlanıp, bu kadar adaletsiz bir seçim kampanyasından sonra bu kadar hukuksuz şekilde yürülüğe girmesi Türkiye’ye dünya kamuoyu nezdinde küme düşürdü. Türkiye’nin imajının bu şekilde zedelenmesinin dış politikada bazı zaaflara neden olması kaçınılmaz.

Kanaatimce bu kadar sorunlu bir süreç sonunda kabul edilmiş bir Anayasa değişikliğinde ısrar etmemekte fayda var. Değişikliklerin çoğunun 2019’da yürürlüğe girecek olması bir fırsattır. Önümüzdeki iki yılda milletin yarısı yerine büyük çoğunluğunun desteğini alacak bir Anayasa yapma imkanımız var.

Bugün 23 Nisan. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlarken bugünkü Millet Meclisi’nin 1920’nin zor koşulları altında bile çoğulculuk ve kapsayıcılıktan taviz vermeyen kurucu Millet Meclisi’nden ders almasını ve ülkenin bekası için gerekeni yapmasını talep ediyoruz.


Monday, 20 June 2016

10 maddede Haçlı Seferleri

Istanbul’un fethinin yıldönümü Alman meclisinin kararıyla çakışınca ülkemiz yine bir Haçlı Seferleri tartışmasına daldı. Ancak yazılıp çizilenler gösteriyor ki Haçlı Seferleri sırasında ne olup bittiğinden ülkemizde kimsenin pek haberi yok. Eskiden ortaokul müfredatında vardı bunlar, arada kaldırıldı mı bilemiyorum. 10 maddede önemli ve renkli yönleriyle hatırlatmak istedim.
1.      Haçlı seferlerinin başarısız olduğu uzun vadede doğrudur, ama kısa vadede yanlıştır. 1096-1099 arasındaki ilk Haçlı Seferi hedefine ulaşmış, Kudüs Hıristiyanlar tarafından fethedilmiştir. Kudüs Selahaddin Eyyubi tarafından 1187’de geri alınmış, ancak 1099’da kurulan Kudüs krallığı 200 yıla yakın bir süre yaşamıştır. Suriye, Lübnan ve Filistin’de o günlerden kalma pek çok Haçlı kalesi vardır.
2.      Haçlı seferleri Batı Avrupa’nın silkinişini simgeler. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra yüzlerce yıl süren bir ekonomik çöküntü yaşayan Batı Avrupa 9.yüzyıldan itibaren tekrar istikrarlı bir ekonomik gelişme çizgisi yakalamıştır. Haçlı Seferlerine maddi ve insani kaynak ayrılabilmesi göreceli bir zenginleşme ve kendine güvene işaret eder.
3.      Haçlı Seferleri bir “özel sektör” organizasyonudur. Dönemin önde gelen kralları birkaç Haçlı Seferine liderlik etmişse de genelde seferler genelde Papa’nın çağrısıyla harekete geçen bağımsız soylular tarafından yürütülmüştür. İslam dünyasının aksine, Avrupa’da merkezi devlet iradesinin büyük bir askeri mobilizasyon yapabilecek güce ulaşması ancak 16.yüzyılda olmuştur.
4.      Haçlı Seferleri sırasında deniz hakimiyeti Hıristiyanların elindedir. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Akdeniz’de hakim deniz gücü Doğu Roma (Bizans) olmuş, ancak Emeviler döneminde Araplar denizlerde Bizanslılarla başa baş mücadele edecek seviyeye gelmiştir. Akdeniz’deki Müslümanların rekabetçi durumu 9.yüzyıla kadar devam edebilmiş, Haçlı Seferlerine gelindiğinde denizde liderlik İtalyanlara geçmiştir. Bu nedenle Haçlı Seferleri sırasında kayda değer bir deniz savaşı olmamıştır.   
5.      Haçlıların Istanbul’u fethedemedikleri için üzülmeleri söz konusu değildir, zira 1204’te fethetmişlerdir. Bu tarihte Kudüs’e gitmek için yola çıkan 4.Haçlı Seferi fikir değiştirip Istanbul’u işgal ve yağma etmiş, sonunda Istanbul ve çevresinde uzun sürecek bir Latin krallığı kurulmuştır. Istanbul’un zenginliklerinin önemli bir bölümü İtalya’ya götürülmüştür. Bizanslıların Istanbul’u geri alması 1261 yılındadır. Istanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin yoluna açan İtalyanların 1204 işgalinin Bizans’ın belini kırmasıdır.  
