Yılbaşı insanlığın en eski iki bayramından biridir (öteki de Nevruz / Bahar Bayramı).
Kutlama nedeni günlerin tekrar uzamaya başlamasıdır. İnsanlar günler kısala kısala yok olmadığı için neye/kime inanıyorlarsa O Yüce Varlığa şükrederler. Yeniden doğuşu, hayata yeni bir başlangıcı kutlarlar.
Bu bayram belki 20 bin, belki 50 bin yıldır kutlanıyor. Ne herhangi bir yörenin kültürüyle, ne Hıristiyanlıkla, ne de Müslümanlıkla ilgisi yoktur - tüm insanlığın kadim ortak mirasıdır.
Hıristiyanların Noel'i Yılbaşı'na yakın bir tarihte kutlamaları derin bir anlamı olmayan bir tercihtir - Hz.İsa'nın esasen bilinmeyen doğum tarihi "kolaylık olsun" diye zaten on binlerce yıldır dünyanın yeniden doğuşunun kutladığı bayrama denk getirilmiştir.
Hal bu iken Yılbaşı'nda kutlama yapmanın İslam dininde caiz olup olmadığını tartışmak hem aklımıza, hem kültürümüze, hem de geleneklerimize hakarettir. Böyle tartışmaların İslam felsefesi açısından neden abes olduğunu merak edenler Gazali'nin başyapıtı Tahafut'un önsözünü okuyabilirler. Özellikle aşağıdaki cümlelerin yer aldığı bölümün altını çizebiliriz:
"Tutarsız destekçiler Din'e saldırgan ama tutarlı düşmanlardan daha çok zarar verirler. Çünkü atasözünün belirttiği gibi, akıllı bir düşman cahil bir dosttan daha kıymetlidir."
Takvim konusunda bu kadar hassas olacaksak işe birkaç yıl önce bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tamamen keyfi bir kararla güneş takviminin Nisan ayına nakledilen "Kutlu Doğum Haftası" organizasyonunu ait olduğu yere, yani yüzyıllardır ay takvimine göre kutlandığı Mevlid Kandili'nin haftasına alarak başlayabiliriz.
Yeni yılınız kutlu olsun!
Tuesday, 30 December 2014
Monday, 29 December 2014
Osmanlı tarihinden bahsederken mitolojiden bilimselliğe terfi edelim – I.bölüm: Küresel ve bölgesel konjonktür
Son zamanlarda Osmanlı tarihinden bahsetmek moda oldu. Tarihimize
sahip çıkmak, onu daha iyi öğrenmek, daha iyi anlamak ve güncel siyasete de
dokunan çıkarımlar yapmak güzel. Ancak bunu yaparken orta öğretim müfredatımızın
“mitolojik” yaklaşımından daha gerçekçi ve bilimsel bir yönteme geçmek şart.
Türkiye’deki orta öğretim müfredatında tarih genelde “kulağa
hoş gelen hikayeler manzumesi” olarak anlatılır. Tarih anlatımı dünyanın her
yerinde bu şekilde başlamıştır, ancak son üç yüz yılda adım adım hem sağlam ve
tutarlı bir metodoloji kazanmış, hem de diğer sosyal bilimlerle bütünleşmiştir.
Türkiye’de akademik kulvarda dünya standardında çalışmalar üretiliyor, büyük
üstat Prof. Halil İnalcık başta olmak üzere gurur duyulacak pek çok tarihçimiz
var. Ancak bu çalışmaların orta öğretim müfredatında ve popüler kültürdeki
izdüşümü henüz çok zayıf.
Son dört yıldır siyaset bilimi alanında doktora yapıyorum. Çalışma
alanlarımın biri Osmanlı devleti. Kendi çalışmalarım sırasında tarih alanında
dikkatimi çeken yeni perspektifleri paylaşmak istiyorum.
Gözlemlerimi üç farklı açıdan yapacağım: Osmanlı’daki siyasi
gelişmelerin dönemin bölge ve dünya konjonktürü içinde anlamlandırılması,
Osmanlı devlet yapısının ekonomik ve sosyal boyutlarıyla daha kapsamlı olarak
incelenmesi ve İslam geleneğinin Osmanlı’daki yansımaları.
Bu yazımda Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin küresel
ve bölgesel konjonktürü içinde anlamlandırılmasına dayanan 10 maddeyi en
yakından en eskiye doğru giderek paylaşacağım. Diğer iki perspektiften 10’ar
maddeyi de ayrı yazılar olarak sunacağım.
1. Padişah Vahdettin ile Milli Mücadeleciler
arasındaki ihtilafın “derin” sebebi I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra
uluslararası konjonktürün nasıl kullanılacağı tartışmasıydı. Vahdettin hem Osmanlı
Padişahı, hem de tüm Sünni Müslümanların halifesiydi. Osmanlı devleti savaşta
yenilmiş olsa da İslam halifeliğinin önemi azalmamıştı. İngiliz
imparatorluğunun kontrolü altında bir İslam halifesine hayat hakkı vardı. Ancak
bu planda Osmanlı ordusuna ve bürokratik elitine fazla yer yoktu. Türkiye,
Hindistan ya da Irak gibi sömürge statüsüne girerken Osmanlı hanedanı çok
itibarlı bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Vahdettin’in kendilerini bu
şekilde “feda edebileceğini” fark eden Osmanlı asker ve sivil eliti için tek
çare daha küçük ama bağımsız bir devletti. Milli Mücadeleciler iki trendi doğru
okudular: Anadolu halkının menfaatleri Padişah’tan ziyade kendilerininkine daha
yakındı, öte yandan savaşın galiplerinde Anadolu’yu kontrol altında tutmak için
büyük bir irade ve kaynak kalmamıştı. İç ve dış konjoktürü bu şekilde doğru
teşhis eden bu grup Anadolu’nun kıt kaynaklarını mobilize ederek hem Padişah’a
hem de işgalcilere karşı etkin bir karşı hamle yapabildiler.
2. Balkan Savaşı’nı tetikleyen olay 1911’deki büyük
Arnavut ayaklanmasıdır. Osmanlı devleti bu ayaklanmada bugünkü Kosova,
Arnavutluk ve Makedonya topraklarının büyük bölümünde kontrolü kaybetti. Ayaklanma
ancak siyancıların hemen hemen tüm istekleri kabul edilerek sonlandırılabildi. Sırbistan
ve Bulgaristan Rumeli topraklarını savaşla almaya uzun zamandır niyetliydi, ama
Osmanlı’nın zayıflamasını bekliyorlardı. Arnavut ayaklanmasında Osmanlı’nın
zayıf performans onları saldırı zamanının geldiğine ikna etti.
3. 1808’de III. Selim’in tahttan indirilmesi olayı
sadece ülke içindeki reform dinamikleri ile açıklanamaz. 1806’da Avrupa’da
büyük Austerlitz savaşı yaşandı, Napolyon liderliğindeki Fransa birleşik
Avusturya ve Rusya ordularını perişan etti. Bunu fırsat bilen Osmanlı devleti
Rusya’ya savaş ilan etti. Ancak Austerlitz yenilgisinin ardından dahi Osmanlı
ordusu Ruslara diş geçiremedi. Daha sonra Napolyon’un Rusya seferinde Rus
ordularının başarılı savunmasına komuta ederek tarihe geçecek olan general
Kutusov Osmanlı-Rus savaşında başarılı bir yönetim gösterdi. Padişah III. Selim
yenilgiden Yeniçeri’leri sorumlu tutarken Yeniçeriler kıt kaynaklarla savaşa
girilmesine tepki gösterdiler. Kabakçı Mustafa ayaklanması ve III. Selim’in
tahttan indirilmesine giden süreç böyle başladı.
4. Almanya/Avusturya ile 80 yıl ciddi bir çatışma
olmamışken 1683 yılında neden II. Viyana kuşatması gibi iddialı bir sefere
kalkışıldı? Bu hamleyi o dönemdeki Orta ve Batı Avrupa güç dengesini
incelemeden anlayamayız. 1680’ler Fransa kralı XIV. Louis’nin en saldırgan
olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı-Fransa ilişkileri yakın ve güçlüdür. XIV. Louis’nin
hedefi Fransa krallığına ek olarak Kutsal Roma İmparatoru (Almanya ve Kuzey
İtalya’yı kapsayan federatif devletin seçimle belirlenen lideri) olarak
seçilmek ve Avrupa kıtasının tartışmasız hakimi olmaktı. Habsburg’lar Viyana’yı
kaybederlerse yaşayacakları güç ve itibar kaybıyla imparatorluk ünvanını
onların elinden alabilecek, Habsburg’lar Viyana için ondan yardım isterse de
imparatorluk ünvanı üzerine pazarlık edebilecekti. Ancak Habsburg’lar çetin
ceviz çıktı, küçük Alman devletlerini büyük ölçüde kendi yanlarında savaşa
sokabildiler. Doğu cephesinde Osmanlı’ya karşı Polonya, Rusya ve Venedik ile
ittifak yaparken batı cephesinde Fransa’ya karşı Hollanda, İspanya, İsveç ve
Savoy’la ittifak yaptılar. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1683-1699 büyük
güneydoğu Avrupa savaşı ile “Augsburg Birliği” savaşı olarak adlandırılan
1688-1697 büyük kuzeybatı Avrupa savaşı eş zamanlı olarak yapılmıştır. Habsburg
Avusturya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı Osmanlı ve Fransa’ya karşı birleştirerek
her iki savaştan da galip ayrılmıştır.
5. Osmanlı devleti modernleşmede geç kalmış
değildir. Aksine Avrupa modernleşmesinin ilk örneği sayılabilir. Modern devlet
tanımı içinde yer alan pek çok kavram Osmanlı’da Avrupa’dan bir, hatta iki yüz
yıl önce ortaya çıkmıştır: merkezi ve maaşlı ordu (14.yüzyıl), feodalitenin
tasfiyesi (14. ve 15.yüzyıllar), yargının merkezileştirilmesi (15.yüzyıl),
devletin öğretim kurumları kurması (15.yüzyıl), devletin dini kurumları kontrol
altına alarak siyasi amaçlar için etkin şekilde kullanması (15.yüzyıl), tüm
icranın başı olan bir başbakanlık makamı (16.yüzyıl). Fatih Sultan Mehmet,
kendisine benzer icraatları olan I. Francois (Fransa), VIII. Henry (İngiltere),
V. Charles (“Şarlken”, Kutsal Roma İmparatorluğu / Almanya) ve II. Philip
(İspanya) gibi hükümdarlardan yarım ila bir yüz yıl öncedir.
6. Osmanlı’nın Mısır’ı fethi ile İspanya’nın
Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek topraklarını fethi aynı tarihlerde, çok
benzer amaçlarla gerçekleşmiştir. Aradaki farklar fatihlerin niyetlerinden
değil fethedilen ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarından kaynaklanır. Her iki
örnekte de çok büyük ekonomik değeri olan bölgeler gelir amaçlı olarak
zaptedilmiştir. Osmanlı’lar teknoloji ve organizasyon olarak kendilerine yakın
seviyede ve kendileriyle büyük ölçüde aynı kültürü paylaşan bir ülkeyi
fethettikleri için fethedilen ülkede büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamıştır.
İspanyollar ise teknolojik olarak daha ilkel ve kültür olarak çok farklı
rakiplerle karşılaştıkları için fethettikleri ülkede kendi din ve kültürlerini
yaymıştır. Her iki fetihte de fethedilen zengin topraklar fatihlerin siyasi
sistemine entegre edilmemiş, yerel elitlerin yönetiminde haraca bağlanmıştır.
Osmanlı Memlukları fazla dönüştürmeden kullanmış, İspanyollar ise Aztek ve
İnka’ların vergi sistemlerini tepe noktalara kendi soydaşlarını yerleştirerek
devam ettirmiştir. İlginç bir şekilde Amerika’daki sömürgelerin İspanya’dan
bağımsızlığı Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ile hemen hemen aynı tarihlerde,
19.yüzyıl başında gerçekleşmiştir.
