“Ekonomide Sorun Ne” başlıklı yazımda Türkiye ekonomisinin
50 yılı aşkın bir süredir çözemediğimiz sorunlarına işaret etmiştim. Bu yazımda
ise bu sorunları aşmak için kapsamlı çözüm önerilerinde bulunacağım.
2013’den bu yana giderek artan siyasi istikrarsızlık, 2018
ekonomik krizi ve 2020 Covid-19 krizi sonrasında ekonomide bir yol ayrımına
geldik. Üç alternatifimiz var: sürünerek ilerlemek, sorunlarımızla onları daha
iyi yöneterek yaşamayı öğrenmek, sorunlarımızı çözmek.
Birinci yolu zaten 2018 yazından bu yana deneyimliyoruz. Ekonomiyi
ciddi oranda küçülterek dış dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Bu tercih yüksek
işsizlik ve toplumun geniş kesimlerinde ciddi bir alım gücü kaybı yaratıyor.
Ekonomiyi küçülterek dış dengeyi sağlama alternatifi geçmişte de her zaman
vardı, ama Türkiye demokrasiye geçeli beri hiçbir hükümet bu yola girmeye
cesaret edememişti. Bu yola girmemek için IMF’ye gidilirdi, çünkü ekonomiyi
ciddi oranda küçültmenin uzun vadede toplumun dokusuna kalıcı bir hasar
verebileceğinden endişe edilirdi. Bu sefer tarihte ilk defa endişeleri bir
kenara bırakıp ekonomiyi küçültmeyi seçtik. Eski endişelerin yerinde olup
olmadığını birkaç yıl içinde göreceğiz.
İkinci yol 2001 programının devamını getirmek olarak
özetlenebilir. Ancak şu anda 2001 programının çok uzağında olduğumuz gibi 1980’in,
hatta 1961’in kazanımlarının bir kısmını kaybetmiş durumdayız. 1961’deki
kazanımımız ülkenin kaynak sorunlarına teknik çözümler üretme becerisi oluşturmaktı.
1980’deki kazanımlarımız serbest piyasa ekonomisine geçmek, ithalatı azaltmak
yerine ihracatı artırmaya odaklanmak, ve Türk lirasının yapay olarak değerli tutulması
uygulamasına son vermekti. 2001’deki kazanımlarımız ise serbest kur, denk
bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu, sağlam bankalar ve bağımsız ve yetkin
düzenleyici kurumlardı. Bu ikinci yoldan gitmek için, yani temel sorunumuzu
çözmeden, ama krize sebep olmasına mani olarak yaşamak için, öncelikle eski
kazanımlarımızın hepsini yerine koymamız, ardından da ekonomi politikaları
alanında ülkemizde ve dünyada son 20 yılda edinilen tecrübeleri dikkate alarak
2001 programının daha gelişmiş bir versiyonunu hazırlamamız gerekiyor.
Üçüncü yol ise uzun süreli hızlı büyümeyi cari açık vermeden
başarmak için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek. Üçüncü yola varabilmek
için öncelikle ikinci yolun çoğunu yürümemiz lazım, zira istikrarsız bir
ekonomide kalkınma politikası tasarlanamaz. Bir milli kalkınma seferberliğine ancak
istikrar sağlandıktan sonra girişilebilir. Böyle bir seferberliğin insan
kaynakları, sermaye birikimi, devlette yeniden yapılanma, piyasa tasarımı ve uluslararası
ilişkilere yönelik planları olması gerekir. En az on yıl, belki bir nesil
alacak; hem siyasi, hem ekonomik, hem de sosyal/kültürel maliyetleri olan bir
süreçten bahsediyoruz - yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi olabilmek için
yapılması gereken fedakarlıklar, ödenmesi gereken bedeller var.
Önce ekonomik istikrar
Önce ekonomik istikrarı nasıl sağlayacağımızdan başlayalım:
ciddi bir istikrar programı dış denge, kamu bütçesi, tasarruf sistemi, enflasyon
ve işsizlik boyutlarını içermek zorundadır.
