Yılbaşı insanlığın en eski iki bayramından biridir (öteki de Nevruz / Bahar Bayramı).
Kutlama nedeni günlerin tekrar uzamaya başlamasıdır. İnsanlar günler kısala kısala yok olmadığı için neye/kime inanıyorlarsa O Yüce Varlığa şükrederler. Yeniden doğuşu, hayata yeni bir başlangıcı kutlarlar.
Bu bayram belki 20 bin, belki 50 bin yıldır kutlanıyor. Ne herhangi bir yörenin kültürüyle, ne Hıristiyanlıkla, ne de Müslümanlıkla ilgisi yoktur - tüm insanlığın kadim ortak mirasıdır.
Hıristiyanların Noel'i Yılbaşı'na yakın bir tarihte kutlamaları derin bir anlamı olmayan bir tercihtir - Hz.İsa'nın esasen bilinmeyen doğum tarihi "kolaylık olsun" diye zaten on binlerce yıldır dünyanın yeniden doğuşunun kutladığı bayrama denk getirilmiştir.
Hal bu iken Yılbaşı'nda kutlama yapmanın İslam dininde caiz olup olmadığını tartışmak hem aklımıza, hem kültürümüze, hem de geleneklerimize hakarettir. Böyle tartışmaların İslam felsefesi açısından neden abes olduğunu merak edenler Gazali'nin başyapıtı Tahafut'un önsözünü okuyabilirler. Özellikle aşağıdaki cümlelerin yer aldığı bölümün altını çizebiliriz:
"Tutarsız destekçiler Din'e saldırgan ama tutarlı düşmanlardan daha çok zarar verirler. Çünkü atasözünün belirttiği gibi, akıllı bir düşman cahil bir dosttan daha kıymetlidir."
Takvim konusunda bu kadar hassas olacaksak işe birkaç yıl önce bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tamamen keyfi bir kararla güneş takviminin Nisan ayına nakledilen "Kutlu Doğum Haftası" organizasyonunu ait olduğu yere, yani yüzyıllardır ay takvimine göre kutlandığı Mevlid Kandili'nin haftasına alarak başlayabiliriz.
Yeni yılınız kutlu olsun!
Tuesday, 30 December 2014
Monday, 29 December 2014
Osmanlı tarihinden bahsederken mitolojiden bilimselliğe terfi edelim – I.bölüm: Küresel ve bölgesel konjonktür
Son zamanlarda Osmanlı tarihinden bahsetmek moda oldu. Tarihimize
sahip çıkmak, onu daha iyi öğrenmek, daha iyi anlamak ve güncel siyasete de
dokunan çıkarımlar yapmak güzel. Ancak bunu yaparken orta öğretim müfredatımızın
“mitolojik” yaklaşımından daha gerçekçi ve bilimsel bir yönteme geçmek şart.
Türkiye’deki orta öğretim müfredatında tarih genelde “kulağa
hoş gelen hikayeler manzumesi” olarak anlatılır. Tarih anlatımı dünyanın her
yerinde bu şekilde başlamıştır, ancak son üç yüz yılda adım adım hem sağlam ve
tutarlı bir metodoloji kazanmış, hem de diğer sosyal bilimlerle bütünleşmiştir.
Türkiye’de akademik kulvarda dünya standardında çalışmalar üretiliyor, büyük
üstat Prof. Halil İnalcık başta olmak üzere gurur duyulacak pek çok tarihçimiz
var. Ancak bu çalışmaların orta öğretim müfredatında ve popüler kültürdeki
izdüşümü henüz çok zayıf.
Son dört yıldır siyaset bilimi alanında doktora yapıyorum. Çalışma
alanlarımın biri Osmanlı devleti. Kendi çalışmalarım sırasında tarih alanında
dikkatimi çeken yeni perspektifleri paylaşmak istiyorum.
Gözlemlerimi üç farklı açıdan yapacağım: Osmanlı’daki siyasi
gelişmelerin dönemin bölge ve dünya konjonktürü içinde anlamlandırılması,
Osmanlı devlet yapısının ekonomik ve sosyal boyutlarıyla daha kapsamlı olarak
incelenmesi ve İslam geleneğinin Osmanlı’daki yansımaları.
Bu yazımda Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin küresel
ve bölgesel konjonktürü içinde anlamlandırılmasına dayanan 10 maddeyi en
yakından en eskiye doğru giderek paylaşacağım. Diğer iki perspektiften 10’ar
maddeyi de ayrı yazılar olarak sunacağım.
1. Padişah Vahdettin ile Milli Mücadeleciler
arasındaki ihtilafın “derin” sebebi I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra
uluslararası konjonktürün nasıl kullanılacağı tartışmasıydı. Vahdettin hem Osmanlı
Padişahı, hem de tüm Sünni Müslümanların halifesiydi. Osmanlı devleti savaşta
yenilmiş olsa da İslam halifeliğinin önemi azalmamıştı. İngiliz
imparatorluğunun kontrolü altında bir İslam halifesine hayat hakkı vardı. Ancak
bu planda Osmanlı ordusuna ve bürokratik elitine fazla yer yoktu. Türkiye,
Hindistan ya da Irak gibi sömürge statüsüne girerken Osmanlı hanedanı çok
itibarlı bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Vahdettin’in kendilerini bu
şekilde “feda edebileceğini” fark eden Osmanlı asker ve sivil eliti için tek
çare daha küçük ama bağımsız bir devletti. Milli Mücadeleciler iki trendi doğru
okudular: Anadolu halkının menfaatleri Padişah’tan ziyade kendilerininkine daha
yakındı, öte yandan savaşın galiplerinde Anadolu’yu kontrol altında tutmak için
büyük bir irade ve kaynak kalmamıştı. İç ve dış konjoktürü bu şekilde doğru
teşhis eden bu grup Anadolu’nun kıt kaynaklarını mobilize ederek hem Padişah’a
hem de işgalcilere karşı etkin bir karşı hamle yapabildiler.