7. Osmanlı yükselme devrinde de Batı Avrupa’ya göre
daha az varlıklı, teknolojide daha geri ve nufus yoğunluğu daha düşüktü.
Osmanlı yöneticilerinin dehası merkezi ve liyakata dayalı bir sistemle kıt
kaynakları başarılı olarak mobilize etmeleridir.
8. Merkezi ve liyakata dayalı çok etkin devlet
mekanizmasının yanında Osmanlı’nın ikinci temel rekabet avantajı yetişmiş insan
kaynağı için yaşanacak en cazip ülke olmasıydı. Avrupa’da, özellikle Katolik
ülkelerde, çoğunluk dinine mensup olmayan bir kişinin sadece siyasette değil, ekonomide
kayda değer bir oyuncu olması imkansızdı. Halbuki Osmanlı irili ufaklı her
türlü azınlığa ticaret alanında yaşama fırsatı tanıyordu. Bu durum 18.yüzyıl
sonlarına kadar sürdü. Bir yandan Fransız devrimi, bir yandan da Habsburg
monarşisinin dini toleransı benimsemesiyle Osmanlı’nın bu büyük rekabet avantajı
ortadan kalktı. 19.yüzyılda Osmanlı’da kapsamlı reformlar yapılmasına rağmen
Balkanlar’ın Hıristiyan halklarının Osmanlı devleti ile kader birliği yapması
sağlanamadı. Rakiplerin de Osmanlı kadar çoğulcu hale geldiği bir ortamda
Balkan halkları daha varlıklı ve güçlü Avrupa devletleriyle gitgide daha
yakınlaşan ilişkiler kurdular.
9. Osmanlı ekonomik düzeninin “iaşeci” yapısının ve
farklı ekonomi felsefesinin peşinen Avrupa’ya göre daha geri olduğu ya da ekonomiye
zarar verdiği söylenemez. Bu konuda en ilginç örnek 18.yüzyılda
Habsburg/Osmanlı sınırında yaşananlardır. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşından
sonra imzalanan anlaşmada her iki devlet aralarındaki ticaretten pay alan kendi
tebalarını karşı tarafa danışmadan istedikleri gibi vergilendirebilecekleri
konusunda uzlaştılar. Avusturyalılar derhal kendi tebalarına vergi koydular,
Osmanlılar ise iaşeci refleksleri çerçevesinde koymadılar. Yeni vergi düzeni
ticarette Osmanlı vatandaşlarının Avusturya vatandaşlarına göre daha yüksek kar
marjlarına sahip olmasına sebep oldu. Ancak Osmanlı vatandaşları içinde
Hıristiyan ve Müslümanlar arasında önemli bir fark vardı: Katolik Avrupa
devletleri Müslüman tüccarların kendi ülkelerinde faaliyet göstermelerine sıcak
bakmıyordu. Bu düzen içinde Osmanlı vatandaşı Sırplar hem Avusturya
vatandaşlarına, hem de Osmanlı vatandaşı Müslümanlara karşı avantaj elde
ettiler ve Tuna boyu ticaretine hakim oldular. 1792 yılında vergi rejiminin
değişmesine kadar Sırbistan’da önemli bir sermaye birikimi oldu. 1804’te
Sırbistan’ın ticaret burjuvasisi önderliğinde özerklik kazanmasının temelinde
bu süreç yatar.
10. Osmanlı’nın “İslam devleti”, “Şeriat rejimi”
olma niteliği esasen demografik değil hukukiydi. 1517/18’de Mısır, Suriye ve
Hicaz’ın fethine kadar Osmanlı devletinde nufusun çoğunluğu Hıristiyandı.
Sonraki dönemlerde de Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri ve Istanbul’da nufusun
yarıya yakını Hıristiyandı. 300 yılı aşkın Osmanlı egemenlik döneminde
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş teşvik edilmemiş, bu nedenle din değiştirme
Balkan toplumunun en üst tabakası dışında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı devletinin
“İslami” niteliği hukuk temelliydi. Modern dönem öncesi hukuk sistemleri
arasında en zengin ve kapsamlı hukuk sistemi Hanefi fıkıhıdır. Bu nedenle hem
büyük devletler, hem de uluslararası ticaret erbabı nezdinde çok tercih edilen bir
sistemdi. Ayrıca Osmanlı’nın feodalizmi tasfiye edip, tüm tarım topraklarını
devlet mülkiyetine alıp, standart büyüklükte toprakları düşük vergi yükü ile
köylülere verme stratejisi Balkanlarda çok olumlu karşılandı. 18.yüzyıla kadar
Hıristiyan teba Osmanlı hukuk, siyaset ve ekonomi rejiminden memnundu, Osmanlı
yönetici sınıfı da nufusun çoğulcu niteliğinden faydalanıyordu. Bu sistem rekabet
avantajı ve popülaritesini Fransız devriminin Avrupa’da tetiklediği topyekun
değişime kadar sürdürebildi.
Saturday, 27 December 2014
Devlet/birey ilişkileri hakkındaki toplumsal refleksimizin bir yansıması olarak Andımız
Amerika Birleşik Devletleri’nde de, Türkiye’de de okul
öğrencileri güne and içerek başlar. Öğrenciliğim döneminde Andımız’ı severek
okumuşumdur.
Türkiye’deki and metni şöyle:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak, yurdumu milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek,
ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey büyük Atatürk;
açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime
ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene!”
Amerika’daki and ise şöyle:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of
America, and to the Republic for which it stands, one nation (under God),
indivisible with liberty and justice for all.”
Tercümesi:
“Amerika Birleşik Devletleri bayrağına ve onun temsil ettiği
cumhuriyete, herkese özgürlük ve adalet sunan, (Allah’ın altında) bölünmez tek
millete bağlılık sözü veririm.”
“Under God” / “Allah’ın altında” ifadesi parantez içinde,
çünkü Amerika’daki dindarlık/laiklik tartışmaları çerçevesinde and metnine bazı
dönemlerde dahil olmuş, bazı dönemlerde dahil olmamış.
İki and arasında dikkat çekici fark şu: Türk andında
bireyler devlete karşılıksız olarak birşeyler veriyor. Halbuki Amerikan andında
devletin herkese özgürlük ve adalet sağlama yükümlülüğünün altı çiziliyor.
Türk andının temel felsefesi “birey var olduğu için devlete ve
topluma karşı yükümlülükleri vardır”. Oysa Amerikan andının felsefesi “devlet
ve toplum bireye özgürlük ve adalet sağladığı için bireyin devlete ve topluma
karşı yükümlülükleri vardır”.
Aradaki fark insan hakları ve demokratikleşme alanlarında
yaşadığımız zorluklarının kaynağını çok net bir şekilde ortaya koyuyor, değil
mi?
Friday, 19 December 2014
2015 genel seçimleri için ittifak senaryoları
2015 genel seçimleri yaklaşırken %10 barajının demokrasiyi
tahrip eden, temel hak ve özgürlüklere aykırı niteliği tekrar gündeme geldi.
Anayasa Mahkemesi bireysel başvurular kapsamında barajın vatandaşlar için bir
hak ihlali oluşturup oluşturmadığını inceliyor.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı vermemesi
durumunda küçük partilerin barajı aşmaya yönelik bir ittifak kurması gündeme
geldi – LDP kamuoyunda isim bilinirliği yüksek bazı isimler ile tüm küçük partilere
seçimlere birlikte katılma teklifi yaptı.
2015 seçimlerinde partiler arası ittifaklar mantıklı mı? Bu
soruyu barajın kalkma ihtimalinden bağımsız olarak çeşitli ittifak
alternatifleri için inceleyelim.
Ülkemizde uygulanmakta olan nisbi temsil sisteminin d’Hont
şekli büyük partiler için avantajlı olduğundan, ittifak yapan herhangi iki
parti ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse birlikte seçime girmek milletvekili
sayısını artırır.
Örneğin, CHP ve MHP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu
gibi seçimlere ortak bir liste ile girse ve partilerin oy dağılımı Akparti %45
– CHP %25 – MHP %17 – HDP’li bağımsız adaylar %8 şeklinde bir
oy dağılımı oluşsa milletvekili dağılımı ittifak öncesinde Akparti 293 CHP 130
MHP 86 HDP 41 şeklinde olacak iken CHP/MHP ittifakı sonrasında sonuç Akparti 282
CHP/MHP 226 HDP 41 şeklinde olur. Yani ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse sırf
sistemden ötürü CHP/MHP ittifakı fazladan 10 milletvekili kazanabilir.
Avrupa’da ittifak örneklerini Fransa ve İtalya’da çok sık
görüyoruz.
Türkiye’de ise geçmişte en başarılı ittifak örneği 1991 seçimlerindeki
RP/MHP/IDP ittifakı oldu. Bu seçimde oyları baraja yakın seyreden RP ile kendi
başlarına barajın altında kalmaları muhtemel olan MHP ve IDP birlikte %19 oy
alarak 450’de 61 milletvekilliği kazanmışlardı. Seçime tek başına giren DSP ise
%11 oyla sadece 7 milletvekilliği kazanabilmişti.
1991’deki SHP/HEP ittifakı büyük bir hayal kırıklığı ile
sonuçlandı. 1995’deki ANAP/BBP, 1999’daki DYP/ATP. 2002’deki DYP/DTP, 2007’deki
CHP/DSP ve 2011 DP/BTP ittifakları ise kayda değer bir etki yaratamadı.
2015’te ittifak için pek çok farklı senaryo düşünülebilir:
- CHP tabanını her yönde genişletmek için hem merkez sağdan, hem de Gezi Parkı direnişinin sosyalist soldan çevrecilere kadar tüm unsurlarından gelecek bağımsız adayları listesine dahil edebilir;
- MHP daha geniş bir sağ koalisyon için DP ve SP ile 1991’i andıran bir ittifak yapabilir;
- 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi çok sayıda muhalefet partisi seçime birlikte girebilir;
- Küçük partiler barajı geçecek bir “beşinci parti” için LDP’nin teklifine benzer bir ittifak oluşturabilir.
Bugün itibarıyla bu senaryoların hiçbiri yüksek bir
gerçekleşme ihtimaline sahip değil. Ancak yine de ittifakların olası etkilerini anlamak
için detaylı olarak inceleyelim.
Referans senaryosu olarak Akparti’nin %45, CHP’nin %25,
MHP’nin %17, SP’nin %3, HDP’li bağımsızların da %8 oy aldığı ve illerdeki
dağılımın 2014 yerel seçimlerine paralel olduğu bir senaryoyu alalım.
Milletvekili dağılımı Akparti 293, CHP 130, MHP 86, HDP 41 şeklinde olur.
CHP’nin listesine hem merkez sağ, hem de Gezi parkı
unsurlarını katarak oylarını %3 artırması, Akparti ve MHP’nin de %1’er oy
kaybetmesi durumunda oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %44 – CHP %28 – MHP %16 – HDP (B) %8 – SP %3
Akparti 284 – CHP 148 – MHP 76 – HDP 42
Bu senaryo altında CHP ilave 18 milletvekili kazanabilir.
