Son zamanlarda Osmanlı tarihinden bahsetmek moda oldu. Tarihimize
sahip çıkmak, onu daha iyi öğrenmek, daha iyi anlamak ve güncel siyasete de
dokunan çıkarımlar yapmak güzel. Ancak bunu yaparken orta öğretim müfredatımızın
“mitolojik” yaklaşımından daha gerçekçi ve bilimsel bir yönteme geçmek şart.
Türkiye’deki orta öğretim müfredatında tarih genelde “kulağa
hoş gelen hikayeler manzumesi” olarak anlatılır. Tarih anlatımı dünyanın her
yerinde bu şekilde başlamıştır, ancak son üç yüz yılda adım adım hem sağlam ve
tutarlı bir metodoloji kazanmış, hem de diğer sosyal bilimlerle bütünleşmiştir.
Türkiye’de akademik kulvarda dünya standardında çalışmalar üretiliyor, büyük
üstat Prof. Halil İnalcık başta olmak üzere gurur duyulacak pek çok tarihçimiz
var. Ancak bu çalışmaların orta öğretim müfredatında ve popüler kültürdeki
izdüşümü henüz çok zayıf.
Son dört yıldır siyaset bilimi alanında doktora yapıyorum. Çalışma
alanlarımın biri Osmanlı devleti. Kendi çalışmalarım sırasında tarih alanında
dikkatimi çeken yeni perspektifleri paylaşmak istiyorum.
Gözlemlerimi üç farklı açıdan yapacağım: Osmanlı’daki siyasi
gelişmelerin dönemin bölge ve dünya konjonktürü içinde anlamlandırılması,
Osmanlı devlet yapısının ekonomik ve sosyal boyutlarıyla daha kapsamlı olarak
incelenmesi ve İslam geleneğinin Osmanlı’daki yansımaları.
Bu yazımda Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin küresel
ve bölgesel konjonktürü içinde anlamlandırılmasına dayanan 10 maddeyi en
yakından en eskiye doğru giderek paylaşacağım. Diğer iki perspektiften 10’ar
maddeyi de ayrı yazılar olarak sunacağım.
1. Padişah Vahdettin ile Milli Mücadeleciler
arasındaki ihtilafın “derin” sebebi I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra
uluslararası konjonktürün nasıl kullanılacağı tartışmasıydı. Vahdettin hem Osmanlı
Padişahı, hem de tüm Sünni Müslümanların halifesiydi. Osmanlı devleti savaşta
yenilmiş olsa da İslam halifeliğinin önemi azalmamıştı. İngiliz
imparatorluğunun kontrolü altında bir İslam halifesine hayat hakkı vardı. Ancak
bu planda Osmanlı ordusuna ve bürokratik elitine fazla yer yoktu. Türkiye,
Hindistan ya da Irak gibi sömürge statüsüne girerken Osmanlı hanedanı çok
itibarlı bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Vahdettin’in kendilerini bu
şekilde “feda edebileceğini” fark eden Osmanlı asker ve sivil eliti için tek
çare daha küçük ama bağımsız bir devletti. Milli Mücadeleciler iki trendi doğru
okudular: Anadolu halkının menfaatleri Padişah’tan ziyade kendilerininkine daha
yakındı, öte yandan savaşın galiplerinde Anadolu’yu kontrol altında tutmak için
büyük bir irade ve kaynak kalmamıştı. İç ve dış konjoktürü bu şekilde doğru
teşhis eden bu grup Anadolu’nun kıt kaynaklarını mobilize ederek hem Padişah’a
hem de işgalcilere karşı etkin bir karşı hamle yapabildiler.
2. Balkan Savaşı’nı tetikleyen olay 1911’deki büyük
Arnavut ayaklanmasıdır. Osmanlı devleti bu ayaklanmada bugünkü Kosova,
Arnavutluk ve Makedonya topraklarının büyük bölümünde kontrolü kaybetti. Ayaklanma
ancak siyancıların hemen hemen tüm istekleri kabul edilerek sonlandırılabildi. Sırbistan
ve Bulgaristan Rumeli topraklarını savaşla almaya uzun zamandır niyetliydi, ama
Osmanlı’nın zayıflamasını bekliyorlardı. Arnavut ayaklanmasında Osmanlı’nın
zayıf performans onları saldırı zamanının geldiğine ikna etti.
3. 1808’de III. Selim’in tahttan indirilmesi olayı
sadece ülke içindeki reform dinamikleri ile açıklanamaz. 1806’da Avrupa’da
büyük Austerlitz savaşı yaşandı, Napolyon liderliğindeki Fransa birleşik
Avusturya ve Rusya ordularını perişan etti. Bunu fırsat bilen Osmanlı devleti
Rusya’ya savaş ilan etti. Ancak Austerlitz yenilgisinin ardından dahi Osmanlı
ordusu Ruslara diş geçiremedi. Daha sonra Napolyon’un Rusya seferinde Rus
ordularının başarılı savunmasına komuta ederek tarihe geçecek olan general
Kutusov Osmanlı-Rus savaşında başarılı bir yönetim gösterdi. Padişah III. Selim
yenilgiden Yeniçeri’leri sorumlu tutarken Yeniçeriler kıt kaynaklarla savaşa
girilmesine tepki gösterdiler. Kabakçı Mustafa ayaklanması ve III. Selim’in
tahttan indirilmesine giden süreç böyle başladı.