2. Balkan Savaşı’nı tetikleyen olay 1911’deki büyük
Arnavut ayaklanmasıdır. Osmanlı devleti bu ayaklanmada bugünkü Kosova,
Arnavutluk ve Makedonya topraklarının büyük bölümünde kontrolü kaybetti. Ayaklanma
ancak siyancıların hemen hemen tüm istekleri kabul edilerek sonlandırılabildi. Sırbistan
ve Bulgaristan Rumeli topraklarını savaşla almaya uzun zamandır niyetliydi, ama
Osmanlı’nın zayıflamasını bekliyorlardı. Arnavut ayaklanmasında Osmanlı’nın
zayıf performans onları saldırı zamanının geldiğine ikna etti.
3. 1808’de III. Selim’in tahttan indirilmesi olayı
sadece ülke içindeki reform dinamikleri ile açıklanamaz. 1806’da Avrupa’da
büyük Austerlitz savaşı yaşandı, Napolyon liderliğindeki Fransa birleşik
Avusturya ve Rusya ordularını perişan etti. Bunu fırsat bilen Osmanlı devleti
Rusya’ya savaş ilan etti. Ancak Austerlitz yenilgisinin ardından dahi Osmanlı
ordusu Ruslara diş geçiremedi. Daha sonra Napolyon’un Rusya seferinde Rus
ordularının başarılı savunmasına komuta ederek tarihe geçecek olan general
Kutusov Osmanlı-Rus savaşında başarılı bir yönetim gösterdi. Padişah III. Selim
yenilgiden Yeniçeri’leri sorumlu tutarken Yeniçeriler kıt kaynaklarla savaşa
girilmesine tepki gösterdiler. Kabakçı Mustafa ayaklanması ve III. Selim’in
tahttan indirilmesine giden süreç böyle başladı.
4. Almanya/Avusturya ile 80 yıl ciddi bir çatışma
olmamışken 1683 yılında neden II. Viyana kuşatması gibi iddialı bir sefere
kalkışıldı? Bu hamleyi o dönemdeki Orta ve Batı Avrupa güç dengesini
incelemeden anlayamayız. 1680’ler Fransa kralı XIV. Louis’nin en saldırgan
olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı-Fransa ilişkileri yakın ve güçlüdür. XIV. Louis’nin
hedefi Fransa krallığına ek olarak Kutsal Roma İmparatoru (Almanya ve Kuzey
İtalya’yı kapsayan federatif devletin seçimle belirlenen lideri) olarak
seçilmek ve Avrupa kıtasının tartışmasız hakimi olmaktı. Habsburg’lar Viyana’yı
kaybederlerse yaşayacakları güç ve itibar kaybıyla imparatorluk ünvanını
onların elinden alabilecek, Habsburg’lar Viyana için ondan yardım isterse de
imparatorluk ünvanı üzerine pazarlık edebilecekti. Ancak Habsburg’lar çetin
ceviz çıktı, küçük Alman devletlerini büyük ölçüde kendi yanlarında savaşa
sokabildiler. Doğu cephesinde Osmanlı’ya karşı Polonya, Rusya ve Venedik ile
ittifak yaparken batı cephesinde Fransa’ya karşı Hollanda, İspanya, İsveç ve
Savoy’la ittifak yaptılar. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1683-1699 büyük
güneydoğu Avrupa savaşı ile “Augsburg Birliği” savaşı olarak adlandırılan
1688-1697 büyük kuzeybatı Avrupa savaşı eş zamanlı olarak yapılmıştır. Habsburg
Avusturya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı Osmanlı ve Fransa’ya karşı birleştirerek
her iki savaştan da galip ayrılmıştır.
5. Osmanlı devleti modernleşmede geç kalmış
değildir. Aksine Avrupa modernleşmesinin ilk örneği sayılabilir. Modern devlet
tanımı içinde yer alan pek çok kavram Osmanlı’da Avrupa’dan bir, hatta iki yüz
yıl önce ortaya çıkmıştır: merkezi ve maaşlı ordu (14.yüzyıl), feodalitenin
tasfiyesi (14. ve 15.yüzyıllar), yargının merkezileştirilmesi (15.yüzyıl),
devletin öğretim kurumları kurması (15.yüzyıl), devletin dini kurumları kontrol
altına alarak siyasi amaçlar için etkin şekilde kullanması (15.yüzyıl), tüm
icranın başı olan bir başbakanlık makamı (16.yüzyıl). Fatih Sultan Mehmet,
kendisine benzer icraatları olan I. Francois (Fransa), VIII. Henry (İngiltere),
V. Charles (“Şarlken”, Kutsal Roma İmparatorluğu / Almanya) ve II. Philip
(İspanya) gibi hükümdarlardan yarım ila bir yüz yıl öncedir.
6. Osmanlı’nın Mısır’ı fethi ile İspanya’nın
Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek topraklarını fethi aynı tarihlerde, çok
benzer amaçlarla gerçekleşmiştir. Aradaki farklar fatihlerin niyetlerinden
değil fethedilen ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarından kaynaklanır. Her iki
örnekte de çok büyük ekonomik değeri olan bölgeler gelir amaçlı olarak
zaptedilmiştir. Osmanlı’lar teknoloji ve organizasyon olarak kendilerine yakın
seviyede ve kendileriyle büyük ölçüde aynı kültürü paylaşan bir ülkeyi
fethettikleri için fethedilen ülkede büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamıştır.
İspanyollar ise teknolojik olarak daha ilkel ve kültür olarak çok farklı
rakiplerle karşılaştıkları için fethettikleri ülkede kendi din ve kültürlerini
yaymıştır. Her iki fetihte de fethedilen zengin topraklar fatihlerin siyasi
sistemine entegre edilmemiş, yerel elitlerin yönetiminde haraca bağlanmıştır.