Dış dengenin
sağlanması için birincil araç kur rejimidir. 2001’den sonra 15 yıl süreyle
başarıyla uyguladığımız serbest kur rejimine dönmemiz gerekiyor. Devlet elbette
ki bazı dönemlerde döviz alım satımı yaparak kura müdahale edebilir, ama döviz kurunu
temel bir ekonomi politikası aracı olarak kullanmak sakıncalıdır.
Serbest kura dönebilmek için bizi serbest kurdan korkutan
meseleleri çözmemiz gerekiyor. Kur artışının kamu ve özel sektör bilançoları
üzerindeki etkisi haklı bir endişe kaynağı. Bu endişeleri gidermek için hem bazı
ilkesel kararlar, hem de bazı teknik çözümler gerekiyor: Devlet döviz ile uzun
vadeli taahhüt vermemeli, yurt içinde döviz borçlanmamalı. Özel sektörün
ihracat ile ilgili işlemler dışında Türk bankalarından döviz borçlanmasına izin
verilmemeli. Devlet ve özel sektörün yurt dışından TL borçlanabilmesi için
TL’nin konvertibilitesi korunmalı. Türk bankalarının yurt dışına döviz plase
edip karşılığında uzun vadeli TL kredi kullanmasına imkan veren swap kanalı tekrar
açılmalı.
Bütçe dengesi her
zaman olduğu gibi çok önemli. Bu konuda 2001’e göre çok daha rahatız – büyük
bir faiz dışı fazlaya gerek yok, faiz dışı açığı ortadan kaldırmak yeterli. Fakat
bunun için devletin son yıllarda artan kontrolsüz harcamalarını durdurmak
gerekiyor. İdarede harcama disiplininin sağlanması, TBMM’nin denetim
fonksiyonunun çalıştırılması ve denetimi yapacak bürokratik kurumlara fırsat
verilmesi halinde bu hedefe hızla varılabilir. Bütçede disiplin sağlandıktan
sonra önümüze bir fırsat penceresi açılacak. 2007-2008 krizinden tüm dünyada
önemli tecrübeler kazanıldı - eğer dış denge problemi yaşanmıyorsa, talep
azlığı çeken bir ekonomide kamunun hareket alanı çok yüksek. Şayet Türkiye
dolarizasyonu azaltıp serbest kur ile yaşayabilir hale gelirse, bütçede
disiplini de sağlarsa vatandaşlık maaşı gibi uygulamaları deneme fırsatı bile doğabilir.
Tasarruf açığı her
zaman olduğu gibi en büyük sorunlarımızdan biri. Bu konuda daha önce dikkate
almadığımız bir gerçekle yüzleşmemiz lazım – tasarrufun getirisi arttıkça
tasarruf zaten doğal olarak artar. Bu konuda Doğu Asya ülkelerinden alınacak önemli
dersler var. Yatırım yapanlara destek olmak adına tasarruf edenlere yük
bindirme yöntemi kısa vadede çalışır ama uzun vadede çalışmaz. Tasarruf edenlere
yaptıkları fedakarlığın bedelinin ödenmesi şart. Eğer TL cinsiden tasarruflara
dayalı bir sistem oluşturacaksak TL mevduata enflasyonun üzerinde bir getiri
sağlamalıyız. Ayrıca Türkiye’deki hisse senedi piyasalarını da yatırımcıları, şirket
kurucu ve yöneticilerine karşı koruyacak şekilde düzenlemeliyiz.
İçeride tasarruf oranını artırmanın yanında yurt dışı
tasarruflardan azami oranda faydalanmamız gerekiyor. Özellikle bugünkü gibi bir
küresel para bolluğunun Türkiye’de hem devlet, hem de özel sektör için ucuz
finansman fırsatına dönüştürülmesi mümkün. Güvenilir bir ekonomi politikası ve
yüksek yerli tasarruf olursa, dolar cinsinden dış kaynağın maliyeti de kendi
kendine düşecektir.
