Monday, 29 December 2014

Osmanlı tarihinden bahsederken mitolojiden bilimselliğe terfi edelim – I.bölüm: Küresel ve bölgesel konjonktür

Son zamanlarda Osmanlı tarihinden bahsetmek moda oldu. Tarihimize sahip çıkmak, onu daha iyi öğrenmek, daha iyi anlamak ve güncel siyasete de dokunan çıkarımlar yapmak güzel. Ancak bunu yaparken orta öğretim müfredatımızın “mitolojik” yaklaşımından daha gerçekçi ve bilimsel bir yönteme geçmek şart.

Türkiye’deki orta öğretim müfredatında tarih genelde “kulağa hoş gelen hikayeler manzumesi” olarak anlatılır. Tarih anlatımı dünyanın her yerinde bu şekilde başlamıştır, ancak son üç yüz yılda adım adım hem sağlam ve tutarlı bir metodoloji kazanmış, hem de diğer sosyal bilimlerle bütünleşmiştir. Türkiye’de akademik kulvarda dünya standardında çalışmalar üretiliyor, büyük üstat Prof. Halil İnalcık başta olmak üzere gurur duyulacak pek çok tarihçimiz var. Ancak bu çalışmaların orta öğretim müfredatında ve popüler kültürdeki izdüşümü henüz çok zayıf.   

Son dört yıldır siyaset bilimi alanında doktora yapıyorum. Çalışma alanlarımın biri Osmanlı devleti. Kendi çalışmalarım sırasında tarih alanında dikkatimi çeken yeni perspektifleri paylaşmak istiyorum.

Gözlemlerimi üç farklı açıdan yapacağım: Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin bölge ve dünya konjonktürü içinde anlamlandırılması, Osmanlı devlet yapısının ekonomik ve sosyal boyutlarıyla daha kapsamlı olarak incelenmesi ve İslam geleneğinin Osmanlı’daki yansımaları.

Bu yazımda Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin küresel ve bölgesel konjonktürü içinde anlamlandırılmasına dayanan 10 maddeyi en yakından en eskiye doğru giderek paylaşacağım. Diğer iki perspektiften 10’ar maddeyi de ayrı yazılar olarak sunacağım.