Osmanlı Memlukları fazla dönüştürmeden kullanmış, İspanyollar ise Aztek ve
İnka’ların vergi sistemlerini tepe noktalara kendi soydaşlarını yerleştirerek
devam ettirmiştir. İlginç bir şekilde Amerika’daki sömürgelerin İspanya’dan
bağımsızlığı Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ile hemen hemen aynı tarihlerde,
19.yüzyıl başında gerçekleşmiştir.
7. Osmanlı yükselme devrinde de Batı Avrupa’ya göre
daha az varlıklı, teknolojide daha geri ve nufus yoğunluğu daha düşüktü.
Osmanlı yöneticilerinin dehası merkezi ve liyakata dayalı bir sistemle kıt
kaynakları başarılı olarak mobilize etmeleridir.
8. Merkezi ve liyakata dayalı çok etkin devlet
mekanizmasının yanında Osmanlı’nın ikinci temel rekabet avantajı yetişmiş insan
kaynağı için yaşanacak en cazip ülke olmasıydı. Avrupa’da, özellikle Katolik
ülkelerde, çoğunluk dinine mensup olmayan bir kişinin sadece siyasette değil, ekonomide
kayda değer bir oyuncu olması imkansızdı. Halbuki Osmanlı irili ufaklı her
türlü azınlığa ticaret alanında yaşama fırsatı tanıyordu. Bu durum 18.yüzyıl
sonlarına kadar sürdü. Bir yandan Fransız devrimi, bir yandan da Habsburg
monarşisinin dini toleransı benimsemesiyle Osmanlı’nın bu büyük rekabet avantajı
ortadan kalktı. 19.yüzyılda Osmanlı’da kapsamlı reformlar yapılmasına rağmen
Balkanlar’ın Hıristiyan halklarının Osmanlı devleti ile kader birliği yapması
sağlanamadı. Rakiplerin de Osmanlı kadar çoğulcu hale geldiği bir ortamda
Balkan halkları daha varlıklı ve güçlü Avrupa devletleriyle gitgide daha
yakınlaşan ilişkiler kurdular.
9. Osmanlı ekonomik düzeninin “iaşeci” yapısının ve
farklı ekonomi felsefesinin peşinen Avrupa’ya göre daha geri olduğu ya da ekonomiye
zarar verdiği söylenemez. Bu konuda en ilginç örnek 18.yüzyılda
Habsburg/Osmanlı sınırında yaşananlardır. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşından
sonra imzalanan anlaşmada her iki devlet aralarındaki ticaretten pay alan kendi
tebalarını karşı tarafa danışmadan istedikleri gibi vergilendirebilecekleri
konusunda uzlaştılar. Avusturyalılar derhal kendi tebalarına vergi koydular,
Osmanlılar ise iaşeci refleksleri çerçevesinde koymadılar. Yeni vergi düzeni
ticarette Osmanlı vatandaşlarının Avusturya vatandaşlarına göre daha yüksek kar
marjlarına sahip olmasına sebep oldu. Ancak Osmanlı vatandaşları içinde
Hıristiyan ve Müslümanlar arasında önemli bir fark vardı: Katolik Avrupa
devletleri Müslüman tüccarların kendi ülkelerinde faaliyet göstermelerine sıcak
bakmıyordu. Bu düzen içinde Osmanlı vatandaşı Sırplar hem Avusturya
vatandaşlarına, hem de Osmanlı vatandaşı Müslümanlara karşı avantaj elde
ettiler ve Tuna boyu ticaretine hakim oldular. 1792 yılında vergi rejiminin
değişmesine kadar Sırbistan’da önemli bir sermaye birikimi oldu. 1804’te
Sırbistan’ın ticaret burjuvasisi önderliğinde özerklik kazanmasının temelinde
bu süreç yatar.
10. Osmanlı’nın “İslam devleti”, “Şeriat rejimi”
olma niteliği esasen demografik değil hukukiydi. 1517/18’de Mısır, Suriye ve
Hicaz’ın fethine kadar Osmanlı devletinde nufusun çoğunluğu Hıristiyandı.
Sonraki dönemlerde de Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri ve Istanbul’da nufusun
yarıya yakını Hıristiyandı. 300 yılı aşkın Osmanlı egemenlik döneminde
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş teşvik edilmemiş, bu nedenle din değiştirme
Balkan toplumunun en üst tabakası dışında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı devletinin
“İslami” niteliği hukuk temelliydi. Modern dönem öncesi hukuk sistemleri
arasında en zengin ve kapsamlı hukuk sistemi Hanefi fıkıhıdır. Bu nedenle hem
büyük devletler, hem de uluslararası ticaret erbabı nezdinde çok tercih edilen bir
sistemdi. Ayrıca Osmanlı’nın feodalizmi tasfiye edip, tüm tarım topraklarını
devlet mülkiyetine alıp, standart büyüklükte toprakları düşük vergi yükü ile
köylülere verme stratejisi Balkanlarda çok olumlu karşılandı. 18.yüzyıla kadar
Hıristiyan teba Osmanlı hukuk, siyaset ve ekonomi rejiminden memnundu, Osmanlı
yönetici sınıfı da nufusun çoğulcu niteliğinden faydalanıyordu. Bu sistem rekabet
avantajı ve popülaritesini Fransız devriminin Avrupa’da tetiklediği topyekun
değişime kadar sürdürebildi.
Saturday, 27 December 2014
Devlet/birey ilişkileri hakkındaki toplumsal refleksimizin bir yansıması olarak Andımız
Amerika Birleşik Devletleri’nde de, Türkiye’de de okul
öğrencileri güne and içerek başlar. Öğrenciliğim döneminde Andımız’ı severek
okumuşumdur.