Sağlam banka
bilançolarının önemini 2001’de çok iyi öğrenmiştik. Özel sektörde bu alandaki
disiplin hala devam ediyor – bu nedenle bankacılık sektörünün özel sektör
kanadı için ufak tefek teknik düzenlemeler yeterli olacaktır. Ancak kamu
bankalarının para politikası ve döviz piyasalarına müdahale aracı olarak
kullanılmasına ivedi olarak son vermek gerekiyor. Devletin reel ekonomiyi kollama
görevi çok önemli. Ancak bankacılığı kar
edilemez bir sektör haline getirmenin reel ekonomiye destek olacağı gibi bir
yanılsamaya düşmemek lazım.
Bankacılık sektöründe en büyük yapısal sorun yurt içi döviz
kredileri. Yurt içi döviz mevduatını serbest bırakmak, yurt içi döviz kredilerini
serbest bırakmayı gerektirmez. Yurt içi döviz mevduatı, döviz talebinin hemen
yurt dışına kaynak transferine dönüşmemesi için çok faydalı bir araç. Ancak ihracatla
ilgili olmayan yurt içi döviz kredisi uzun vadede ekonomi üzerinde büyük bir risk
oluşturuyor. Sistemdeki dolarizasyon bıçak gibi kesilemez, ancak yurt içi döviz
kredilerini azaltmak için devlet destekli kapsamlı bir plan yapılabilir.
Bankaların döviz mevduatı ile döviz kredileri arasında oluşacak farkın bir
kısmı yabancı bankalarla swap, bir kısmı da merkez bankasıyla swap yoluyla kapatılabilir.
Her iki kanalın tasarımında da bankalara uzun vadeli TL kaynak sağlanması hedefine
öncelik verilmeli.
Enflasyonla mücadele
konusunda fanatik olmaya gerek yok, enflasyonu düşürmek her zaman öncelikli bir
hedef olmayabilir. Ancak kamuoyuna açıklanan yüzde 5’lik enflasyon hedefini on
yıl üst üste tutturamamanın güven veren bir tablo olmadığı da aşikar. Bütçe
açığı ve dolarizasyon kontrol altına alınıp kısa vadeli TL reel faiz de sıfırın
üzerinde tutulursa enflasyon zaten istisnai bir şok olmadıkça tek haneli rakamlarda
kalacaktır. Tek haneli rakamlar süreklilik kazandıktan sonra, yüzde 3-5
aralığına indirmek için gayret gösterip göstermemek tartışılabilir.
İşsizlik öteden
beri Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biri. İşsizliğin iki temel
sebebi var: birincisi insan kaynağı kalitesi, ikincisi de iş kurma ve yürütme
zorluğu. Bu cephede kısa vadeli bir çözüm maalesef yok. Bir yandan istihdamı yüksek
maliyetli hale getiren politikaların düzeltilmesi, diğer yandan da eğitim,
sağlık, çevre gibi emek yoğun sektörlerde iş gücünün yetkinliği artırılarak istihdam
edilmesini sağlayacak kamu projelerine ihtiyaç var. Bütçede 2001 sonrası gibi bir
rahatlama sağlanabilirse bunu öncelikle işsizlikle mücadelede kullanmak
gerekiyor.
Kalkınma stratejisinin tasarlanması
Yukarıda saydığımız adımlarla ekonomide istikrarı
sağladıktan sonra, kapsamlı bir kalkınma planı hazırlama aşamasına geçebiliriz.
Hızlı kalkınmanın temeli katma değerli üretim ve verimlilik artışıdır. Bunun
için sabit bir politika listesi yeterli olmayacaktır. Her alanda, her
politikanın sürekli olarak hedeflere yönelik güncellenmesi şart.
Gerçekçi ve iddialı bir kalkınma programını dört temel ilke
etrafında inşa edebiliriz:
1. Ekonominin her alanında başarısızlığın değil, başarının ödüllendirilmesi;
2. Devletin tüm toplumun menfaati için çalışması, fırsatların toplum geneline yayılması;
3. Türkiye’nin Dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynayacağına karar verilmesi;
4. Devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması.
Net ve anlaşılır temel ilkeler kilit öneme sahip. Temel
ilkeler sayesinde hem her kademedeki kamu görevlisi ne yapacağını yukarıdan emir
almadan kestirebilir, hem de çeşitli politika alternatifleri çatıştığında karar
vermek için başvurulacak kriterler net olur.