1.    Padişah Vahdettin ile Milli Mücadeleciler arasındaki ihtilafın “derin” sebebi I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra uluslararası konjonktürün nasıl kullanılacağı tartışmasıydı. Vahdettin hem Osmanlı Padişahı, hem de tüm Sünni Müslümanların halifesiydi. Osmanlı devleti savaşta yenilmiş olsa da İslam halifeliğinin önemi azalmamıştı. İngiliz imparatorluğunun kontrolü altında bir İslam halifesine hayat hakkı vardı. Ancak bu planda Osmanlı ordusuna ve bürokratik elitine fazla yer yoktu. Türkiye, Hindistan ya da Irak gibi sömürge statüsüne girerken Osmanlı hanedanı çok itibarlı bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Vahdettin’in kendilerini bu şekilde “feda edebileceğini” fark eden Osmanlı asker ve sivil eliti için tek çare daha küçük ama bağımsız bir devletti. Milli Mücadeleciler iki trendi doğru okudular: Anadolu halkının menfaatleri Padişah’tan ziyade kendilerininkine daha yakındı, öte yandan savaşın galiplerinde Anadolu’yu kontrol altında tutmak için büyük bir irade ve kaynak kalmamıştı. İç ve dış konjoktürü bu şekilde doğru teşhis eden bu grup Anadolu’nun kıt kaynaklarını mobilize ederek hem Padişah’a hem de işgalcilere karşı etkin bir karşı hamle yapabildiler.
2.    Balkan Savaşı’nı tetikleyen olay 1911’deki büyük Arnavut ayaklanmasıdır. Osmanlı devleti bu ayaklanmada bugünkü Kosova, Arnavutluk ve Makedonya topraklarının büyük bölümünde kontrolü kaybetti. Ayaklanma ancak siyancıların hemen hemen tüm istekleri kabul edilerek sonlandırılabildi. Sırbistan ve Bulgaristan Rumeli topraklarını savaşla almaya uzun zamandır niyetliydi, ama Osmanlı’nın zayıflamasını bekliyorlardı. Arnavut ayaklanmasında Osmanlı’nın zayıf performans onları saldırı zamanının geldiğine ikna etti.
3.    1808’de III. Selim’in tahttan indirilmesi olayı sadece ülke içindeki reform dinamikleri ile açıklanamaz. 1806’da Avrupa’da büyük Austerlitz savaşı yaşandı, Napolyon liderliğindeki Fransa birleşik Avusturya ve Rusya ordularını perişan etti. Bunu fırsat bilen Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Ancak Austerlitz yenilgisinin ardından dahi Osmanlı ordusu Ruslara diş geçiremedi. Daha sonra Napolyon’un Rusya seferinde Rus ordularının başarılı savunmasına komuta ederek tarihe geçecek olan general Kutusov Osmanlı-Rus savaşında başarılı bir yönetim gösterdi. Padişah III. Selim yenilgiden Yeniçeri’leri sorumlu tutarken Yeniçeriler kıt kaynaklarla savaşa girilmesine tepki gösterdiler. Kabakçı Mustafa ayaklanması ve III. Selim’in tahttan indirilmesine giden süreç böyle başladı.
4.    Almanya/Avusturya ile 80 yıl ciddi bir çatışma olmamışken 1683 yılında neden II. Viyana kuşatması gibi iddialı bir sefere kalkışıldı? Bu hamleyi o dönemdeki Orta ve Batı Avrupa güç dengesini incelemeden anlayamayız. 1680’ler Fransa kralı XIV. Louis’nin en saldırgan olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı-Fransa ilişkileri yakın ve güçlüdür. XIV. Louis’nin hedefi Fransa krallığına ek olarak Kutsal Roma İmparatoru (Almanya ve Kuzey İtalya’yı kapsayan federatif devletin seçimle belirlenen lideri) olarak seçilmek ve Avrupa kıtasının tartışmasız hakimi olmaktı. Habsburg’lar Viyana’yı kaybederlerse yaşayacakları güç ve itibar kaybıyla imparatorluk ünvanını onların elinden alabilecek, Habsburg’lar Viyana için ondan yardım isterse de imparatorluk ünvanı üzerine pazarlık edebilecekti. Ancak Habsburg’lar çetin ceviz çıktı, küçük Alman devletlerini büyük ölçüde kendi yanlarında savaşa sokabildiler. Doğu cephesinde Osmanlı’ya karşı Polonya, Rusya ve Venedik ile ittifak yaparken batı cephesinde Fransa’ya karşı Hollanda, İspanya, İsveç ve Savoy’la ittifak yaptılar. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1683-1699 büyük güneydoğu Avrupa savaşı ile “Augsburg Birliği” savaşı olarak adlandırılan 1688-1697 büyük kuzeybatı Avrupa savaşı eş zamanlı olarak yapılmıştır. Habsburg Avusturya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı Osmanlı ve Fransa’ya karşı birleştirerek her iki savaştan da galip ayrılmıştır.
5.    Osmanlı devleti modernleşmede geç kalmış değildir. Aksine Avrupa modernleşmesinin ilk örneği sayılabilir. Modern devlet tanımı içinde yer alan pek çok kavram Osmanlı’da Avrupa’dan bir, hatta iki yüz yıl önce ortaya çıkmıştır: merkezi ve maaşlı ordu (14.yüzyıl), feodalitenin tasfiyesi (14. ve 15.yüzyıllar), yargının merkezileştirilmesi (15.yüzyıl), devletin öğretim kurumları kurması (15.yüzyıl), devletin dini kurumları kontrol altına alarak siyasi amaçlar için etkin şekilde kullanması (15.yüzyıl), tüm icranın başı olan bir başbakanlık makamı (16.yüzyıl). Fatih Sultan Mehmet, kendisine benzer icraatları olan I. Francois (Fransa), VIII. Henry (İngiltere), V. Charles (“Şarlken”, Kutsal Roma İmparatorluğu / Almanya) ve II. Philip (İspanya) gibi hükümdarlardan yarım ila bir yüz yıl öncedir.