Türkiye’deki and metni şöyle:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak, yurdumu milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek,
ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey büyük Atatürk;
açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime
ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene!”
Amerika’daki and ise şöyle:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of
America, and to the Republic for which it stands, one nation (under God),
indivisible with liberty and justice for all.”
Tercümesi:
“Amerika Birleşik Devletleri bayrağına ve onun temsil ettiği
cumhuriyete, herkese özgürlük ve adalet sunan, (Allah’ın altında) bölünmez tek
millete bağlılık sözü veririm.”
“Under God” / “Allah’ın altında” ifadesi parantez içinde,
çünkü Amerika’daki dindarlık/laiklik tartışmaları çerçevesinde and metnine bazı
dönemlerde dahil olmuş, bazı dönemlerde dahil olmamış.
İki and arasında dikkat çekici fark şu: Türk andında
bireyler devlete karşılıksız olarak birşeyler veriyor. Halbuki Amerikan andında
devletin herkese özgürlük ve adalet sağlama yükümlülüğünün altı çiziliyor.
Türk andının temel felsefesi “birey var olduğu için devlete ve
topluma karşı yükümlülükleri vardır”. Oysa Amerikan andının felsefesi “devlet
ve toplum bireye özgürlük ve adalet sağladığı için bireyin devlete ve topluma
karşı yükümlülükleri vardır”.
Aradaki fark insan hakları ve demokratikleşme alanlarında
yaşadığımız zorluklarının kaynağını çok net bir şekilde ortaya koyuyor, değil
mi?
Friday, 19 December 2014
2015 genel seçimleri için ittifak senaryoları
2015 genel seçimleri yaklaşırken %10 barajının demokrasiyi
tahrip eden, temel hak ve özgürlüklere aykırı niteliği tekrar gündeme geldi.
Anayasa Mahkemesi bireysel başvurular kapsamında barajın vatandaşlar için bir
hak ihlali oluşturup oluşturmadığını inceliyor.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı vermemesi
durumunda küçük partilerin barajı aşmaya yönelik bir ittifak kurması gündeme
geldi – LDP kamuoyunda isim bilinirliği yüksek bazı isimler ile tüm küçük partilere
seçimlere birlikte katılma teklifi yaptı.
2015 seçimlerinde partiler arası ittifaklar mantıklı mı? Bu
soruyu barajın kalkma ihtimalinden bağımsız olarak çeşitli ittifak
alternatifleri için inceleyelim.
Ülkemizde uygulanmakta olan nisbi temsil sisteminin d’Hont
şekli büyük partiler için avantajlı olduğundan, ittifak yapan herhangi iki
parti ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse birlikte seçime girmek milletvekili
sayısını artırır.
Örneğin, CHP ve MHP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu
gibi seçimlere ortak bir liste ile girse ve partilerin oy dağılımı Akparti %45
– CHP %25 – MHP %17 – HDP’li bağımsız adaylar %8 şeklinde bir
oy dağılımı oluşsa milletvekili dağılımı ittifak öncesinde Akparti 293 CHP 130
MHP 86 HDP 41 şeklinde olacak iken CHP/MHP ittifakı sonrasında sonuç Akparti 282
CHP/MHP 226 HDP 41 şeklinde olur. Yani ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse sırf
sistemden ötürü CHP/MHP ittifakı fazladan 10 milletvekili kazanabilir.
Avrupa’da ittifak örneklerini Fransa ve İtalya’da çok sık
görüyoruz.
Türkiye’de ise geçmişte en başarılı ittifak örneği 1991 seçimlerindeki
RP/MHP/IDP ittifakı oldu. Bu seçimde oyları baraja yakın seyreden RP ile kendi
başlarına barajın altında kalmaları muhtemel olan MHP ve IDP birlikte %19 oy
alarak 450’de 61 milletvekilliği kazanmışlardı. Seçime tek başına giren DSP ise
%11 oyla sadece 7 milletvekilliği kazanabilmişti.
1991’deki SHP/HEP ittifakı büyük bir hayal kırıklığı ile
sonuçlandı. 1995’deki ANAP/BBP, 1999’daki DYP/ATP. 2002’deki DYP/DTP, 2007’deki
CHP/DSP ve 2011 DP/BTP ittifakları ise kayda değer bir etki yaratamadı.
2015’te ittifak için pek çok farklı senaryo düşünülebilir:
- CHP tabanını her yönde genişletmek için hem merkez sağdan, hem de Gezi Parkı direnişinin sosyalist soldan çevrecilere kadar tüm unsurlarından gelecek bağımsız adayları listesine dahil edebilir;
- MHP daha geniş bir sağ koalisyon için DP ve SP ile 1991’i andıran bir ittifak yapabilir;
- 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi çok sayıda muhalefet partisi seçime birlikte girebilir;
- Küçük partiler barajı geçecek bir “beşinci parti” için LDP’nin teklifine benzer bir ittifak oluşturabilir.
Bugün itibarıyla bu senaryoların hiçbiri yüksek bir
gerçekleşme ihtimaline sahip değil. Ancak yine de ittifakların olası etkilerini anlamak
için detaylı olarak inceleyelim.
Referans senaryosu olarak Akparti’nin %45, CHP’nin %25,
MHP’nin %17, SP’nin %3, HDP’li bağımsızların da %8 oy aldığı ve illerdeki
dağılımın 2014 yerel seçimlerine paralel olduğu bir senaryoyu alalım.
Milletvekili dağılımı Akparti 293, CHP 130, MHP 86, HDP 41 şeklinde olur.
CHP’nin listesine hem merkez sağ, hem de Gezi parkı
unsurlarını katarak oylarını %3 artırması, Akparti ve MHP’nin de %1’er oy
kaybetmesi durumunda oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %44 – CHP %28 – MHP %16 – HDP (B) %8 – SP %3
Akparti 284 – CHP 148 – MHP 76 – HDP 42
Bu senaryo altında CHP ilave 18 milletvekili kazanabilir.