MHP’nin DP ve SP ile ittifak yaparak oylarını %6 artırması,
Akparti ve CHP’nin %1’er oy kaybetmesi durumunda ise oy dağılımı ve
milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %44 – CHP %24 – MHP/DP/SP %23 – HDP (B) %8
Akparti 274 – CHP 117 – MHP 119 – HDP 40
MHP/DP/SP ittifakı MHP’ye %6 ilave oy getirmesi halinde 43
fazla milletvekili çıkarır ve Akparti’yi %44 oyla bile salt çoğunluğun altına
itebilir. Bu senaryo 1991 seçimlerinde olduğu gibi sonucu ciddi oranda etkileme
şansına sahip.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi HDP dışındaki
muhalefet partilerinin seçimlere tek listeyle girdiğini varsayalım. Yerel
seçimlerde CHP, MHP, SP, BBP, DP ve DSP’nin büyükşehir belediye meclisleri ve
il genel meclisleri seçimlerindeki toplam oyu %49,3 seviyesindeydi. Bu
partilerin seçmenlerin onda birinin ittifaktan hoşnut kalmayarak Akparti ve
HDP’ye oy verdiğini varsayarsak oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle
olabilir:
Akparti %46 – Muhalefet ittifakı %44 –HDP (B) %9
Akparti 271 – Muhalefet ittifakı 235 – HDP 44
Muhalefet ittifakı katılan partilerin oylarının onda birini
kaybetse dahi 19 fazla milletvekili çıkararak Akparti’yi %46 oyla salt
çoğunluğun altına itebilir.
Son olarak küçük partiler ile kamuoyunda isim bilinirliği
yüksek siyasetçilerin bir araya gelerek barajı geçecek bir “kritik kütle”
yakalaması senaryosunu ele alalım. SP, BBP, DP ve DSP’nin 2014 yerel
seçimlerinde aldığı toplam oy %6 civarındaydı. Ortak listenin Akparti, CHP ve
MHP’den %1,5’ar oy alıp %10,5 ile barajı geçmesi halinde oy dağılımı ve
milletvekili sayıları şöyle olur:
Akparti %43 – CHP %23 – MHP %15 – HDP (B) %8 – Ortak liste
%10,5
Akparti 283 – CHP 120 – MHP 68 – HDP 41 – Ortak liste 38
Ortak listenin %7,5 seviyesinde kalarak barajı geçememesi
durumunda ise:
Akparti %44 – CHP %24 – MHP %16 – HDP (B) %8 – Ortak liste %7,5
Akparti 299 – CHP 128 – MHP 80 – HDP 43
Birbirinden çok farklı partiler nasıl ortak bir liste
çıkarabilir? Bu noktada açık önseçim sistemi çok faydalı olabilir.
Seçimli pozisyonlar için gösterilecek adayların parti üst yönetimi,
parti teşkilatı ya da parti üyeleri yerine doğrudan seçmenler tarafından
belirlendiği sistemlere “açık önseçim” denir. Açık önseçim 1960’lı yıllarda
ABD’de uygulanmaya başlayan, son 10 yılda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşan bir
sistemdir.
ABD’de 50 eyaletin tamamında her iki parti bu sistemi
uygulamaktadır. Avrupa’da şu ana kadarki en büyük açık önseçim 2012
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Fransa Sosyalist Partisi tarafından
yapılmıştır. Fransa Sosyalist Partisi
üyelerinin doğrudan oy kullanabildiği bu önseçimde Sosyalist Parti üyesi
olmayan seçmenler de partiye en az 1 Euro bağış yapmak ve “Fransa solunun temel
ilkeleri” başlıklı bir cümlelik bir metni imzalamak şartıyla oy
kullanabilmiştir. Francois Hollande, birinci turda 2.7 milyon, ikinci turda ise
2.9 milyon seçmenin oy kullandığı bir süreçle Sosyalist Parti Cumhurbaşkanı
adayı olarak seçilmiştir.
Açık önseçim son yıllarda İtalya ve Yunanistan’daki sol
partiler tarafından da benimsenmiştir. Yeşiller Partisi sistemi Avrupa çapında
uygulama kararı almıştır. Britanya Muhafazakar Partisi de açık önseçim
uygulamasını tartışmaktadır. Dünyanın diğer bölgelerinden de Şili ve Güney Kore
örnekleri verilebilir. İtalya’daki 5 Yıldız Hareketi daha da ileri giderek
elektronik bir seçimle belirlenmiş, mevcut partiler dışında bir sistem
geliştirmiştir.
Türkiye’deki mevcut siyasi partiler kanunu açık önseçimi
zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklar Fransa Sosyalist Partisi’nin kullandığına
benzer bir süreçle aşılabilir.
İttifaka katılan siyasi partiler arasından seçime girme
hakkına sahip bir parti “çatı partisi” olarak belirlenir. Bu parti adaylarını
hukuki olarak (siyasi partiler kanunu altında) merkez yoklaması ile belirler. Parti
yönetimi, aday listesini milli açık önseçim projesinin sonuçlarına göre
belirlemek için karar alır ve bunu duyurur. Sürece siyasi partiler dışında
sivil toplum örgütleri ve siyasette aktif rol almak isteyen bireyler de davet
edilir.
Süreci yönetmek için katılan tüm partiler ve destekleyen
sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri arasından bir koordinasyon kurulu seçilir.
Koordinasyon kurulu aday adaylığı için kriterleri belirler, kriterlere uyan
adaylar arasında önseçim sürecini yürütür ve sonuçları ilan eder. Süreç
tamamlandığına açık önseçim ile oluşan liste çatı partinin yönetimi tarafından YSK’ya
bildirilir.
Bu sayede hem çeşitli partilere mensup siyasetçiler arasındaki
yarışma tüm seçmenlerin katılımıyla yapılarak genel seçim kampanyası öncesinde
bir “prova” yapılmış olur.
Açık önseçim bahsettiğimiz üçüncü ve dördüncü senaryolarda,
yani tüm muhalefet partilerinin ortak bir liste oluşturması veya barajı kendi
başlarına geçme şansı olmayan küçük partilerin bir araya gelmesi durumunda
listelerin oluşturulma sürecini kolaylaştırabilir.
Alternatif olarak, listelerin belli bir yüzdesinin ittifaka
katılan partilerin organları tarafından, kalan kısmının açık önseçimle
belirlenmesi düşünülebilir.
Hangi partiler arasında yapılırsa yapılsın seçim ittifakı
kolay bir süreç değil. Bu nedenle 2015 genel seçimlerinde kayda değer bir
ittifak oluşturulması şu an itibarıyla yüksek bir ihtimal olarak görünmüyor.
Ancak Anayasa Mahkemesinin %10 barajını insan hakları ihlali gerekçesiyle iptal
etmemesi halinde, siyasi partiler kanunun getirdiği adaletsiz ve
anti-demokratik kuralların aşılması için tüm siyasi oyuncuların konuyu
derinlemesine ele almasında fayda var.
Friday, 12 December 2014
Osmanlıca meselesi hakkında bu konuları merak edip öğrenmeye çalışmış birinin notları
Son zamanlarda “Osmanlıca” adı takılan, “Arap alfabesiyle
geçen yüzyılın Türkçesini yazma” işini bilirim. Gayet kolay öğrenmiştim, çünkü
okulda zorla değil aile içinde kendi isteğimle rahmetli dedemden öğrendim.
Dedem ilkokula harf devriminden önce başladığı için Arap
alfabesiyle okuma yazması iyiydi. Günlük tutarken ve şiir yazarken, kendi
deyimiyle “eski yazı” kullanırdı.
1990 yılında ufak bir ameliyat için birkaç gün hastanede
yatmıştım. Yaş 18; o zaman ne iPhone ne PlayStation var. Televizyon da tek kanal,
sadece sıkıcı eski filmler.
Hastanede iki gün canım sıkıldığında dedemden rica ettim,
bana Arap alfabesiyle okuyup yazmayı öğretti. El yazmalarını işe yarayacak bir
hızda okuyacak kadar pratiğim yok, ama 19.yüzyıldan kalma basılı kitapları
rahat okurum.
Bu konuda kendi tecrübemden, harf devriminden önce ilkokula
başlamış büyüklerimden ve akademik çalışmalardan öğrendiklerimi paylaşmak
istiyorum:
1.
“Osmanlıca” diye bir dil yoktur. Sadece farklı
alfabelerle yazılmış Türkçe formları vardır.
2.
Harf devriminden önce ilkokula gitmiş epeyce
insan tanıdım. Hiçbirinin eski dil ve yazıya “Osmanlıca” dediğini duymadım.
Genellikle “eski Türkçe” ya da “eski yazı” ifadesini kullanırlardı.
3.
Matbaa basımı 19.yüzyıl kitaplarını okuyabilecek
kadar Arap alfabesi öğrenmek, herkesin evinde en fazla bir haftada başarabileceği
bir iştir. Bu konuda yazılmış yüzlerce ders kitabı vardır ve kolayca
bulunabilir.
4. “Osmanlıca”
diye bir şey vardır, ama eskiden halk arasında yaygın kullanılan dil değil,
Osmanlı devlet bürokrasisinin yazılı iletişim tarzıdır. Bunu öğrenmek dil
öğrenmek gibi herkesin harcı değildir – zira Osmanlı tarih, kültür ve devlet
yapısını bilmeyi gerektirir. Yüksek lisans düzeyinde bir çalışma ister.
Milyonları bir kenara bırakalım, Osmanlıcaya hakim on bin insan yetiştirmek
bile büyük bir başarı olur.
5.
Arap alfabesinin Türkçeye uymadığı ve
değiştirilmesi gerektiği harf devriminden yüz yıl önce tartışılmaya başlamış
bir konudur.
6.
Dil devrimi dünyada oldukça yaygın bir
uygulamadır. Japonlar biri hiyeroglif, ikisi heceli olan üç yazı sistemini
birlikte kullanır. Asya’da Kore yepyeni hece bazlı bir fonetik yazı
geliştirmiş, Vietnam, Malezya ve Endonezya Latin alfabesine geçmiş, Çin Halk
Cumhuriyeti de yazı karakterlerini basitleştirmiştir. Avrupa’da ise Fransa,
Almanya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi pek çok ülke 19.yüzyılda dilde kapsamlı
bir sadeleştirme ve standardizasyon yapmıştır.
7.
Osmanlı arşivlerinin çok büyük bir bölümünün
Latin alfabesi ve güncel Türkçeye geçirilmemiş olmasının nedeni iyi Osmanlıca
bilen yeterince eleman bulunamamasıdır.
8.
Matbaanın Türkçe eserlerin basımı için
kullanılmaya başlamasıyla harf devrimi arasında geçen iki yüz yıllık dönemde
basılan kitap sayısı 30.000 civarındadır. Bu kitapların hepsini sayfa sayfa
eski ve yeni yazının yan yana yer alacağı şekilde derlemek her yıl 1 milyon
lise öğrencisine eski yazı öğretmekten daha kolay olur.
9.
Türkçe sadece Latin ve Arap alfabeleriyle
yazılmamıştır - Kiril (Orta Asya), Yunan (Karamanlı) ve Orhun yazıtlarında
kullanılan runik alfabe gibi çok farklı alternatifler kullanılmıştır. Bunları
da ihmal etmemek gerekir.
10.
Alfabe (birer ses ifade eden işaretlerden oluşan
fonetik yazı) dünya tarihinde sadece bir kez, Fenikeliler tarafından icat
edilmiştir. Latin, Yunan, Kiril, Arap, İbrani, İskit, Hint, Tay gibi ilk
bakışta birbiriyle tamamen ilgisiz görünen alfabelerinin hepsi birbirine
akrabadır ve nasıl türediklerini gösteren “aile ağacı” wikipedia’da bile kolayca
bulunabilir.
11.
Çin Halk Cumhuriyeti bayrağındaki dört küçük
yıldızın hepsi bize yakın ya da uzak akraba olan milletleri temsil eder -
Uygurlar, Moğollar, Mançuryalılar ve Tibetliler. Her basılan Çin Yuan’ında
Çince’nin yanında bu dört dil bulunur. Uygurca Arap alfabesiyle yazılır ve
20.yüzyıl başı Türkçesine çok yakındır. Yani her Çin banknotunda güzel Türkçemizi
bulabilirsiniz. Ama aynı Çin devleti Uygur Türklerini de Tibetlileri de “kıtır
kıtır kesmektedir”.
1 Yuan’lık Çin banknotunda Arap alfabesiyle Uygur
Türkçesi yazı: “Bir yuan, Congu halk bankası”.