Temel ilkeleri uygularken hayalci değil gerçekçi olmak şart.
Her ülke gibi Türkiye’nin de bazı demografik ve kültürel kısıtları var; bunları
“toplumun DNA’sı” da diyebiliriz. Bunları göz ardı ederek yapılan politikalar
başarılı olamaz. Bu nedenle toplumun DNA’sını da ilkeleri tamamlayıcı bir unsur
olarak her zaman dikkate almak gerekiyor.
Toplumsal DNA’mızın en önemli unsuru şu: Türkiye bazı batı
toplumları gibi “her koyun kendi bacağından asılır” görüşünün hakim olduğu bir
ülke değil. Toplumun büyük çoğunluğu devletin kendisine bir nevi ana/baba
olmasını bekliyor. Ekonomide katma değeri artırmak ve verimliliğı sağlamak için
rekabet şart, ama vatandaşlara minimum ekonomik güvenceyi de devletin sağlamasına
ihtiyaç var. Bu nedenle Türkiye’de sosyal devletin geniş olması ve iyi
çalışması, ancak maliyeti imkanlar dahilinde tutmak için etkin ve verimli hale
getirilmesi gerekiyor.
Toplumsal DNA’mızın çok olumlu iki unsuru da var: hedef
belli olunca birlikte yürüyebilen, kriz anlarında siyasi iradenin etrafında
kenetlenen bir toplumuz. Aynı zamanda pratik ve esnek insanların çoğunlukta
olduğu bir toplumuz. Doğal kaynakları zengin bir ülke değiliz, insan kaynağı kalitemizi
de ciddi oranda artırmamız lazım, ama kollektif hareket edebilme kapasitemiz ve
esnekliğimiz eksikliklerimizi telafi etmek için bize güç veriyor.
Kısıtlar ve toplumsal DNA hakkındaki notumuzu kayda geçirdikten
sonra önerdiğimiz dört temel ilkeyi teker teker detaylandırabiliriz.
Birinci ilkemiz
başarısızlık yerine başarıyı ödüllendirmek. Başarısızlığı ödüllendirmek maalesef
Türkiye’de çok yaygın bir alışkanlık - ana/baba devlet anlayışının bir yan
etkisi olması muhtemel. Bu sorunu aşmak için kamu politikalarında şirketler ve
bireylerin yerini dikkatle tanımlamak gerekiyor. Sosyal devlet, şirketlere yönelik
bir ilke değildir, olmamalıdır. Devlet çeşitli sebeplerle başarısız olan,
sıkıntıya düşen vatandaşlarına her zaman destek olmalıdır. Ancak başarısız olan
şirketleri ayakta tutmak değil, yok olmalarına fırsat verip yerine yenilerinin
geçmesini sağlamak gerekir. Bu noktada en vurucu örneği ihracat alanından
verebiliriz: ihracatı teşvik etmek elbette bir ihtiyaç. Ama ihracat desteğini
bir şirketin karlı olarak satamadığı malını devletin hazineden para ödeyerek karsız
olarak satmasına imkan sağlaması olarak uygulamamalıyız. Bunun yerine dünya
çapında rekabet edebilenlere daha da hızlı büyümeleri için destek olmalı, rekabetçiliğe
çok yaklaşanları çizginin ötesine itmeye çalışmalı, başarısız olduğu belli
olanları da yoldan çekip yenilerin önünü açmalıyız.
İkinci ilkemiz
devletin toplumun tümünün menfaati için çalışması, fırsatların genele yayılması.
Bu ilke uzun vadede hangi ülkelerin hızlı gelişerek rakiplerini geride
bıraktığının en temel belirleyicisi. Bunun sebepleri ve işleyiş mekaniği için
önde gelen iktisatçımız Daron Acemoğlu’nun James Robinson ile birlikte yazdığı
kitapları tavsiye ederim.