MHP’nin DP ve SP ile ittifak yaparak oylarını %6 artırması,
Akparti ve CHP’nin %1’er oy kaybetmesi durumunda ise oy dağılımı ve
milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %44 – CHP %24 – MHP/DP/SP %23 – HDP (B) %8
Akparti 274 – CHP 117 – MHP 119 – HDP 40
MHP/DP/SP ittifakı MHP’ye %6 ilave oy getirmesi halinde 43
fazla milletvekili çıkarır ve Akparti’yi %44 oyla bile salt çoğunluğun altına
itebilir. Bu senaryo 1991 seçimlerinde olduğu gibi sonucu ciddi oranda etkileme
şansına sahip.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi HDP dışındaki
muhalefet partilerinin seçimlere tek listeyle girdiğini varsayalım. Yerel
seçimlerde CHP, MHP, SP, BBP, DP ve DSP’nin büyükşehir belediye meclisleri ve
il genel meclisleri seçimlerindeki toplam oyu %49,3 seviyesindeydi. Bu
partilerin seçmenlerin onda birinin ittifaktan hoşnut kalmayarak Akparti ve
HDP’ye oy verdiğini varsayarsak oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle
olabilir:
Akparti %46 – Muhalefet ittifakı %44 –HDP (B) %9
Akparti 271 – Muhalefet ittifakı 235 – HDP 44
Muhalefet ittifakı katılan partilerin oylarının onda birini
kaybetse dahi 19 fazla milletvekili çıkararak Akparti’yi %46 oyla salt
çoğunluğun altına itebilir.
Son olarak küçük partiler ile kamuoyunda isim bilinirliği
yüksek siyasetçilerin bir araya gelerek barajı geçecek bir “kritik kütle”
yakalaması senaryosunu ele alalım. SP, BBP, DP ve DSP’nin 2014 yerel
seçimlerinde aldığı toplam oy %6 civarındaydı. Ortak listenin Akparti, CHP ve
MHP’den %1,5’ar oy alıp %10,5 ile barajı geçmesi halinde oy dağılımı ve
milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %43 – CHP %23 – MHP %15 – HDP (B) %8 – Ortak liste
%10,5
Akparti 283 – CHP 120 – MHP 68 – HDP 41 – Ortak liste 38
Ortak listenin %7,5 seviyesinde kalarak barajı geçememesi
durumunda ise:
Akparti %44 – CHP %24 – MHP %16 – HDP (B) %8 – Ortak liste %7,5
Akparti 299 – CHP 128 – MHP 80 – HDP 43
Birbirinden çok farklı partiler nasıl ortak bir liste
çıkarabilir? Bu noktada açık önseçim sistemi çok faydalı olabilir.
Seçimli pozisyonlar için gösterilecek adayların parti üst yönetimi,
parti teşkilatı ya da parti üyeleri yerine doğrudan seçmenler tarafından
belirlendiği sistemlere “açık önseçim” denir. Açık önseçim 1960’lı yıllarda
ABD’de uygulanmaya başlayan, son 10 yılda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşan bir
sistemdir.
ABD’de 50 eyaletin tamamında her iki parti bu sistemi
uygulamaktadır. Avrupa’da şu ana kadarki en büyük açık önseçim 2012
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Fransa Sosyalist Partisi tarafından
yapılmıştır. Fransa Sosyalist Partisi
üyelerinin doğrudan oy kullanabildiği bu önseçimde Sosyalist Parti üyesi
olmayan seçmenler de partiye en az 1 Euro bağış yapmak ve “Fransa solunun temel
ilkeleri” başlıklı bir cümlelik bir metni imzalamak şartıyla oy
kullanabilmiştir. Francois Hollande, birinci turda 2.7 milyon, ikinci turda ise
2.9 milyon seçmenin oy kullandığı bir süreçle Sosyalist Parti Cumhurbaşkanı
adayı olarak seçilmiştir.
Açık önseçim son yıllarda İtalya ve Yunanistan’daki sol
partiler tarafından da benimsenmiştir. Yeşiller Partisi sistemi Avrupa çapında
uygulama kararı almıştır. Britanya Muhafazakar Partisi de açık önseçim
uygulamasını tartışmaktadır. Dünyanın diğer bölgelerinden de Şili ve Güney Kore
örnekleri verilebilir. İtalya’daki 5 Yıldız Hareketi daha da ileri giderek
elektronik bir seçimle belirlenmiş, mevcut partiler dışında bir sistem
geliştirmiştir.
Türkiye’deki mevcut siyasi partiler kanunu açık önseçimi
zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklar Fransa Sosyalist Partisi’nin kullandığına
benzer bir süreçle aşılabilir.
İttifaka katılan siyasi partiler arasından seçime girme
hakkına sahip bir parti “çatı partisi” olarak belirlenir. Bu parti adaylarını
hukuki olarak (siyasi partiler kanunu altında) merkez yoklaması ile belirler. Parti
yönetimi, aday listesini milli açık önseçim projesinin sonuçlarına göre
belirlemek için karar alır ve bunu duyurur. Sürece siyasi partiler dışında
sivil toplum örgütleri ve siyasette aktif rol almak isteyen bireyler de davet
edilir.
Süreci yönetmek için katılan tüm partiler ve destekleyen
sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri arasından bir koordinasyon kurulu seçilir.
Koordinasyon kurulu aday adaylığı için kriterleri belirler, kriterlere uyan
adaylar arasında önseçim sürecini yürütür ve sonuçları ilan eder. Süreç
tamamlandığına açık önseçim ile oluşan liste çatı partinin yönetimi tarafından YSK’ya
bildirilir.