12.
Bugün Avrupa’nın ortasındaki Berlin’den Çin’in
ortasındaki Xian’a kadar 8 bin kilometre, üç ayrı alfabede yazılan aynı
Türkçeyi konuşarak gidebilirsiniz.
13.
Osmanlı fiziki mirasını koruyamayan bir ülkenin
Osmanlıcayı canlandıracağını iddia etmesi gülünçtür. Şu anda en iyi muhafaza
edilmiş Osmanlı şehri Türkiye’nin herhangi bir şehri değil Üsküp’tür. Şehrin
merkezindeki Türk mahallesi aynen Balkan savaşı öncesinde olduğu gibi
durmaktadır. Bunun neden Türkiye’nin hiç bir şehrinde başarılamadığını
sorgulamaya ihtiyacımız var.
14.
Türkçenin Latin harfleriyle yazılması gayet
doğaldır, çünkü Latin alfabesi de Arap alfabesi kadar Türk kültür mirasının bir
parçasıdır. Osmanlı devleti kendini resmen Roma imparatorluğunun mirasçısı
kabul ederdi. Pek çok Osmanlı padişahı ünvanlarını sayarken Halife’den hemen
sonra Roma İmparatoru ifadesini kullanmıştır. Osmanlı entellektüellerinin bu
konudaki halet-i ruhiyesini özetlemek için bir örnek: milli şairimiz Namık
Kemal, ki kendisi önde gelen Osmanlıcılardandır, meşhur Osmanlı tarihi kitabını
Anadolu, Orta Asya ya da İslam tarihiyle değil Roma İmparatorluğu tarihiyle
başlatır.
Velhasıl eski yazı ve Osmanlıca konularını tartışırken yavan
sloganları bir kenara bırakıp bilgi ve tecrübeye dayalı analizler yapmak
faydalı olacaktır.
Türk gençliğinin Türkçenin geçmişte yazılmış olduğu tüm
alfabeleri öğrenmeye teşvik edilmesi güzel bir fikir. Ancak Arap alfabesiyle
yazılan 19.yüzyıl Türkçesini tüm öğrenciler için zorunlu ders haline getirmek
olsa olsa gençlerin hevesini kırar.
Friday, 5 December 2014
HDP hodri meydan diyor
HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bu hafta Ruşen Çakır’a
verdiği röportajda HDP’nin genel seçime bağımsız adaylarla değil parti olarak
girmeyi planladığını söyledi.
Demirtaş, “barajı geçememe riskini nasıl alıyorsunuz” mealinde
bir soruyu yanıtlarken şöyle diyor:
“Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım. Biz değil parlamentonun kendisi düşünsün.”
“Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım. Biz değil parlamentonun kendisi düşünsün.”
HDP parti olarak seçime girerse ne olur? Barajı geçtiği ve
geçemediği senaryolarda milletvekili dağılımı nasıl olur? Düşünecek bir şeyi
olan kim?
Önceki yazımızda barajın kalkması halinde ne olacağını
incelerken kullandığımız iller seviyesinde detaylandırılmış seçim modelimizle
cevaplandırmaya çalışalım.
Genel seçimlerde oyların dağılımı hakkında basit bir
varsayım yapalım. HDP Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın aldığı
oylardan her ilde %0,5 daha yüksek oy alsın. CHP ve MHP 2011 genel ve 2014 yerel
seçimlerinde aldıkları oyların ortalamasını alsın. SP 2014 yerel seçimlerinde
aldığı oyu korusun. Akparti de bu dört partinin aldığı oylar dışında kalan tüm
oyların %95’ini alsın.
Bu varsayımla Türkiye çapında oy dağılımı şöyle olur:
Akparti %44,2 – CHP %25,8 – MHP %15,4 – HDP %10,3 – Saadet
%2,8
Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi
temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında ortaya çıkan milletvekili
dağılımı şöyle:
Akparti 282 – CHP 136 – MHP 73 – HDP 59
HDP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı oy
oranını alarak az farkla barajın altınfa kalırsa sonuç şöyle değişiyor:
Akparti 331 – CHP 143 – MHP 76
Yani HDP’nin seçime parti olarak girip barajı geçememesi
sadece Kürt hareketinin parlamento dışında kalmasına değil Akparti’nin Anayasa
değişikliklerini referanduma götürecek bir çoğunluğa ulaşması ihtimalini ortaya
çıkarıyor.
Bu durum seçim sath-ı mailine girildiğinde kararsız
seçmenler üzerinde etkili olabilir. “Akparti’nin sistem değişikliğine
gidebilecek bir çoğunluğa ulaşmasını istemiyorsanız HDP’ye el verin” şeklinde
bir kampanya görebiliriz.
HDP’nin seçime parti olarak girme kararını “hodri meydan
demek” ya da “kararsız seçmeni kafakola almak” olarak niteleyebiliriz.
Seçime daha altı ay var, ama Türk siyasetinde şimdiden her
gün çok ilginç gelişmeler oluyor.
Monday, 1 December 2014
Anayasa Mahkemesi yüzde 10 barajını iptal ederse ne olur?
Bu hafta sonu birkaç yayın organında Anayasa Mahkemesi’ne
genel seçimlerdeki yüzde 10 barajıyla ilgili bireysel başvurular yapıldığı ve
mahkemenin bunları 2-3 hafta içinde karara bağlayacağına dair haberler
yayınlandı.
Anayasa Mahkemesi’nin barajın insan hakları hukuku açısından
bir ihlal durumu yarattığına hükmetmesi halinde oldukça karmaşık bir hukuki
durum ortaya çıkabilir. Seçim kanununun mevcut maddesi iptal edilmiş
olmayacağından, TBMM’nin yeni bir düzenleme yapmaması halinde Yüksek Seçim
Kurulu ihlal kararına rağmen eski sistemi devam ettirmek zorunda kalabilir.
Anayasa’nın 67.maddesi gereği seçim kanunlarında seçime bir yıldan az kala
yapılan değişiklikler ilk seçimde uygulanamayacağından TBMM’nin sadece kanun
değişikliği değil Anayasa değişikliği yapması da gerekebilir.
Bu karmaşık hukuki durumun analizi bu yazımızın çerçevesini
aşıyor. Ancak hukuki ve siyasi süreçlerin sonunda 2015 genel seçimleri barajsız
olarak yapılırsa bunun milletvekili dağılımını nasıl değiştireceğini detaylı
olarak analiz etme imkanına sahibiz.
Analiz için 81 ildeki tüm seçim bölgeleri için 2014 yerel
seçim sonuçlarını temel alan bir model oluşturduk. Muhtelif oy dağılımı
varsayımlarının milletvekili sayılarını nasıl etkileyeceğini her il için ayrı
ayrı hesaplayabiliyoruz.
Partiler 2014 Mart yerel seçimlerindeki oy oranlarını aynen
koruması (büyükşehirlerde belediye meclisi, diğer illerde il genel meclisi
seçim sonuçlarını kullanarak) aşağıdaki oy dağılımına denk geliyor:
Akparti %43,3 – CHP %25,6 – MHP %17,6 – HDP %6,6 – Saadet %2,8
– BBP %1,6
Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi
temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında (HDP adaylarının seçime
bağımsız olarak katıldığı varsayımıyla) ortaya çıkan milletvekili dağılımı
şöyle:
Akparti 278 – CHP 135 – MHP 97 – HDP 40
Seçim sisteminde ve partilerin aldığı oylarda başka hiç bir
şey değişmeden sadece baraj kalkıp HDP seçime parti olarak girerse sonuç şöyle
değişiyor:
Akparti 273 – CHP 132 – MHP 97 – HDP 44 – Saadet 3 – BBP 1
HDP seçime parti olarak girebilirse bağımsız olarak girmeye
göre biraz daha fazla oy alması muhtemel. Saadet ve BBP de barajın kalkmasıdan
benzer şekilde faydalanabilir. HDP’nin Akparti ve CHP’den yüzde 1’er oy alarak
%8,5 oranına ulaşması, Saadet Partisi’nin Akparti’den %1,5 oy alması, BBP’nin
de Akparti ve MHP’den %0,5’er oy olması halinde oy ve milletvekili dağılımı
şöyle değişiyor:
Akparti %40,3 – CHP %24,6 – MHP %17,1 – HDP %8,6 – Saadet %4,3
– BBP %2,6
Akparti 263 – CHP 130 – MHP 99 – HDP 50 – Saadet 7 – BBP 1
Yukarıdaki senaryoya ek olarak Emine Ülker Tarhan’ın kurduğu
yeni partinin CHP’den %3, MHP’den %1 oy alarak %4’e ulaşması durumunda sonuç
şöyle değişiyor:
Akparti %40,3 – CHP %21,6 – MHP %16,1 – HDP %8,6 – Anaparti
- %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6
Akparti 272 – CHP 118 – MHP 97 – HDP 50 – Anaparti 5 – Saadet
7 – BBP 1
Son olarak da merkez sağda yeni bir partinin başarılı olması
ve üç büyük partiden büyüklükleriyle orantılı oy çekerek %5’e ulaşmasını
senaryosunu inceleyelim:
Akparti %37,7 – CHP %20,2 – MHP %15,1 – HDP %8,6 – Yeni Merkez
Sağ %5,0 – Anaparti - %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6
Akparti 262 – CHP 114 – MHP 95 – HDP 56 – Yeni Merkez Sağ 8 –
Anaparti 6 – Saadet 8 – BBP 1
Bu senaryoda illerdeki oy dağılımının ana hatlarıyla 2014 yerel seçim sonuçlarını takip ettiğini varsayıyoruz. Küçük partilerin oy oranı toplam %18 civarında. Bölgelerde doğru bir aday belirleme stratejisi ile küçük partiler bu oy oranı ile çıkartabilecekleri milletvekili sayısını 23'ten 30-35'e çıkarabilirler.
Mevcut baraj ve HDP’nin seçime bağımsız girmesi halinde Akparti’nin tek başına iktidara gelmek için alması gereken oy oranı %43 civarında iken barajın kalkması ve HDP’nin seçime parti olarak girmesi halinde bu rakam %45’e yükseliyor. Ancak yeni muhalefet partilerinin meclise girmesi halinde bu rakam artabilir ya da tekrar düşebilir.
Thursday, 27 November 2014
Yaklaşan 2015 genel seçimleri ve üniversite öğrencileri: Önemli bir hatırlatma
Üniversite öğrencileri yaklaşan genel seçimlerde çok önemli
bir grup. YÖK rakamlarına göre Türkiye’de 2.2 milyon üniversite öğrencisi var.
Toplam seçmen sayısının yüzde 5’ine yakın bir rakam.
Seçimler en geç Haziran ayı ortasında yapılacak, yani seçim
günü üniversite öğretim dönemi içinde kalacak.
Öğrenimlerine devam etmek için ailelerinin yaşadığı şehirden
başka bir şehre giden öğrencilerin çoğu resmi ikametgah adreslerini değiştirmiyor.
Seçmen kütükleri resmi ikamet adreslerine göre hazırlandığından, pek çok
öğrencinin seçmen kaydı ailesinin evinde. Seçimler öğretim döneminde olduğunda
pek çok öğrenci kayıtlı oldukları yere gidemiyor ve oy kullanamıyor.
Oy kullanmak isteyen ancak ailesinden ayrı bir şehirde
okuyan öğrencilerin seçimler için şimdiden hazırlık yapmasında fayda var.
Seçimlerde ailenizin yanına gidip oy kullanma şansınız yoksa 1-2 saatinizi
ayırarak resmi ikametgahınızı öğrenim gördüğünüz şehre alabilirsiniz.