6.      Pek çok Avrupa ülkesinin bayrağı Haçlı Seferlerinden kalmadır. İngiltere, Kuzey İrlanda, Danimarka, İsveç, Norveç gibi. Her Haçlı Seferinin başında, Papa yola çıkanları kutsadıktan onlara kıyafetlerinin önüne asılmak üzere haç işaretli ve “okunmuş” birer kumaş parçası verirmiş. Bu uygulama hem Haçlı Seferlerine adını vermiş, hem de pek çok Avrupalı ülkenin bayrağını oluşturmuştur.
7.      Haçlı Seferlerinin en önemli unsurlarından biri Normanlardır. Bu Normanlar, biz Türklerin batıdaki muadili gibidir. Vikinglerden gelirler. Fransa kralları 10.yüzyılda sürekli Fransa kıyılarını istila eden İskandinavya ahalisine kuzey Fransa’da bir bölge vermeyi teklif eder. Bazı kabileler bu teklif kabul eder, bugün Normandya olarak anılan bölgeye yerleşir, Hıristiyan olur ve Fransa kralına bağlılık yemini ederler. Normanlar Müslümanlarla savaşlarda öncü rol oynar, Sicilya’dan Kudüs’e kadar pek çok uçbeyliği, hatta krallıklar kurar ve yönetirler. 1066’da Norman beyi “Fatih” William İngiltere’deki karışıklıklardan istifade ederek İngiltere’yi istila eder ve bugünkü İngiliz dil ve kültürünün temelleri atılır.
8.      Haçlı Seferleri Avrupa ile İslam dünyası arasında önemi bilgi alış verişlerine imkan vermiştir. Örneğin vakıf sisteminin İslam hukukundan Avrupa hukukuna bu dönemde geçtiği söylenir.   
9.      Haçlı Seferlerinin başlangıçtaki amaçlarından biri Bizans’a başta Selçuklular olmak üzere doğusundaki Müslüman devletler karşısında yardım etmekti. İlk Haçlı Seferinin 1071 Malazgirt savaşından kısa bir süre sonra olması tesadüf değildir. Ancak Haçlı ordularının düzensiz ve disiplinsiz yapısı Bizans için risk oluşturmuş, seferler hiçbir zaman bir Batı
Avrupa / Bizans ortaklığına dönüşmemiş, 1204’te Haçlıların Istanbul’u ele geçirip yağmalamasıyla birlikte Bizans toplumuna tamir edilemeyecek bir hasar verilmiştir.
10.    Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’ün Müslümanlar için çok da önemli görülmediğini anlıyoruz. I.Haçlı Seferinde Kudüs kaybedildikten sonra geri almak için İslam dünyasında büyük bir seferberlik yaşanmamıştır. Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü geri aldıktan sonra Avrupalıların çabaları devam etmiştir. Altıncı Haçlı Seferi sırasında seferi komuta eden Kutsal Roma (esasen Alman) İmparatoru II.Frederick ile Mısır, Filistin ve Suriye hakimi Eyyubi devleti hükümdarı El Kamil ihtilafı müzakereyle çözmeye karar vermişlerdir. El Kamil, Mısır ve Suriye’ye bir daha gelmemeleri ve Mescid-i Aksa’nın kontrolünün Müslümanlarda kalması şartıyla Kudüs’ü Haçlılara vermiş, ayrıca Kudüs ile Akdeniz arasında bir güvenli geçiş koridoru oluşturulmuştur.  
Haçlı Seferleri hem Avrupa, hem de Ortadoğu’da büyük bir tahribata yol açmıştır. Öte yandan İtalya ile İslam dünyası arasında ticari ilişkilerin başlamasını Haçlı Seferlerine borçluyuz. Belki de en önemlisi, 1204 Istanbul işgal ve yağmasının ardından Bizans’ın Hıristiyan Avrupa’nın sınır bekçisi olmaktan çıkmasıyla Rum Ortodoks dünyasının İslam dünyası ile farklı ilişkiler kurmasının yolu açılmıştır.