Bu sayede hem çeşitli partilere mensup siyasetçiler arasındaki
yarışma tüm seçmenlerin katılımıyla yapılarak genel seçim kampanyası öncesinde
bir “prova” yapılmış olur.
Açık önseçim bahsettiğimiz üçüncü ve dördüncü senaryolarda,
yani tüm muhalefet partilerinin ortak bir liste oluşturması veya barajı kendi
başlarına geçme şansı olmayan küçük partilerin bir araya gelmesi durumunda
listelerin oluşturulma sürecini kolaylaştırabilir.
Alternatif olarak, listelerin belli bir yüzdesinin ittifaka
katılan partilerin organları tarafından, kalan kısmının açık önseçimle
belirlenmesi düşünülebilir.
Hangi partiler arasında yapılırsa yapılsın seçim ittifakı
kolay bir süreç değil. Bu nedenle 2015 genel seçimlerinde kayda değer bir
ittifak oluşturulması şu an itibarıyla yüksek bir ihtimal olarak görünmüyor.
Ancak Anayasa Mahkemesinin %10 barajını insan hakları ihlali gerekçesiyle iptal
etmemesi halinde, siyasi partiler kanunun getirdiği adaletsiz ve
anti-demokratik kuralların aşılması için tüm siyasi oyuncuların konuyu
derinlemesine ele almasında fayda var.
Friday, 12 December 2014
Osmanlıca meselesi hakkında bu konuları merak edip öğrenmeye çalışmış birinin notları
Son zamanlarda “Osmanlıca” adı takılan, “Arap alfabesiyle
geçen yüzyılın Türkçesini yazma” işini bilirim. Gayet kolay öğrenmiştim, çünkü
okulda zorla değil aile içinde kendi isteğimle rahmetli dedemden öğrendim.
Dedem ilkokula harf devriminden önce başladığı için Arap
alfabesiyle okuma yazması iyiydi. Günlük tutarken ve şiir yazarken, kendi
deyimiyle “eski yazı” kullanırdı.
1990 yılında ufak bir ameliyat için birkaç gün hastanede
yatmıştım. Yaş 18; o zaman ne iPhone ne PlayStation var. Televizyon da tek kanal,
sadece sıkıcı eski filmler.
Hastanede iki gün canım sıkıldığında dedemden rica ettim,
bana Arap alfabesiyle okuyup yazmayı öğretti. El yazmalarını işe yarayacak bir
hızda okuyacak kadar pratiğim yok, ama 19.yüzyıldan kalma basılı kitapları
rahat okurum.
Bu konuda kendi tecrübemden, harf devriminden önce ilkokula
başlamış büyüklerimden ve akademik çalışmalardan öğrendiklerimi paylaşmak
istiyorum:
1.
“Osmanlıca” diye bir dil yoktur. Sadece farklı
alfabelerle yazılmış Türkçe formları vardır.
2.
Harf devriminden önce ilkokula gitmiş epeyce
insan tanıdım. Hiçbirinin eski dil ve yazıya “Osmanlıca” dediğini duymadım.
Genellikle “eski Türkçe” ya da “eski yazı” ifadesini kullanırlardı.
3.
Matbaa basımı 19.yüzyıl kitaplarını okuyabilecek
kadar Arap alfabesi öğrenmek, herkesin evinde en fazla bir haftada başarabileceği
bir iştir. Bu konuda yazılmış yüzlerce ders kitabı vardır ve kolayca
bulunabilir.
4. “Osmanlıca”
diye bir şey vardır, ama eskiden halk arasında yaygın kullanılan dil değil,
Osmanlı devlet bürokrasisinin yazılı iletişim tarzıdır. Bunu öğrenmek dil
öğrenmek gibi herkesin harcı değildir – zira Osmanlı tarih, kültür ve devlet
yapısını bilmeyi gerektirir. Yüksek lisans düzeyinde bir çalışma ister.
Milyonları bir kenara bırakalım, Osmanlıcaya hakim on bin insan yetiştirmek
bile büyük bir başarı olur.
5.
Arap alfabesinin Türkçeye uymadığı ve
değiştirilmesi gerektiği harf devriminden yüz yıl önce tartışılmaya başlamış
bir konudur.
6.
Dil devrimi dünyada oldukça yaygın bir
uygulamadır. Japonlar biri hiyeroglif, ikisi heceli olan üç yazı sistemini
birlikte kullanır. Asya’da Kore yepyeni hece bazlı bir fonetik yazı
geliştirmiş, Vietnam, Malezya ve Endonezya Latin alfabesine geçmiş, Çin Halk
Cumhuriyeti de yazı karakterlerini basitleştirmiştir. Avrupa’da ise Fransa,
Almanya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi pek çok ülke 19.yüzyılda dilde kapsamlı
bir sadeleştirme ve standardizasyon yapmıştır.
7.
Osmanlı arşivlerinin çok büyük bir bölümünün
Latin alfabesi ve güncel Türkçeye geçirilmemiş olmasının nedeni iyi Osmanlıca
bilen yeterince eleman bulunamamasıdır.
8.
Matbaanın Türkçe eserlerin basımı için
kullanılmaya başlamasıyla harf devrimi arasında geçen iki yüz yıllık dönemde
basılan kitap sayısı 30.000 civarındadır. Bu kitapların hepsini sayfa sayfa
eski ve yeni yazının yan yana yer alacağı şekilde derlemek her yıl 1 milyon
lise öğrencisine eski yazı öğretmekten daha kolay olur.
9.
Türkçe sadece Latin ve Arap alfabeleriyle
yazılmamıştır - Kiril (Orta Asya), Yunan (Karamanlı) ve Orhun yazıtlarında
kullanılan runik alfabe gibi çok farklı alternatifler kullanılmıştır. Bunları
da ihmal etmemek gerekir.
10.