Türkiye’de devletin toplumun tümü için değil sadece küçük
bir bölümü için çalıştığı örnekler maalesef çok fazla. Ama bu konuda en büyük
tarihsel yanlış şehirleşme rantının paylaşım düzenlemesi oldu. Şehirleşme rantı
tüm vatandaşların katkısıyla ortaya çıkan bir değer. Bu nedenle toplumun geneli
tarafından adil bir şekilde bölüşülmesi gerekir. Ancak bu alanda Türkiye öteden
beri kurallara uymayanları ödüllendirdi. Kaçak yapılaşma şehirleşme rantının
kapanın elinde kalmasına yol açtı, halbuki adil dağıtılarak bireylere, ya da
dağıtılmayarak kamuya büyük bir kaynak sağlanabilirdi.
Geçmişteki diğer önemli yanlışlar olarak tüm vatandaşları
kapsayan bir eğitim seferberliği yapılmaması, kadınların işgücüne katılımının
artırılması için hiçbir çaba gösterilmemesi ve kayda değer bir toprak reformu
yapılmamış olması eklenebilir. Doğu Asya’da hızlı büyümeyi sağlamış ülkelerin
ortak noktasının kapitalist veya komünist bir sistemi tercih etmelerinden
bağımsız olarak eğitim seferberliği ve toprak reformu olması özellikle dikkate
değer.
Üçüncü ilkemiz dünya
ekonomisinde oynayacağımız rol konusunda net olmak. Doğu Asya ülkeleri gibi
sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız? Hindistan gibi outsourcing ve
hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu Avrupa ülkeleri gibi AB
ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz? İngiltere gibi dünyanın
dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail gibi az sayıda
sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik merkezi mi olacağız?
Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak kaliteli insan kaynağı
için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız?
Doğu Asya ve Hindistan modelleri Türkiye için gerçekçi değil,
zira düşük katma değerli işleri rekabetçi olarak yapabilecek insan kaynağına
sahip değiliz. Ayrıca son yıllardaki siyasi ve teknolojik gelişmeler dünya
genelindeki outsourcing trendinin büyük ihtimalle sona erdiğini gösteriyor. AB
ile Doğu Avrupa kadar entegrasyon da gerçekçi değil. İngiltere modeli için devletimizin
kafa yapısı, İsrail modeli için de mevcut insan kaynağımız müsait değil.
Türkiye’nin bütün bu alternatiflerin ötesinde istisnai bir
rekabet avantajı var. Etrafımız çeşitli ideolojik veya kültürel saplantıları
olan, vatandaşlarına hizmet etme odaklı olmayan ülkelerle dolu. Bu durum bir
tehdit olarak da algılanabilir; ayağını yere sağlam basan bir Türkiye için büyük
bir fırsata da dönüştürülebilir. Türkiye bölgesinde bir istikrar ve normallik
adası olmayı kalkınma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak
benimseyebilir. Bu strateji kaliteli insan kaynağını çekmek, sermayeyi
cezbetmek, tedarik zincirlerinin merkezine yerleşmek, uluslararası şirketler ve
kamu kurumlarının bölgesel merkezi olmak gibi unsurlardan oluşabilir. Bir finans
merkezi olmak için kaynaklarımız ve kafa yapımız uygun olmayabilir, ancak
bölgenin en yaşanacak ülkesi olmak için hiçbir eksiğimiz yok.
Son ilkemiz de
devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması. Türkiye dış
tehditlerden de, iç tehditlerden de fazla endişe etmeyecek kadar güçlü bir
ülke. Bu nedenle güvenlik talebinin dozunu kaçırmamakta fayda var. Devlet
yönetiminde jeopolitik ve ideolojik öncelikler ile vatandaşları hamur gibi
yoğurmaya çabalarının Türkiye’nin maddi ve insani kalkınma hedeflerine ulaşmasını
yavaşlattığını artık kabul etmemiz lazım.