4. Almanya/Avusturya ile 80 yıl ciddi bir çatışma
olmamışken 1683 yılında neden II. Viyana kuşatması gibi iddialı bir sefere
kalkışıldı? Bu hamleyi o dönemdeki Orta ve Batı Avrupa güç dengesini
incelemeden anlayamayız. 1680’ler Fransa kralı XIV. Louis’nin en saldırgan
olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı-Fransa ilişkileri yakın ve güçlüdür. XIV. Louis’nin
hedefi Fransa krallığına ek olarak Kutsal Roma İmparatoru (Almanya ve Kuzey
İtalya’yı kapsayan federatif devletin seçimle belirlenen lideri) olarak
seçilmek ve Avrupa kıtasının tartışmasız hakimi olmaktı. Habsburg’lar Viyana’yı
kaybederlerse yaşayacakları güç ve itibar kaybıyla imparatorluk ünvanını
onların elinden alabilecek, Habsburg’lar Viyana için ondan yardım isterse de
imparatorluk ünvanı üzerine pazarlık edebilecekti. Ancak Habsburg’lar çetin
ceviz çıktı, küçük Alman devletlerini büyük ölçüde kendi yanlarında savaşa
sokabildiler. Doğu cephesinde Osmanlı’ya karşı Polonya, Rusya ve Venedik ile
ittifak yaparken batı cephesinde Fransa’ya karşı Hollanda, İspanya, İsveç ve
Savoy’la ittifak yaptılar. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1683-1699 büyük
güneydoğu Avrupa savaşı ile “Augsburg Birliği” savaşı olarak adlandırılan
1688-1697 büyük kuzeybatı Avrupa savaşı eş zamanlı olarak yapılmıştır. Habsburg
Avusturya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı Osmanlı ve Fransa’ya karşı birleştirerek
her iki savaştan da galip ayrılmıştır.
5. Osmanlı devleti modernleşmede geç kalmış
değildir. Aksine Avrupa modernleşmesinin ilk örneği sayılabilir. Modern devlet
tanımı içinde yer alan pek çok kavram Osmanlı’da Avrupa’dan bir, hatta iki yüz
yıl önce ortaya çıkmıştır: merkezi ve maaşlı ordu (14.yüzyıl), feodalitenin
tasfiyesi (14. ve 15.yüzyıllar), yargının merkezileştirilmesi (15.yüzyıl),
devletin öğretim kurumları kurması (15.yüzyıl), devletin dini kurumları kontrol
altına alarak siyasi amaçlar için etkin şekilde kullanması (15.yüzyıl), tüm
icranın başı olan bir başbakanlık makamı (16.yüzyıl). Fatih Sultan Mehmet,
kendisine benzer icraatları olan I. Francois (Fransa), VIII. Henry (İngiltere),
V. Charles (“Şarlken”, Kutsal Roma İmparatorluğu / Almanya) ve II. Philip
(İspanya) gibi hükümdarlardan yarım ila bir yüz yıl öncedir.
6. Osmanlı’nın Mısır’ı fethi ile İspanya’nın
Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek topraklarını fethi aynı tarihlerde, çok
benzer amaçlarla gerçekleşmiştir. Aradaki farklar fatihlerin niyetlerinden
değil fethedilen ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarından kaynaklanır. Her iki
örnekte de çok büyük ekonomik değeri olan bölgeler gelir amaçlı olarak
zaptedilmiştir. Osmanlı’lar teknoloji ve organizasyon olarak kendilerine yakın
seviyede ve kendileriyle büyük ölçüde aynı kültürü paylaşan bir ülkeyi
fethettikleri için fethedilen ülkede büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamıştır.
İspanyollar ise teknolojik olarak daha ilkel ve kültür olarak çok farklı
rakiplerle karşılaştıkları için fethettikleri ülkede kendi din ve kültürlerini
yaymıştır. Her iki fetihte de fethedilen zengin topraklar fatihlerin siyasi
sistemine entegre edilmemiş, yerel elitlerin yönetiminde haraca bağlanmıştır.
Osmanlı Memlukları fazla dönüştürmeden kullanmış, İspanyollar ise Aztek ve
İnka’ların vergi sistemlerini tepe noktalara kendi soydaşlarını yerleştirerek
devam ettirmiştir. İlginç bir şekilde Amerika’daki sömürgelerin İspanya’dan
bağımsızlığı Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ile hemen hemen aynı tarihlerde,
19.yüzyıl başında gerçekleşmiştir.
7. Osmanlı yükselme devrinde de Batı Avrupa’ya göre
daha az varlıklı, teknolojide daha geri ve nufus yoğunluğu daha düşüktü.