6.    Osmanlı’nın Mısır’ı fethi ile İspanya’nın Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek topraklarını fethi aynı tarihlerde, çok benzer amaçlarla gerçekleşmiştir. Aradaki farklar fatihlerin niyetlerinden değil fethedilen ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarından kaynaklanır. Her iki örnekte de çok büyük ekonomik değeri olan bölgeler gelir amaçlı olarak zaptedilmiştir. Osmanlı’lar teknoloji ve organizasyon olarak kendilerine yakın seviyede ve kendileriyle büyük ölçüde aynı kültürü paylaşan bir ülkeyi fethettikleri için fethedilen ülkede büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamıştır. İspanyollar ise teknolojik olarak daha ilkel ve kültür olarak çok farklı rakiplerle karşılaştıkları için fethettikleri ülkede kendi din ve kültürlerini yaymıştır. Her iki fetihte de fethedilen zengin topraklar fatihlerin siyasi sistemine entegre edilmemiş, yerel elitlerin yönetiminde haraca bağlanmıştır. Osmanlı Memlukları fazla dönüştürmeden kullanmış, İspanyollar ise Aztek ve İnka’ların vergi sistemlerini tepe noktalara kendi soydaşlarını yerleştirerek devam ettirmiştir. İlginç bir şekilde Amerika’daki sömürgelerin İspanya’dan bağımsızlığı Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ile hemen hemen aynı tarihlerde, 19.yüzyıl başında gerçekleşmiştir.  
7.    Osmanlı yükselme devrinde de Batı Avrupa’ya göre daha az varlıklı, teknolojide daha geri ve nufus yoğunluğu daha düşüktü. Osmanlı yöneticilerinin dehası merkezi ve liyakata dayalı bir sistemle kıt kaynakları başarılı olarak mobilize etmeleridir.
8.    Merkezi ve liyakata dayalı çok etkin devlet mekanizmasının yanında Osmanlı’nın ikinci temel rekabet avantajı yetişmiş insan kaynağı için yaşanacak en cazip ülke olmasıydı. Avrupa’da, özellikle Katolik ülkelerde, çoğunluk dinine mensup olmayan bir kişinin sadece siyasette değil, ekonomide kayda değer bir oyuncu olması imkansızdı. Halbuki Osmanlı irili ufaklı her türlü azınlığa ticaret alanında yaşama fırsatı tanıyordu. Bu durum 18.yüzyıl sonlarına kadar sürdü. Bir yandan Fransız devrimi, bir yandan da Habsburg monarşisinin dini toleransı benimsemesiyle Osmanlı’nın bu büyük rekabet avantajı ortadan kalktı. 19.yüzyılda Osmanlı’da kapsamlı reformlar yapılmasına rağmen Balkanlar’ın Hıristiyan halklarının Osmanlı devleti ile kader birliği yapması sağlanamadı. Rakiplerin de Osmanlı kadar çoğulcu hale geldiği bir ortamda Balkan halkları daha varlıklı ve güçlü Avrupa devletleriyle gitgide daha yakınlaşan ilişkiler kurdular.
9.    Osmanlı ekonomik düzeninin “iaşeci” yapısının ve farklı ekonomi felsefesinin peşinen Avrupa’ya göre daha geri olduğu ya da ekonomiye zarar verdiği söylenemez. Bu konuda en ilginç örnek 18.yüzyılda Habsburg/Osmanlı sınırında yaşananlardır. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşından sonra imzalanan anlaşmada her iki devlet aralarındaki ticaretten pay alan kendi tebalarını karşı tarafa danışmadan istedikleri gibi vergilendirebilecekleri konusunda uzlaştılar. Avusturyalılar derhal kendi tebalarına vergi koydular, Osmanlılar ise iaşeci refleksleri çerçevesinde koymadılar. Yeni vergi düzeni ticarette Osmanlı vatandaşlarının Avusturya vatandaşlarına göre daha yüksek kar marjlarına sahip olmasına sebep oldu. Ancak Osmanlı vatandaşları içinde Hıristiyan ve Müslümanlar arasında önemli bir fark vardı: Katolik Avrupa devletleri Müslüman tüccarların kendi ülkelerinde faaliyet göstermelerine sıcak bakmıyordu. Bu düzen içinde Osmanlı vatandaşı Sırplar hem Avusturya vatandaşlarına, hem de Osmanlı vatandaşı Müslümanlara karşı avantaj elde ettiler ve Tuna boyu ticaretine hakim oldular. 1792 yılında vergi rejiminin değişmesine kadar Sırbistan’da önemli bir sermaye birikimi oldu. 1804’te Sırbistan’ın ticaret burjuvasisi önderliğinde özerklik kazanmasının temelinde bu süreç yatar.
10.  Osmanlı’nın “İslam devleti”, “Şeriat rejimi” olma niteliği esasen demografik değil hukukiydi. 1517/18’de Mısır, Suriye ve Hicaz’ın fethine kadar Osmanlı devletinde nufusun çoğunluğu Hıristiyandı. Sonraki dönemlerde de Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri ve Istanbul’da nufusun yarıya yakını Hıristiyandı. 300 yılı aşkın Osmanlı egemenlik döneminde Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş teşvik edilmemiş, bu nedenle din değiştirme Balkan toplumunun en üst tabakası dışında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı devletinin “İslami” niteliği hukuk temelliydi. Modern dönem öncesi hukuk sistemleri arasında en zengin ve kapsamlı hukuk sistemi Hanefi fıkıhıdır. Bu nedenle hem büyük devletler, hem de uluslararası ticaret erbabı nezdinde çok tercih edilen bir sistemdi. Ayrıca Osmanlı’nın feodalizmi tasfiye edip, tüm tarım topraklarını devlet mülkiyetine alıp, standart büyüklükte toprakları düşük vergi yükü ile köylülere verme stratejisi Balkanlarda çok olumlu karşılandı. 18.yüzyıla kadar Hıristiyan teba Osmanlı hukuk, siyaset ve ekonomi rejiminden memnundu, Osmanlı yönetici sınıfı da nufusun çoğulcu niteliğinden faydalanıyordu. Bu sistem rekabet avantajı ve popülaritesini Fransız devriminin Avrupa’da tetiklediği topyekun değişime kadar sürdürebildi.

2 comments:

  1. This comment has been removed by a blog administrator.

    ReplyDelete
  2. Kalan bolumleri merakla bekliyoruz...

    ReplyDelete