Kalkınma odaklılık bir perspektif, zihniyet meselesi. Böyle bir değişim yarım yamalak yapılamaz - eski zihniyetimizi değiştirmeden bir takım teknik düzenlemelerle hızlı kalkınmak mümkün değil. Almanya’dan Güney Kore’ye, İtalya’dan Japonya’ya, Singapur’dan Şili’ye başarılı kalkınma hamlelerinin hepsinin temelinde bu zihniyet değişikliği yatıyor. “Ama Türkiye farklı, bölgemiz farklı” gibi bahanelere sığınmaya gerek yok. Bu zihniyet değişimini Kuzey Kore gibi çok tehlikeli bir komşusu olan Güney Kore başarmışsa biz de başarabiliriz.
Güvenlik yerine kalkınma odaklı olsaydık neyi farklı
yapardık sorusuna bir dış politika, bir de iç politika örneği ile cevap
verebiliriz. Dış politikada kalkınma odaklı olsaydık Suriye stratejimizin önceliği
rejim değişikliği yerine ihracatımızı artırmak, kaliteli insan kaynağını ülkemize
çekmek, Suriyeliler arasında Türkçeyi yaygınlaştırmak, tedarik zincirlerini
uzatmak olurdu. Aslında son 10 yıldaki Suriye politikamız gelecekte ne yapmamamız
gerektiğinin çok net bir şekilde gösterdi diyebiliriz. Yurt içinde ise en büyük
zaafımız eğitim politikalarımızın nesillerdir kalkınma değil güvenlik odaklı
olması. İnsan kaynağı açısından İspanya ve Güney Kore gibi benzer ülkelerin çok
gerisinde kalmamızın temel nedeni bu. Eğer eğitim politikamız “makbul vatandaş”
yetiştirmek yerine kendi ayakları üzerinde durabilen ve toplum için katma değer
yaratabilen vatandaş yetiştirmek olsaydı bugün çok farklı bir yerde
olabilirdik.
Devletin öngörülebilir ve güvenilir olmasına gelince – bu
tercih doğal olarak devleti yönetenlerin hareket alanını daraltır. Ancak
devleti yönetenler açısından bu fedakarlığın çok büyük bir getirisi vardır. Öngörülebilirlik
ve güvenilirlik sayesinde uzun vadede vatandaşlar uzun vadede devletle kader
birliği yapar, belirlenen politikalara göre pozisyon alırlar. Öngörülebilir ve
güvenilir olmayan ülkelerde ise vatandaşlar enerjilerinin çok önemli bir
bölümünü devletin attığı adımların etkisini bertaraf etmek için harcarlar, bu
da ülke çapında çok büyük bir kaynak israfına neden olur.
Bu yazımda bir kalkınma seferberliğinin temel ilkelerinin
neler olabileceğini irdeledim. Takip eden yazılarımda ekonominin çeşitli
alanlarında bu temel ilkelere dayalı ve tutarlı politika önerileri sunmaya
çalışacağım. Bu politikaları ana başlıklar halinde özetlemek gerekirse:
- Örgün eğitim, yaygın eğitim, istihdam, göç ve sosyal güvenlik politikalarını içeren bir insan kaynakları seferberliği;
- Bankacılık, emeklilik sistemi, sermaye piyasaları, bütçe ve vergi politikalarını içeren bir tasarruf sistemi reformu;
- Piyasaların adil ve rekabetçi şekilde çalışması ve girişimcilerin kolay iş yapabilmesi için gerekli teknik düzenlemeler;
- Yargıda ve idarenin bünyesindeki düzenleyici kurumlarda nitelikli ve konu bazında uzmanlık sahibi yüksek kadrolar yetiştirilerek devletin ekonominin işleyişine yabancı olmaktan çıkartılması;
- Vatandaşların ortak menfaatlerini ilgilendiren kararların mümkün olan en yerel kademede alınarak kamusal alanın etkinlik ve verimliliğinin artırılması;
- Kamu hizmetlerinin veriliş tarzının kökten değiştirilmesi, eğitim, sağlık, iskan, ulaşım ve benzeri kamu hizmetlerinde kamu desteğinin üreticiye değil tüketiciye verilmesi.