Bunun için kaldığınız yurt ya da evin bulunduğı ilçenin
nufus müdürlüğüne şahsen başvurmanız gerekiyor. Başvuru için gerekli belgeler
şöyle:
- Yurtta kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, üniversiteden öğrenci belgesi, yurttan da orda kaldığınıza dair belge
- Kiralık evde kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, varsa adınıza elektrik, su ya da gaz faturası, yoksa kira sözleşmeniz
- Bir aile üyenize ait bir evde kalıyorsanız başvuruyu o kişiyle birlikte yapmanız gerek
Seçimler yaklaştığında muhtalıklarda askıya çıkacak seçmen
listelerini kontrol etmek ve değişikliğin gerçekleştiğini teyit etmekte de
fayda var.
2015 genel seçimleri herkesin Türkiye’nin yönetimine
ağırlığını koyması için bir şans. Her oy çok değerli.
Üniversite öğrencisiyseniz ve oy kullanmak için resmi
ikametgah adresinizin olduğu şehre gidemeyecekseniz, resmi ikametgahınızı
değiştirin. Bu mesajı arkadaşlarınıza iletin. İmkanınız varsa nufus müdürlüğüne
başvuru yapmak isteyen tanıdıklarıza yardımcı olun.
Seçimlerde sizsiz bir kişi eksiğiz!
Tuesday, 25 November 2014
Paralel devlet nedir, ne değildir?
Son bir yıldır Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Akparti
yöneticilerinden “paralel devlet” ifadesini çok sık duyduk. Bu paralel devlet
nedir, nasıl bir şeydir?
Sayın Cumhurbaşkanı bu ifadeyi “devlette, özellikle de yargı
ve emniyette yerleşmiş organize gruplar” anlamında kullanıyor. Bu tanım yanlış,
zira Sayın Cumhurbaşkanı’nın tarif ettiği tür yapılanmalara Türkçemizde “derin
devlet” diyoruz.
Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi bir derin devlet problemi
olabilir. Bunu tespit edecek ve çözecek olanlar ülkenin seçilmiş
yöneticileridir. Ancak bir “ekonomik paralel devlet” var ki, aslında derin
devletten çok daha önemli. Ülkemizin sadece siyasi değil ekonomik, sosyal ve
kültürel geleceğini için büyük bir tehlike.
Ekonomik paralel devlet nedir? İmar rantı ve siyaset
finansmanını içeren, saydamlıktan uzak bir ilişkiler ve para akışları
sistemidir.
Ekonomik paralel devletin büyüklüğü nedir? İnşaat ve
şehirleşme rakamlarıyla emlak fiyatlarından hareketle sadece Istanbul’daki
büyüklüğünün yılda 15-30 milyar TL, yani kişi başına yılda 1.000 - 2.000 TL arası
olduğunu tahmin edebiliriz.
Ekonomik paralel devlet nasıl oluşur? Şehirleşme katma değer
yaratan bir süreçtir. İnsanların şehirlerde birbirlerine yakın yaşamaları
ekonomik verimliliğe, daha etkin bir iş bölümüne ve daha hızlı fikir alış
verişine imkan tanır. Bu nedenle kalabalık bir şehrin merkezinde yapılan bir
bina, maliyeti aynı olan ama şehir dışında yapılan bir binadan çok daha
değerlidir. Şehir merkezlerindeki binaların piyasa değeri ile maliyeti arasındaki
farka “kentleşme katma değeri” ya da “imar rantı” diyebiliriz.
İmar rantı aslında bir katma değer türü olarak iyi bir
şeydir. Sorun var olmasında değil adil paylaşılmamasındadır.
Şehir merkezlerindeki binaların kırsala göre daha değerli
olmasını sağlayan o şehirde yaşayan herkesin katkısıdır. Bu bağlamda imar hakkı
artışlarıyla yaratılan katma değerin de tüm vatandaşlara ait olması gerekir.
Bu noktaya nasıl geldik? Türkiye Cumhuriyeti’nin bir türlü
çözemediği en büyük sorunlarından biri iç göç ve rastgele kentleşmedir.
1950’lerde hızlanan köyden kente göç olgusu 1970’lerde kontrolden çıktı.
Şehirlerin büyüme hızına hukuk ve siyaset yetişemedi. İmar rantının paylaşımı
kurallı bir şekilde yapılamadığından imar rantı kapanın elinde kaldı: “emsal
artışı” tabir edilen imar hakkı değişiklikleri belediye meclisleri tarafından
yapılıyor, ancak karşılığında kamu tarafından bir bedel tahsil edilmiyor.
Akparti iktidarına kadar imar rantı paylaşımı kaotik bir
şekilde yapılıyordu. Akparti devrim niteliğinde bir değişim yaptı: imar rantı
paylaşımını merkezileştirdi. Yıllardır kanıtlara bağlı olmadan konuşulan ve 17
Aralık sürecindeki bilgi sızdırma fırtınasıyla tüm detayları açığa çıkan süreç
esasen bu.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın haklı olduğu bir nokta var: devletin
kasasından çıkan bir şey yok. Ama hala büyük bir sorun var, zira tüm
vatandaşlara dağıtılması ya da en azından devletin kasasına girmesi gereken
ortak değerler siyasi iradeyle kişi ve kurumlara devrediliyor.
Mevcut düzenin pek çok zararı var:
- Gelir ve servet dağılımını bozuyor
- Girişimcilerin enerjisini üreterek katma değer yaratmak yerine arazi spekülasyonu ve imar hakkı yönetimine yöneltiyor
- Cari açığı körüklüyor
- Gençlere kötü örnek oluyor, geleceklerini teknoloji ve girişimcilik yerine rant kavgası ve siyasi güç istismarında aramaya teşvik ediyor
İşte “sağlam irade” göstermek gereken yer burası. Hodri
meydan – adalet ve kalkınmadan bahsediyorsak 2015 genel seçimlerinden önce bu tek
maddelik yasayı TBMM’den geçirelim.
Friday, 21 November 2014
Moğollar’ın Bağdat’ı yakıp yıkmasından bu yana kimse İslam’a bu kadar zarar vermedi
“Medeniyetler çatışması” üzerine bir fıkra vardır: Sivas’ta bir
gün opera sahneye konmuş ve vatandaşın birini zorla seyretmeye götürmüşler. Hayatında
ilk defa böyle bir temsil gören ve çok sıkılan adamcağız çıkışta: “Sivas Sivas
olalı böyle zulüm görmedi” demiş.
Bu haftaki Amerika’nın keşfi tartışmaları bana bu fıkrayı
anımsattı. Fıkradan hareketle, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan hakkında
“Moğollar’ın Bağdat’ı yakıp yıkmasından bu yana kimse İslam’a bu kadar zarar
vermedi” desek yanlış olmaz.
Neden mi?
Saygı duyulacak bir mirası olmayan bir ülkenin liderinin
geçmiş hakkında “atıp tutması” önemli değildir. Zira koruması gereken bir
değeri yoktur. Ama büyük bir değerin mirasçısı olanlar geçmişlerini iyi bilmek
ve hakkını vermek zorundadır.
Amerika’yı Kolomb’dan önce Müslümanlar keşfetti iddiası işte
bu nedenle büyük tahribat yapıyor. Önemli bir parçası olduğumuz İslam
medeniyetinin gurur duyulacak çok şeyi var: Amerika’yı keşfeden Müslümanlar
değil, ama Çin’de İngilizlerin Hong Kong’u kurmasından 900 yıl önce bir ticaret
kolonisini Müslümanlar kurdu. Hukuk devleti, insan hakları ve yargı
bağımsızlığı kavramlarını Batı Avrupa’dan 1000 yıl önce Müslümanlar uyguladı.
Bugün akademik hayatta kullanılan ünvanlar, bunları almak için girilen sınavlar
ve eğitimi veren kurumların kökeni Roma’ya değil 800’lü yıllar Bağdat’ına
dayanır. Dünya ticaretinde en çok tercih edilen ve her yerde kabul gören hukuk
İngiliz hukukundan çok önce İslam hukukuydu. Ortaçağ’da Hıristiyan din alimleri
skolastik düşüncenin derinliklerindeyken büyük bir İslam alimi olmanın ön şartı
büyük bir bilim adamı olmaktı. 1400’lerde başlayan “modern” çağın en etkin ve
başarılı devlet projesi Osmanlı devletiydi.
Bunun gibi verilebilecek çok örnek var, saymakla bitmez.
Ecdadımızla elbette gurur duyalım, kendimizi ve çocuklarımızı daha da iyisini
yapmak için motive edelim.
Fakat geçmişteki gerçek başarılarımızı bilmeden ve öğrenmeye
gayret etmeden, kimsenin ciddiye almadığı gülünç iddialarla ortaya çıkarsak alacağımız
yegane netice dünyada “bu medeniyetin iflas etmiş olduğu” veya “trajikomik bir
karikatüre dönüşmüş olduğu” izlenimini uyandırmaktır.
Madem ki büyük bir medeniyetin mirasçıyız, ciddi olalım,
hakkını verelim. İslam’ı savunacağız derken elimize yüzümüze bulaştırmanın
faturası Türk milleti ve tüm Dünya Müslümanları için ağır olur.
Tuesday, 11 November 2014
Siyasette 50 yılda bir arpa boyu yol gidemedik mi?
Türkiye siyasette neden kalıcı bir istikrar yakalayamıyor?
Toplumun büyük çoğunluğunun huzur ve güven içinde yaşayacağı bir ortam
yaratamıyor? Devletimiz neden eğitim, sağlık, bayındırlık hamleleri yapmak yerine Stalin dönemi yapıtlarını andıran bir "Aksaray" inşa ediyor?
Değerli siyasetçilerimizden, Demokrat Partili eski bakan ve Hürriyet Partisi kurucusu Feyzi Lütfü Karaosmanoğlu 31
Mart 1962’de Dünya gazetesinde yayınlanan “İdare edenler ve edilenler” adlı
makalesinde bu sorunun kaynağını açık ve net bir şekilde özetlemiş.
Ben bu makaleyi doktora çalışmalarım sırasında Prof. Kemal
Karpat’ın eserlerinde gördüm, aynen naklediyorum, detaylı referansı da yazımın
sonunda paylaşıyorum:
İdare Edenler ve Edilenler
Türkiye’de bildiğimiz
manada, iktisadi ve içtimai sebeplerle meydana gelmiş sınıf, henüz belli halde
yoktur. Varsa bile, şükürler olsun ki kavgasını pek görmüyoruz. Fakat bunun
ötesinde bundan tamamıyla ayrı olarak memleketimizde iki sınıf vardır ve bunlar
arasında da yıllardır gizli ve bazen de aşikar bir kavga, had safhada olmasa da
için için devam etmektedir. Bu sınıfların birisi idare edenler takımı, öbürü de
bunlar tarafından idare edilen, aydın olsun olmasın kendi işi ile meşgul olan
büyük halk kütlesidir.
Bunlar arasındaki
mücadele, idare edilenlerin öbürlerine karşı dayatması şeklinde dahi değildir.
Aksine kendilerini, bu halkı gökten nazil olan bir emirle idare etmekle
vazifelendirilmiş sananların ayni biçimde taarruzları, ceberrutlukları ve
hışımları halindedir. İdare edenler köyden çıkabilir, şehirden yetişebilir,
fakat nasıl ve nereden çıkarsa çıksın, nasıl ve nereden yetişirse yetişsin ayni
biçimde, ayni tutumda, ayni ziniyette ve huydadır. Bunlar, bir kere devlet
denen otoritenin çarkına dolandılar mı artık sıraları ve yerleri ne olursa
olsun en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen bir gülmez surat takınırlar, bir
homurtulu ses edinirler ve koca kütleyi istedikleri gibi sevk ve idareye
yeltenirler. Kütle bizar olmuş, kütlenin içinde gönül koyanlar, üzülenler
bulunmuş umurlarında değildir. Ne yapmak lazımsa yapacaklar, ne söylemek
lazımsa söyleyecekler ve idare etmenin onlarca başdöndürücü olan zevki ve şevki
içinde ara sıra da adeta bir tasa yapar gibi bıktıklarını, usandıklarını lakin
memleket hizmetinin kendilerini bırakmadığını acayip bir çalımla yüzünüze karşı
haykırarak veya kısık bir sesle ifade ederek böylece devam edip giderler.