Osmanlı yöneticilerinin dehası merkezi ve liyakata dayalı bir sistemle kıt
kaynakları başarılı olarak mobilize etmeleridir.
8. Merkezi ve liyakata dayalı çok etkin devlet
mekanizmasının yanında Osmanlı’nın ikinci temel rekabet avantajı yetişmiş insan
kaynağı için yaşanacak en cazip ülke olmasıydı. Avrupa’da, özellikle Katolik
ülkelerde, çoğunluk dinine mensup olmayan bir kişinin sadece siyasette değil, ekonomide
kayda değer bir oyuncu olması imkansızdı. Halbuki Osmanlı irili ufaklı her
türlü azınlığa ticaret alanında yaşama fırsatı tanıyordu. Bu durum 18.yüzyıl
sonlarına kadar sürdü. Bir yandan Fransız devrimi, bir yandan da Habsburg
monarşisinin dini toleransı benimsemesiyle Osmanlı’nın bu büyük rekabet avantajı
ortadan kalktı. 19.yüzyılda Osmanlı’da kapsamlı reformlar yapılmasına rağmen
Balkanlar’ın Hıristiyan halklarının Osmanlı devleti ile kader birliği yapması
sağlanamadı. Rakiplerin de Osmanlı kadar çoğulcu hale geldiği bir ortamda
Balkan halkları daha varlıklı ve güçlü Avrupa devletleriyle gitgide daha
yakınlaşan ilişkiler kurdular.
9. Osmanlı ekonomik düzeninin “iaşeci” yapısının ve
farklı ekonomi felsefesinin peşinen Avrupa’ya göre daha geri olduğu ya da ekonomiye
zarar verdiği söylenemez. Bu konuda en ilginç örnek 18.yüzyılda
Habsburg/Osmanlı sınırında yaşananlardır. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşından
sonra imzalanan anlaşmada her iki devlet aralarındaki ticaretten pay alan kendi
tebalarını karşı tarafa danışmadan istedikleri gibi vergilendirebilecekleri
konusunda uzlaştılar. Avusturyalılar derhal kendi tebalarına vergi koydular,
Osmanlılar ise iaşeci refleksleri çerçevesinde koymadılar. Yeni vergi düzeni
ticarette Osmanlı vatandaşlarının Avusturya vatandaşlarına göre daha yüksek kar
marjlarına sahip olmasına sebep oldu. Ancak Osmanlı vatandaşları içinde
Hıristiyan ve Müslümanlar arasında önemli bir fark vardı: Katolik Avrupa
devletleri Müslüman tüccarların kendi ülkelerinde faaliyet göstermelerine sıcak
bakmıyordu. Bu düzen içinde Osmanlı vatandaşı Sırplar hem Avusturya
vatandaşlarına, hem de Osmanlı vatandaşı Müslümanlara karşı avantaj elde
ettiler ve Tuna boyu ticaretine hakim oldular. 1792 yılında vergi rejiminin
değişmesine kadar Sırbistan’da önemli bir sermaye birikimi oldu. 1804’te
Sırbistan’ın ticaret burjuvasisi önderliğinde özerklik kazanmasının temelinde
bu süreç yatar.
10. Osmanlı’nın “İslam devleti”, “Şeriat rejimi”
olma niteliği esasen demografik değil hukukiydi. 1517/18’de Mısır, Suriye ve
Hicaz’ın fethine kadar Osmanlı devletinde nufusun çoğunluğu Hıristiyandı.
Sonraki dönemlerde de Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri ve Istanbul’da nufusun
yarıya yakını Hıristiyandı. 300 yılı aşkın Osmanlı egemenlik döneminde
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş teşvik edilmemiş, bu nedenle din değiştirme
Balkan toplumunun en üst tabakası dışında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı devletinin
“İslami” niteliği hukuk temelliydi. Modern dönem öncesi hukuk sistemleri
arasında en zengin ve kapsamlı hukuk sistemi Hanefi fıkıhıdır. Bu nedenle hem
büyük devletler, hem de uluslararası ticaret erbabı nezdinde çok tercih edilen bir
sistemdi. Ayrıca Osmanlı’nın feodalizmi tasfiye edip, tüm tarım topraklarını
devlet mülkiyetine alıp, standart büyüklükte toprakları düşük vergi yükü ile
köylülere verme stratejisi Balkanlarda çok olumlu karşılandı. 18.yüzyıla kadar
Hıristiyan teba Osmanlı hukuk, siyaset ve ekonomi rejiminden memnundu, Osmanlı
yönetici sınıfı da nufusun çoğulcu niteliğinden faydalanıyordu. Bu sistem rekabet
avantajı ve popülaritesini Fransız devriminin Avrupa’da tetiklediği topyekun
değişime kadar sürdürebildi.
This comment has been removed by a blog administrator.
ReplyDeleteKalan bolumleri merakla bekliyoruz...
ReplyDelete