Alfabe (birer ses ifade eden işaretlerden oluşan
fonetik yazı) dünya tarihinde sadece bir kez, Fenikeliler tarafından icat
edilmiştir. Latin, Yunan, Kiril, Arap, İbrani, İskit, Hint, Tay gibi ilk
bakışta birbiriyle tamamen ilgisiz görünen alfabelerinin hepsi birbirine
akrabadır ve nasıl türediklerini gösteren “aile ağacı” wikipedia’da bile kolayca
bulunabilir.
11.
Çin Halk Cumhuriyeti bayrağındaki dört küçük
yıldızın hepsi bize yakın ya da uzak akraba olan milletleri temsil eder -
Uygurlar, Moğollar, Mançuryalılar ve Tibetliler. Her basılan Çin Yuan’ında
Çince’nin yanında bu dört dil bulunur. Uygurca Arap alfabesiyle yazılır ve
20.yüzyıl başı Türkçesine çok yakındır. Yani her Çin banknotunda güzel Türkçemizi
bulabilirsiniz. Ama aynı Çin devleti Uygur Türklerini de Tibetlileri de “kıtır
kıtır kesmektedir”.
1 Yuan’lık Çin banknotunda Arap alfabesiyle Uygur
Türkçesi yazı: “Bir yuan, Congu halk bankası”.
12.
Bugün Avrupa’nın ortasındaki Berlin’den Çin’in
ortasındaki Xian’a kadar 8 bin kilometre, üç ayrı alfabede yazılan aynı
Türkçeyi konuşarak gidebilirsiniz.
13.
Osmanlı fiziki mirasını koruyamayan bir ülkenin
Osmanlıcayı canlandıracağını iddia etmesi gülünçtür. Şu anda en iyi muhafaza
edilmiş Osmanlı şehri Türkiye’nin herhangi bir şehri değil Üsküp’tür. Şehrin
merkezindeki Türk mahallesi aynen Balkan savaşı öncesinde olduğu gibi
durmaktadır. Bunun neden Türkiye’nin hiç bir şehrinde başarılamadığını
sorgulamaya ihtiyacımız var.
14.
Türkçenin Latin harfleriyle yazılması gayet
doğaldır, çünkü Latin alfabesi de Arap alfabesi kadar Türk kültür mirasının bir
parçasıdır. Osmanlı devleti kendini resmen Roma imparatorluğunun mirasçısı
kabul ederdi. Pek çok Osmanlı padişahı ünvanlarını sayarken Halife’den hemen
sonra Roma İmparatoru ifadesini kullanmıştır. Osmanlı entellektüellerinin bu
konudaki halet-i ruhiyesini özetlemek için bir örnek: milli şairimiz Namık
Kemal, ki kendisi önde gelen Osmanlıcılardandır, meşhur Osmanlı tarihi kitabını
Anadolu, Orta Asya ya da İslam tarihiyle değil Roma İmparatorluğu tarihiyle
başlatır.
Velhasıl eski yazı ve Osmanlıca konularını tartışırken yavan
sloganları bir kenara bırakıp bilgi ve tecrübeye dayalı analizler yapmak
faydalı olacaktır.
Türk gençliğinin Türkçenin geçmişte yazılmış olduğu tüm
alfabeleri öğrenmeye teşvik edilmesi güzel bir fikir. Ancak Arap alfabesiyle
yazılan 19.yüzyıl Türkçesini tüm öğrenciler için zorunlu ders haline getirmek
olsa olsa gençlerin hevesini kırar.
Friday, 5 December 2014
HDP hodri meydan diyor
HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bu hafta Ruşen Çakır’a
verdiği röportajda HDP’nin genel seçime bağımsız adaylarla değil parti olarak
girmeyi planladığını söyledi.
Demirtaş, “barajı geçememe riskini nasıl alıyorsunuz” mealinde
bir soruyu yanıtlarken şöyle diyor:
“Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım. Biz değil parlamentonun kendisi düşünsün.”
“Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım. Biz değil parlamentonun kendisi düşünsün.”
HDP parti olarak seçime girerse ne olur? Barajı geçtiği ve
geçemediği senaryolarda milletvekili dağılımı nasıl olur? Düşünecek bir şeyi
olan kim?
Önceki yazımızda barajın kalkması halinde ne olacağını
incelerken kullandığımız iller seviyesinde detaylandırılmış seçim modelimizle
cevaplandırmaya çalışalım.
Genel seçimlerde oyların dağılımı hakkında basit bir
varsayım yapalım. HDP Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın aldığı
oylardan her ilde %0,5 daha yüksek oy alsın. CHP ve MHP 2011 genel ve 2014 yerel
seçimlerinde aldıkları oyların ortalamasını alsın. SP 2014 yerel seçimlerinde
aldığı oyu korusun. Akparti de bu dört partinin aldığı oylar dışında kalan tüm
oyların %95’ini alsın.
Bu varsayımla Türkiye çapında oy dağılımı şöyle olur:
Akparti %44,2 – CHP %25,8 – MHP %15,4 – HDP %10,3 – Saadet
%2,8
Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi
temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında ortaya çıkan milletvekili
dağılımı şöyle:
Akparti 282 – CHP 136 – MHP 73 – HDP 59
HDP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı oy
oranını alarak az farkla barajın altınfa kalırsa sonuç şöyle değişiyor:
Akparti 331 – CHP 143 – MHP 76
Yani HDP’nin seçime parti olarak girip barajı geçememesi
sadece Kürt hareketinin parlamento dışında kalmasına değil Akparti’nin Anayasa
değişikliklerini referanduma götürecek bir çoğunluğa ulaşması ihtimalini ortaya
çıkarıyor.
Bu durum seçim sath-ı mailine girildiğinde kararsız
seçmenler üzerinde etkili olabilir. “Akparti’nin sistem değişikliğine
gidebilecek bir çoğunluğa ulaşmasını istemiyorsanız HDP’ye el verin” şeklinde
bir kampanya görebiliriz.