Vakıa bunlar halk
içinden çıkarlar ve bununla da ömürleri boyunca övünürler. İdare etmek için
okuduklarını, bunun için yetiştiklerini söylerler. Bunlar ya politikacıdır,
seçim denen vasıta ile işbaşına gelirler, yahut memurdurlar, küçükten
başlarlar, sıra takip ederek ilerlerler. Bir kere seçildiler, herhangi bir
kurula girdiler mi, bir kere tayin edildiler, bir masaya oturdular mı, yani
idare edilenler zümresinden ayrıldılar mı, o çehre, o ses, o tutum, o karar ve
kumanda tavrı derhal bunları bulur, idare ediyoruz dedikleri kütlenin yanı
başında kalmayıp karşısına geçerler ve bir ıslahatçı, bir terbiyeci, elinde
dizgin tutan bir adam haliyle kırbacı şaklatmaya, dizgini kasmaya ve tartmaya
başlarlar.....
Bu bir hastalıktır, en küçüğünden en büyüğüne kadar milleti idare etmek
için yaratıldıklarını sanan, aydın geçinenlerin hastalığıdır ve sürüp gidiyor.
Bugün yazılmış gibi güncel değil
mi? Bazı şeyler kolay değişmiyor. Ama daha güçlü, daha özgür, daha müreffeh bir
Türkiye için bizden öncekilerin başaramadıklarını bizim başarmamız gerekiyor.
Prof. Karpat’ın
Karaosmanoğlu’nun yazısını aynen paylaştığı “Yapısal değişim, modernleşme
sürecinin tarihsel aşamaları ve Türk siyasetinde sosyal grupların rolü” adlı
makalesi İngilizce olarak 1973 yılında (Kemal Karpat, Social Change and
Politics in Turkey, Brill 1973, s.11-92) Türkçe olarak da 2009 yılında (Kemal
Karpat, Osmanlı’da Elitler ve Din, Timaş 2009, s.23-120) iki derleme kitabında
yayınlanmış. Bu eserleri Türkiye’de siyaset ve toplumsal olaylarla ilgilenen
herkese tavsiye ederim.
Friday, 7 November 2014
Akparti’nin hayalindeki Türkiye “yeni” değil “eski ve bayat”, ayrıca Osmanlı ile de yakından uzaktan alakası yok...
Akparti çevreleri Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasından bu yana “yeni” bir Türkiye kurulmakta olduğunu iddia ediyor. Bir de sürekli dile getirilen bir Osmanlıcılık, Osmanlı’ya dönüş söylemi var. Gerçekten de Türkiye 10, 20 ya da 50 yıl öncesinin Türkiye’si değil artık. Bir değişim var, ama ne yönde?
Bu soruya cevap verebilmek için Akparti hükümetinin önemli konulardaki icraatına göz atalım.
Önce ekonomiden başlayalım. Akparti’nin ekonomik modeli “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” olarak adlandırılabilir. Özetle, devlet bazı tekeller yaratır. Bu tekellerin mülkiyeti ya da işletmesi ihaleyle devredilir. İhale koşulları muğlak tutularak ciddi özel sektör kuruluşlarının cazip teklif vermesi zorlaştırılır. İhaleyi “önceden belirlenen” oyuncular fizibilitesi olmayan fiyatlar vererek alır. Daha sonra şartlar revize edilir ama ihale yenilenmez. Bu sayede çok sayıda vatandaştan toplanan küçük miktarda “siyasi rant” az sayıda elde toplanır. Bu model yeni değildir - 1600 ve 1700’lü yıllarda Batı Avrupa’nın hemen her ülkesinde uygulanmıştır. Ancak imtiyaz ve iltizam ekonomisi rekabet avantajını yüzlerce yıl önce kaybetmiş ve gelişmiş ülkelerde “tedavülden kalkmış” bir sistemdir. Bırakın güncel ekonomik modelleri, kapitalizmin en ilkel halinin bile öncesiden kalma bir fosildir! Akparti’nin “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” çağın en az 300 yıl gerisinde bir sistemdir.
Anayasal düzen konusunda Akparti iddialı bir icraat içindedir. Hukuk devleti askıya alınmıştır. Kanunların herkese eşit uygulanması yerine iktidara sahip olanlar ve onların işaret edeceği kişiler için ayrıcalıklı olarak uygulanması genel ilke haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu anlayışı (en azından söylem olarak) Avrupa 1700’lerde, Türkiye ise Tanzimat döneminde geride bırakmıştı. Hukuk devletinin neden faydalı bir şey olduğu yüzlerce ülkenin tarihi tecrübeleriyle sabittir. Yönetenlerin keyfi iradesinin hukukun üzerinde tutulması uygulaması çağın en az 200 yıl gerisinde bir sistemdir.
Dış politika konusunda ise çok daha tehlikeli bir gelişmeler göze çarpmaktadır. Cumhuriyet’in ilk 85 yılında devletin dış politikası devletin uzun vadeli çıkarlarını koruma hedefiyle oluşturulurdu. Cumhuriyet’ten önce Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de aynı ilke hakimdi. Bu dönemlerde devletin çıkarlarının önceleri “tebanın” daha sonra da vatandaşların çıkarlarıyla örtüşüp örtüşmediği elbette sorgulanabilir. Ama yönetenler / yönetilenler çelişkisinden bağımsız olarak, devletin çıkarları hiç bir zaman bir ideoloji ya da sınırlar ötesi muğlak bir dayanışma iddiasına feda edilmemişti. Bugün ise sözde “Sünni Müslüman dayanışması” adı altında dış politika devlet ve milletin uzun vadeli çıkarları yerine hayalci bir ideoloji ve varlığı yönünde hiç bir delil olmayan bir sınır ötesi kader birliği kapsamında kurgulanmaktadır. Anadolu Türk tarihinde daha önce görülmemiş olan böyle bir yanlışın bir örneğini bulabilmek için ta Avrupa’nın Haçlı Seferleri sırasındaki durumuna geri gitmek gerekir.
Akparti’nin devlet yönetimindeki insan kaynakları politikası şahsi yakınlık ve ilişkileri liyakatın üzerinde tutmaktır. Bu politikaya olsa olsa feodalizm denebilir. Halbuki Türkiye Osmanlı devletinin ilk günlerinden, Kapıkulu ocakları ve Tımar sisteminin kurulmasından bu yana bir “meritokrasi”, yani liyakate dayalı rejim olagelmiştir. Osmanlı devletinin tarihteki en büyük rekabet avantajı bu olmuştur. Akparti’nin insan kaynakları politikası ülkeyi en az 600 yıl geri götürmektedir.
Eğitim politikasında Akparti’nin temel stratejisi en büyük kaynağı imam hatip liselerine ayırmaktır. Laiklik / dindarlık tartışmalarını bir kenara bırakalım - imam hatip liseleri Türk eğitim sisteminin en başarısız kanadıdır. Mezunlarının ne 20. ne de 21.yüzyıl rekabet ortamında başarılı olmadığı net bir şekilde ortadadır. Hal bu iken daha başarılı kulvarlarda harcanabilecek kaynakları en başarısız kulvara yönlendirmek ne Cumhuriyet dönemi, ne de Osmanlı döneminde düşülmemiş bir hatadır.
Görülüyor ki Akparti’nin pek çok politikası farklı, ama yeni değil çok eski, vadesini doldurmuş. Bırakın eski hataları tekrarlamayı, eskilerin bile yapmadığı hataları yapma gayreti var.
Osmanlı’ya dönüş iddialarına gelince – Osmanlı devleti Akparti’nin yaptıklarını yaparak değil Akparti’nin yaptığı hataları yapan rakiplerini “çiğ çiğ yiyerek”, “tarümar ederek” yükselmişti. Bugün biz aynı hataları yaparsak başınımıza ne geleceği aşikar.
Bu yanlş yoldan dönülmediği müddetçe risk büyük. Akparti iktidarı devam ettiği sürece ekonomiden dış politikaya, hukuk sisteminden asayişe her alanda çok büyük sorunlara hazırlıklı olmak lazım.
Bu soruya cevap verebilmek için Akparti hükümetinin önemli konulardaki icraatına göz atalım.
Önce ekonomiden başlayalım. Akparti’nin ekonomik modeli “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” olarak adlandırılabilir. Özetle, devlet bazı tekeller yaratır. Bu tekellerin mülkiyeti ya da işletmesi ihaleyle devredilir. İhale koşulları muğlak tutularak ciddi özel sektör kuruluşlarının cazip teklif vermesi zorlaştırılır. İhaleyi “önceden belirlenen” oyuncular fizibilitesi olmayan fiyatlar vererek alır. Daha sonra şartlar revize edilir ama ihale yenilenmez. Bu sayede çok sayıda vatandaştan toplanan küçük miktarda “siyasi rant” az sayıda elde toplanır. Bu model yeni değildir - 1600 ve 1700’lü yıllarda Batı Avrupa’nın hemen her ülkesinde uygulanmıştır. Ancak imtiyaz ve iltizam ekonomisi rekabet avantajını yüzlerce yıl önce kaybetmiş ve gelişmiş ülkelerde “tedavülden kalkmış” bir sistemdir. Bırakın güncel ekonomik modelleri, kapitalizmin en ilkel halinin bile öncesiden kalma bir fosildir! Akparti’nin “imtiyaz ve iltizam ekonomisi” çağın en az 300 yıl gerisinde bir sistemdir.
Anayasal düzen konusunda Akparti iddialı bir icraat içindedir. Hukuk devleti askıya alınmıştır. Kanunların herkese eşit uygulanması yerine iktidara sahip olanlar ve onların işaret edeceği kişiler için ayrıcalıklı olarak uygulanması genel ilke haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu anlayışı (en azından söylem olarak) Avrupa 1700’lerde, Türkiye ise Tanzimat döneminde geride bırakmıştı. Hukuk devletinin neden faydalı bir şey olduğu yüzlerce ülkenin tarihi tecrübeleriyle sabittir. Yönetenlerin keyfi iradesinin hukukun üzerinde tutulması uygulaması çağın en az 200 yıl gerisinde bir sistemdir.
Dış politika konusunda ise çok daha tehlikeli bir gelişmeler göze çarpmaktadır. Cumhuriyet’in ilk 85 yılında devletin dış politikası devletin uzun vadeli çıkarlarını koruma hedefiyle oluşturulurdu. Cumhuriyet’ten önce Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de aynı ilke hakimdi. Bu dönemlerde devletin çıkarlarının önceleri “tebanın” daha sonra da vatandaşların çıkarlarıyla örtüşüp örtüşmediği elbette sorgulanabilir. Ama yönetenler / yönetilenler çelişkisinden bağımsız olarak, devletin çıkarları hiç bir zaman bir ideoloji ya da sınırlar ötesi muğlak bir dayanışma iddiasına feda edilmemişti. Bugün ise sözde “Sünni Müslüman dayanışması” adı altında dış politika devlet ve milletin uzun vadeli çıkarları yerine hayalci bir ideoloji ve varlığı yönünde hiç bir delil olmayan bir sınır ötesi kader birliği kapsamında kurgulanmaktadır. Anadolu Türk tarihinde daha önce görülmemiş olan böyle bir yanlışın bir örneğini bulabilmek için ta Avrupa’nın Haçlı Seferleri sırasındaki durumuna geri gitmek gerekir.
Akparti’nin devlet yönetimindeki insan kaynakları politikası şahsi yakınlık ve ilişkileri liyakatın üzerinde tutmaktır. Bu politikaya olsa olsa feodalizm denebilir. Halbuki Türkiye Osmanlı devletinin ilk günlerinden, Kapıkulu ocakları ve Tımar sisteminin kurulmasından bu yana bir “meritokrasi”, yani liyakate dayalı rejim olagelmiştir. Osmanlı devletinin tarihteki en büyük rekabet avantajı bu olmuştur. Akparti’nin insan kaynakları politikası ülkeyi en az 600 yıl geri götürmektedir.
Eğitim politikasında Akparti’nin temel stratejisi en büyük kaynağı imam hatip liselerine ayırmaktır. Laiklik / dindarlık tartışmalarını bir kenara bırakalım - imam hatip liseleri Türk eğitim sisteminin en başarısız kanadıdır. Mezunlarının ne 20. ne de 21.yüzyıl rekabet ortamında başarılı olmadığı net bir şekilde ortadadır. Hal bu iken daha başarılı kulvarlarda harcanabilecek kaynakları en başarısız kulvara yönlendirmek ne Cumhuriyet dönemi, ne de Osmanlı döneminde düşülmemiş bir hatadır.
Görülüyor ki Akparti’nin pek çok politikası farklı, ama yeni değil çok eski, vadesini doldurmuş. Bırakın eski hataları tekrarlamayı, eskilerin bile yapmadığı hataları yapma gayreti var.
Osmanlı’ya dönüş iddialarına gelince – Osmanlı devleti Akparti’nin yaptıklarını yaparak değil Akparti’nin yaptığı hataları yapan rakiplerini “çiğ çiğ yiyerek”, “tarümar ederek” yükselmişti. Bugün biz aynı hataları yaparsak başınımıza ne geleceği aşikar.
Bu yanlş yoldan dönülmediği müddetçe risk büyük. Akparti iktidarı devam ettiği sürece ekonomiden dış politikaya, hukuk sisteminden asayişe her alanda çok büyük sorunlara hazırlıklı olmak lazım.
Tuesday, 7 October 2014
Kobane krizinin esas nedeni Türkiye’deki demokrasinin krizidir
Türkiye Kobane’ye neden müdahale etmiyor, edemiyor?
Basın organlarımızdaki tartışmanın sığlığı insanı gerçekten hayrete düşürüyor. Gelin sorunlarımızla dürüst olarak yüzleşelim.
Akparti hükümetinin içine düştüğü çıkmazı şöyle özetleyebiliriz:
1. Türk ordusu vatani hizmetini yapan gençlerden oluşuyor.
2. Türk toplumu çok değişti – artık gençleri sorgusuz sualsiz savaşa gönderme imkanı kalmadı.
3. Türkiye’nin en az yüzde 50’si, belki çok daha fazlası için Türk ordusunun:
a. sınırlarımızın dışında,
b. Batı ülkelerinin uzaktan belirlediği bir strateji çerçevesinde,
c. Recep Tayyip Erdoğan başkomutanlığında,
d. PKK ile omuz omuza
savaşması kabul edilebilir değil.
4. Sayın Erdoğan ekonomi, güvenlik ya da dış politika konularında uzman olmayabilir, ancak halkın nabzını tutmak konusundaki ustalığı ortada. Ana babalarının muhalefetine rağmen vatani hizmetini yapan gençleri sınır ötesinde sonu belirsiz bir maceraya atacak siyasi kredisi olmadığını gayet iyi biliyor.
İşte bu denklem Akparti hükümetini Kobane konusunda felç ediyor.
Kobane olayı tek başına çözülebilecek bir konu değil, zira olay IŞİD, Esad yönetimi ve/veya PKK arasında bir tercih boyutunu aşıyor. Karşımızda Türkiye’nin en azından Suriye ve Irak politikalarını, belki tüm dış politika duruşunu, hatta kendi iç siyasi yapılanmasını etkileyecek kararlar vermemizi gerektiren bir durum var. Potansiyel olarak 1974 Kıbrıs harekatından daha kapsamlı bir askeri operasyon ve yurt dışında uzun dönemli, karmaşık, riskli bir siyasi müdahale söz konusu. Konunun tüm fayda ve maliyetleriyle değerlendirilmesi şart.
Demokratik ülkelerde böyle durumlarda vatandaşın büyük bir çoğunluğunu temsil eden parlamentolarda konu açık ve samimi olarak tartışılır. Vatandaşlardan büyük fedakarlıklar da istenebilir, ancak bu yönde adımlar toplumun büyük çoğunluğunun rızası olmadan atılmaz.
Türkiye’de bugün ciddi bir demokratik temsil ve katılım sorunumuz var: 12 Eylül’de askıya alınan demokrasiye o günden beri geri dönemedik. 3-5 parti liderlerinin belirlediği listeler arasında sembolik seçimler yapıyoruz. Mevcut “atanmış” TBMM - tabanla bir bağı, gerçek bir temsil niteliği olmadığı için - millet adına kritik kararlar alabilecek meşruiyetten yoksun.
İçinde bulunduğumuz krizin çözümü ivedilikle sorunların tüm unsurlarıyla tartışılabileceği, gerçek temsil niteliği olan bir TBMM seçilmesinden geçiyor. Ne kadar gecikirsek maliyet o kadar artacak.
Basın organlarımızdaki tartışmanın sığlığı insanı gerçekten hayrete düşürüyor. Gelin sorunlarımızla dürüst olarak yüzleşelim.
Akparti hükümetinin içine düştüğü çıkmazı şöyle özetleyebiliriz:
1. Türk ordusu vatani hizmetini yapan gençlerden oluşuyor.
2. Türk toplumu çok değişti – artık gençleri sorgusuz sualsiz savaşa gönderme imkanı kalmadı.
3. Türkiye’nin en az yüzde 50’si, belki çok daha fazlası için Türk ordusunun:
a. sınırlarımızın dışında,
b. Batı ülkelerinin uzaktan belirlediği bir strateji çerçevesinde,
c. Recep Tayyip Erdoğan başkomutanlığında,
d. PKK ile omuz omuza
savaşması kabul edilebilir değil.
4. Sayın Erdoğan ekonomi, güvenlik ya da dış politika konularında uzman olmayabilir, ancak halkın nabzını tutmak konusundaki ustalığı ortada. Ana babalarının muhalefetine rağmen vatani hizmetini yapan gençleri sınır ötesinde sonu belirsiz bir maceraya atacak siyasi kredisi olmadığını gayet iyi biliyor.
İşte bu denklem Akparti hükümetini Kobane konusunda felç ediyor.
Kobane olayı tek başına çözülebilecek bir konu değil, zira olay IŞİD, Esad yönetimi ve/veya PKK arasında bir tercih boyutunu aşıyor. Karşımızda Türkiye’nin en azından Suriye ve Irak politikalarını, belki tüm dış politika duruşunu, hatta kendi iç siyasi yapılanmasını etkileyecek kararlar vermemizi gerektiren bir durum var. Potansiyel olarak 1974 Kıbrıs harekatından daha kapsamlı bir askeri operasyon ve yurt dışında uzun dönemli, karmaşık, riskli bir siyasi müdahale söz konusu. Konunun tüm fayda ve maliyetleriyle değerlendirilmesi şart.
Demokratik ülkelerde böyle durumlarda vatandaşın büyük bir çoğunluğunu temsil eden parlamentolarda konu açık ve samimi olarak tartışılır. Vatandaşlardan büyük fedakarlıklar da istenebilir, ancak bu yönde adımlar toplumun büyük çoğunluğunun rızası olmadan atılmaz.
Türkiye’de bugün ciddi bir demokratik temsil ve katılım sorunumuz var: 12 Eylül’de askıya alınan demokrasiye o günden beri geri dönemedik. 3-5 parti liderlerinin belirlediği listeler arasında sembolik seçimler yapıyoruz. Mevcut “atanmış” TBMM - tabanla bir bağı, gerçek bir temsil niteliği olmadığı için - millet adına kritik kararlar alabilecek meşruiyetten yoksun.
İçinde bulunduğumuz krizin çözümü ivedilikle sorunların tüm unsurlarıyla tartışılabileceği, gerçek temsil niteliği olan bir TBMM seçilmesinden geçiyor. Ne kadar gecikirsek maliyet o kadar artacak.
Monday, 22 September 2014
Algı yönetiminde aşırıya kaçmak demokratik rejim için büyük bir risktir
Akparti hükümetinin istikrarlı bir tarzı var: yaşanan her olayı bir miktar çarpıtarak bir kahramanlık destanı haline getirmek.
Dün yine bu tarzın bir örneğini gördük: 49 rehine IŞİD tarafından serbest bırakıldığında yandaş medya ve sosyal medyada "rehinelerin bir MIT operasyonu sonucu" serbest bırakıldığı iddia edildi.
Suriye ve Irak politikamız saydam olarak yürütülmediği için elimizdeki bilgiler sınırlı. Ancak eldeki bilgiler, rehinelerin bir müzakere süreci sonunda serbest bırakıldığına işaret ediyor.
Olayda gerçek kahramanlar var - olayı en başından beri yanlış yöneten üst düzey siyasetçi ve bürokratlar değil, kafasına silah dayandığı halde Batılı rehinelerin yaptığı gibi "sevgili ülkem, yanlıştan dönün ve bizi kurtarın" diye video yapmayı reddeden rehinelerimiz. Onlarla gurur duyuyoruz.
49 rehinenin sağ salim serbest bırakılması tabii ki memnuniyet verici. Rehineleri kurtarmak için müzakereler yürütmek de elbette ayıp değil. Fakat IŞİD ile yapılan müzakereleri "MIT operasyonu" olarak isimlendirmek doğru değil.
Hükümetin niyetinin ne olduğu açık: rehinelerin "kahramanca bir güç gösterisi ile kurtarıldığı" algısını yaratmak. Ne Arap dünyasında, ne de Amerika ve Avrupa'da bu hikayeye kimse inanmıyor. Sadece Türkiye'de olayları yakından takip etmeyenleri kandırabilecek bir hikaye.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zorunlu din dersi hakkında aldığı karardan 17-25 Aralık skandalına, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye notlarından yabancı gizli servislerin Türkiye'deki dinleme faaliyetlerine kadar pek çok alanda hükümetin tutumu benzer: gerçekleri açıkça yok sayan hikayeler kurgulamak. Bu kadar örnek tesadüf olamaz - ortada net bir politika var.
Anlaşılan o ki, hükümet aktif bir propaganda kampanyası ile Türk halkının bir bölümünün kafasındaki siyasi gerçeklik algısını dünyanın geri kalanından ayrıştırmaya çalışıyor. Bu algı yönetimi stratejisi demokratik ülkelerde caiz değildir, ancak otoriter rejimlerde görülür.
Neden? Çünkü demokrasi vatandaşın salim kafayla karar verebilmesini gerektiren bir rejim. Siyaset algısı dünyadan kopan bir kitle güncel gelişmeler karşısında sık sık saşkınlığa uğrar ve dünyadaki siyasal olayları takip edemez hale gelir. Bunun yarattığı rahatsızlık ve kızgınlık da komplo teorilerini körükler. Kamuoyunun komplo teorileri tarafından yönlendirildiği bir ortamda hükümetin manevra alanı kısıtlanır. Ülke içindeki siyasi tartışmalar rasyonelliğini kaybeder.
İşte bu nedenle demokratik ülkeler algı yönetiminde aşırıya kaçmamaya özen gösterir. Otoriter rejimler ise zaten kamuoyunu sürekli baskı altına tutma niyetinde olduğu için inanması zor kahramanlık hikayeleri kurgulamak üzere uzun vadedeki bu riskleri alır.
Hükümetin algı yönetimi politikası Türkiye'deki demokrasinin geleceği hakkında ciddi endişeler yaratıyor. Bu yanlış yoldan bir an önce dönülmesinde fayda var - Arjantin, Mısır, Rusya, Suriye, Venezüela, Yugoslavya örnekleri ortada.
Açıklık, saydamlık ve samimiyet olmayan yerde ne demokrasi ne de insan hakları varlığını sürdürebilir. Benden söylemesi.