HDP’nin seçime parti olarak girme kararını “hodri meydan
demek” ya da “kararsız seçmeni kafakola almak” olarak niteleyebiliriz.
Seçime daha altı ay var, ama Türk siyasetinde şimdiden her
gün çok ilginç gelişmeler oluyor.
Monday, 1 December 2014
Anayasa Mahkemesi yüzde 10 barajını iptal ederse ne olur?
Bu hafta sonu birkaç yayın organında Anayasa Mahkemesi’ne
genel seçimlerdeki yüzde 10 barajıyla ilgili bireysel başvurular yapıldığı ve
mahkemenin bunları 2-3 hafta içinde karara bağlayacağına dair haberler
yayınlandı.
Anayasa Mahkemesi’nin barajın insan hakları hukuku açısından
bir ihlal durumu yarattığına hükmetmesi halinde oldukça karmaşık bir hukuki
durum ortaya çıkabilir. Seçim kanununun mevcut maddesi iptal edilmiş
olmayacağından, TBMM’nin yeni bir düzenleme yapmaması halinde Yüksek Seçim
Kurulu ihlal kararına rağmen eski sistemi devam ettirmek zorunda kalabilir.
Anayasa’nın 67.maddesi gereği seçim kanunlarında seçime bir yıldan az kala
yapılan değişiklikler ilk seçimde uygulanamayacağından TBMM’nin sadece kanun
değişikliği değil Anayasa değişikliği yapması da gerekebilir.
Bu karmaşık hukuki durumun analizi bu yazımızın çerçevesini
aşıyor. Ancak hukuki ve siyasi süreçlerin sonunda 2015 genel seçimleri barajsız
olarak yapılırsa bunun milletvekili dağılımını nasıl değiştireceğini detaylı
olarak analiz etme imkanına sahibiz.
Analiz için 81 ildeki tüm seçim bölgeleri için 2014 yerel
seçim sonuçlarını temel alan bir model oluşturduk. Muhtelif oy dağılımı
varsayımlarının milletvekili sayılarını nasıl etkileyeceğini her il için ayrı
ayrı hesaplayabiliyoruz.
Partiler 2014 Mart yerel seçimlerindeki oy oranlarını aynen
koruması (büyükşehirlerde belediye meclisi, diğer illerde il genel meclisi
seçim sonuçlarını kullanarak) aşağıdaki oy dağılımına denk geliyor:
Akparti %43,3 – CHP %25,6 – MHP %17,6 – HDP %6,6 – Saadet %2,8
– BBP %1,6
Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi
temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında (HDP adaylarının seçime
bağımsız olarak katıldığı varsayımıyla) ortaya çıkan milletvekili dağılımı
şöyle:
Akparti 278 – CHP 135 – MHP 97 – HDP 40
Seçim sisteminde ve partilerin aldığı oylarda başka hiç bir
şey değişmeden sadece baraj kalkıp HDP seçime parti olarak girerse sonuç şöyle
değişiyor:
Akparti 273 – CHP 132 – MHP 97 – HDP 44 – Saadet 3 – BBP 1
HDP seçime parti olarak girebilirse bağımsız olarak girmeye
göre biraz daha fazla oy alması muhtemel. Saadet ve BBP de barajın kalkmasıdan
benzer şekilde faydalanabilir. HDP’nin Akparti ve CHP’den yüzde 1’er oy alarak
%8,5 oranına ulaşması, Saadet Partisi’nin Akparti’den %1,5 oy alması, BBP’nin
de Akparti ve MHP’den %0,5’er oy olması halinde oy ve milletvekili dağılımı
şöyle değişiyor:
Akparti %40,3 – CHP %24,6 – MHP %17,1 – HDP %8,6 – Saadet %4,3
– BBP %2,6
Akparti 263 – CHP 130 – MHP 99 – HDP 50 – Saadet 7 – BBP 1
Yukarıdaki senaryoya ek olarak Emine Ülker Tarhan’ın kurduğu
yeni partinin CHP’den %3, MHP’den %1 oy alarak %4’e ulaşması durumunda sonuç
şöyle değişiyor:
Akparti %40,3 – CHP %21,6 – MHP %16,1 – HDP %8,6 – Anaparti
- %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6
Akparti 272 – CHP 118 – MHP 97 – HDP 50 – Anaparti 5 – Saadet
7 – BBP 1
Son olarak da merkez sağda yeni bir partinin başarılı olması
ve üç büyük partiden büyüklükleriyle orantılı oy çekerek %5’e ulaşmasını
senaryosunu inceleyelim:
Akparti %37,7 – CHP %20,2 – MHP %15,1 – HDP %8,6 – Yeni Merkez
Sağ %5,0 – Anaparti - %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6
Akparti 262 – CHP 114 – MHP 95 – HDP 56 – Yeni Merkez Sağ 8 –
Anaparti 6 – Saadet 8 – BBP 1
Bu senaryoda illerdeki oy dağılımının ana hatlarıyla 2014 yerel seçim sonuçlarını takip ettiğini varsayıyoruz. Küçük partilerin oy oranı toplam %18 civarında. Bölgelerde doğru bir aday belirleme stratejisi ile küçük partiler bu oy oranı ile çıkartabilecekleri milletvekili sayısını 23'ten 30-35'e çıkarabilirler.
Mevcut baraj ve HDP’nin seçime bağımsız girmesi halinde Akparti’nin tek başına iktidara gelmek için alması gereken oy oranı %43 civarında iken barajın kalkması ve HDP’nin seçime parti olarak girmesi halinde bu rakam %45’e yükseliyor. Ancak yeni muhalefet partilerinin meclise girmesi halinde bu rakam artabilir ya da tekrar düşebilir.
Subscribe to:
Posts (Atom)