Dün yine bu tarzın bir örneğini gördük: 49 rehine IŞİD tarafından serbest bırakıldığında yandaş medya ve sosyal medyada "rehinelerin bir MIT operasyonu sonucu" serbest bırakıldığı iddia edildi.
Suriye ve Irak politikamız saydam olarak yürütülmediği için elimizdeki bilgiler sınırlı. Ancak eldeki bilgiler, rehinelerin bir müzakere süreci sonunda serbest bırakıldığına işaret ediyor.
Olayda gerçek kahramanlar var - olayı en başından beri yanlış yöneten üst düzey siyasetçi ve bürokratlar değil, kafasına silah dayandığı halde Batılı rehinelerin yaptığı gibi "sevgili ülkem, yanlıştan dönün ve bizi kurtarın" diye video yapmayı reddeden rehinelerimiz. Onlarla gurur duyuyoruz.
49 rehinenin sağ salim serbest bırakılması tabii ki memnuniyet verici. Rehineleri kurtarmak için müzakereler yürütmek de elbette ayıp değil. Fakat IŞİD ile yapılan müzakereleri "MIT operasyonu" olarak isimlendirmek doğru değil.
Hükümetin niyetinin ne olduğu açık: rehinelerin "kahramanca bir güç gösterisi ile kurtarıldığı" algısını yaratmak. Ne Arap dünyasında, ne de Amerika ve Avrupa'da bu hikayeye kimse inanmıyor. Sadece Türkiye'de olayları yakından takip etmeyenleri kandırabilecek bir hikaye.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zorunlu din dersi hakkında aldığı karardan 17-25 Aralık skandalına, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye notlarından yabancı gizli servislerin Türkiye'deki dinleme faaliyetlerine kadar pek çok alanda hükümetin tutumu benzer: gerçekleri açıkça yok sayan hikayeler kurgulamak. Bu kadar örnek tesadüf olamaz - ortada net bir politika var.
Anlaşılan o ki, hükümet aktif bir propaganda kampanyası ile Türk halkının bir bölümünün kafasındaki siyasi gerçeklik algısını dünyanın geri kalanından ayrıştırmaya çalışıyor. Bu algı yönetimi stratejisi demokratik ülkelerde caiz değildir, ancak otoriter rejimlerde görülür.
Neden? Çünkü demokrasi vatandaşın salim kafayla karar verebilmesini gerektiren bir rejim. Siyaset algısı dünyadan kopan bir kitle güncel gelişmeler karşısında sık sık saşkınlığa uğrar ve dünyadaki siyasal olayları takip edemez hale gelir. Bunun yarattığı rahatsızlık ve kızgınlık da komplo teorilerini körükler. Kamuoyunun komplo teorileri tarafından yönlendirildiği bir ortamda hükümetin manevra alanı kısıtlanır. Ülke içindeki siyasi tartışmalar rasyonelliğini kaybeder.
İşte bu nedenle demokratik ülkeler algı yönetiminde aşırıya kaçmamaya özen gösterir. Otoriter rejimler ise zaten kamuoyunu sürekli baskı altına tutma niyetinde olduğu için inanması zor kahramanlık hikayeleri kurgulamak üzere uzun vadedeki bu riskleri alır.
Hükümetin algı yönetimi politikası Türkiye'deki demokrasinin geleceği hakkında ciddi endişeler yaratıyor. Bu yanlış yoldan bir an önce dönülmesinde fayda var - Arjantin, Mısır, Rusya, Suriye, Venezüela, Yugoslavya örnekleri ortada.
Açıklık, saydamlık ve samimiyet olmayan yerde ne demokrasi ne de insan hakları varlığını sürdürebilir. Benden söylemesi.
Sunday, 7 September 2014
Hangi parantez, hangi restorasyon?
Sayın Ahmet Davutoğlu Başbakan olalı beri devlette bir restorasyondan bahsediyor. Zaman dilimi bazen 100 yıl, bazen 200 yıl – ama her halükarda savunulan tez Akparti iktidarı öncesi dönemin Türk devletinde bir “parantez içi” (yani istisnai) dönem olduğu ve bu parantezin kapatılması gerektiği.
Bu parantez nedir? 100 ya da 200 yıl önce ne oldu? Bu konuyu samimi ve özenli olarak irdelemekte yarar var.
Sayın Davutoğlu ve destekçilerinin açıkça dile getirmedikleri, ancak ima ettikleri tez kanımca şu şekilde özetlenebilir:
- Osmanlı devleti bir Sünni Müslüman güç olarak bir dünyanın lider devletlerinden biriydi
- Devletin yönü konusunda farklı görüşler vardı ve bir noktada “batılılaşma taraftarları” iktidara geldi
- Bu tercih devleti zayıflattı
- Türkiye yeniden bir lider devlet olmak istiyorsa batılılaşma macerasından dönmeli, Sünni Müslüman kimliğine sarılmalı ve bölgedeki diğer Sünni Müslüman haklarla kader birliği yapmalıdır
Bu perspektifi pek gerçekçi bulmuyorum. Nedenini açıklamaya çalışayım.
100 ya da 200 yıl önce Türkiye’yi yönetenler keyfi bir şekilde batılılaşma yoluna girmedi. Bu arayışın yaşamsal bir sebebi vardı: Osmanlı devleti hızla çökmekteydi. Bu çöküşü durdurmak için çare aranıyordu. Doğal olarak, “bizden daha başarılı olan devletler ne yapıyor da biz yapmıyoruz” sorusu soruldu ve herkes bu soruyu kendine göre cevapladı. Cevaplar farklı olsa da ülkenin önde gelenleri arasında “bizden daha başarılı olan devletlerden öğreneceğimiz bir şeyler olmalı” tezi üzerinde konsensus sağlanmıştı.
Osmanlı devleti yeni çağın (değişik tanımları var, ancak 1450’lerin ortasından 1700’lerin sonuna kadar olan dönemi kasdediyorum) en başarılı siyasi projelerinden biriydi. Başarılı olmasının temel nedeni hızlı öğrenen, hızlı hareket eden, yüksek derecede düzenli ve displinli, çok başarılı kaynak mobilizasyonu yapan bir yönetici kitleye sahip olmasıydı.
Osmanlı’yı Avrupa’nın ilk “modern devleti” olarak nitelemek yanlış olmaz. Modern devletlerle özdeşleştirilen pek çok uygulamayı Osmanlılar Avrupalı rakiplerinden çok önce geliştirip uygulayabildiler. Bu sayede Avrupa geneliyle karşılaştırıldığında teknolojik üretimi açısından geri, zenginlik açısından ortalama ve nufus yoğunluğu açısından oldukça tenha bir bölgede büyük başarılara imza atan bir devlet kurabildiler. Henüz ortacağ örgütlenme modellerinden çıkamayan Güney ve Doğu Avrupalı rakiplerini birkaç yüz yıl hallaç pamuğu gibi attılar.
Osmanlı en başarılı yeni cağ imparatorluğuydu, ama 1700’lü yıllara gelindiğinde yeni bir rekabet avantajı keşfedildi: aidiyet temelli devlet. Klasik imparatorluklar ne kadar modern olurlarsa olsunlar, kaynak mobilizasyonu sistemleri “havuç ve sopa” olarak özetlenebilir. Bu yolla tebadan toplanabilecek kaynak bellidir. Şayet devleti yönetenler yönetilenleri “aynı gemide” olduklarına, bir başka deyişle “kader birliği” içinde olduklarına ikna edebilirlerse havuç ve sopa ile toplananın çok ötesinde kaynaklar seferber edilebilir. İngiltere ve Hollanda’da başlayan, Fransa, İsveç ve Prusya gibi devletlerin de geliştirerek takip ettiği bu model 1700’lerden itibaren ciddi bir rekabet avantajı yaratmaya başladı.
“Klasik” Osmanlı modeli 1792 savaşında iflas etti. Napolyon’un birdenbire elinde çok mütevazı bir güç olmasına rağmen Mısır’ı istila etmeye çalışması boşuna değildi. Yeni çağın en başarılı devlet modeli olan Osmanlı modeli rekabet avantajını yitirmişti ve kısa zaman içinde yok olacaktı.
Bu gerçeği sadece rakip devletler değil Osmanlı’nın yönetici kitlesi de fark etti. Fransız ihtilali Osmanlı için büyük bir şans oldu – Avrupa’da o kadar büyük bir maddi tahribat yaşandı ki 1815 Viyana Kongresi’ne varıldığında kimsenin Osmanlı’yı istila edecek gücü kalmamıştı. İşte tam bu noktada 2.Mahmut ve çevresinde kenetlenen Osmanlı eliti Sayın Ahmet Davutoğlu’nun “parantez” dediği devrime başladılar.
1820’lerde girilen bu yola gönül rahatlığıyla “devrim” diyorum, zira devletin yönetim biçiminin temelden değiştirilmesini içerir. O gün bugündür Türkiye devletinin tek bir amacı olmuştur: rekabet gücünü tekrar kazanmak için bir “millet edinmek”. Kanaatimce Türkiye devletinin temel kırılma noktası Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değil, 1820’lerde verilen ulus-devlet modeline geçme kararıdır.
Millet nasıl edinilecekti? Bir yandan ikna, bir yandan da eğitimle. Tanzimat Fermanı millet edinme projesinin ikna bacağının resmiyet kazanmasıdır. Padişah 2.Mahmut tek yanlı bir iradeyle “ben artık bir imparator değil bir milletin lideriyim” demiştir – Fransız devriminin ilk günlerinde kralın ünvanının “Fransa kralı” ifadesinden “Fransızların kralı” ifadesine değiştirilmesine benzer bir hamle.
Osmanlı devleti bir yandan eldeki kıt imkanların izin verdiği ölçüde iddialı bir okullaşma hamlesine girişti ve yeni ulus-devletin kanaat önderlerini yetiştirmeye gayret etti. Bir yandan da eski imparatorluk tebasını bir “Osmanlı milleti” olduğuna ikna etmeye çalıştı.
Hıristiyan teba bu fikre ısınmadı. Belki bu yöntem 1800’lerin değil 1700’lerin ilk yarısında denenseydi başarılı olabilirdi – çünkü o dönemde hiç bir büyük Avrupa devletinde dini azınlıklara hoşgörü söz konusu değildi. Osmanlı’nın en büyük rekabet avantajı belli bir yetkinliğe sahip ama bir büyük devletin asli unsuruna dahil olmayan insanların en rahat ve özgür yaşayabileceği ülke olmasıydı. Musevilerden küçük Protestan mezheplerin mensuplarına, Ortodokslardan Ermeniler gibi Doğu Hıristiyanlarına kadar pek çok “azınlık” Osmanlı sistemini herhangi bir Avrupa ülkesine tercih edebiliyordu. Ancak başta Avusturya ve Fransa olmak üzere büyük Avrupa devletlerinin Hollanda örneğini takip ederek azınlıklara makul bir yaşam alanı açabilmeyi başarması Osmanlı’nın bu rekabet avantajını elinden aldı. Hıristiyan azınlıklar hepsi kendilerine toleransla yaklaşan devletler arasında Osmanlı yerine daha zengin olanlarla kader birliği yapmayı tercih ettiler.
Hıristiyan tebanın ulus-devlet projesine katılmayacağı anlaşılınca Müslüman tebaya odaklanıldı. Sünni Müslümanlar zaten eski millet tanımına göre bir millet oluşturuyordu. Bu millet modern anlamda bir millete dönüştürülebilir miydi? “İttihad-ı Anasır” (unsurların birliği) olarak adlandırılan felsefe budur. 2.Abdülhamit bu yönde büyük çaba sarf etmiştir – Prof. Kemal Karpat “İslamın Siyasallaşması” eserinde bu stratejinin mantığını ve uygulamasını kapsamlı olarak incelemiştir.
Bu stratejinin en büyük zaafı Mısır’ın Mehmet Ali Paşa zamanında itibaren de fakto bağımsız bir devlet olmasıydı. Osmanlı’nın merkezinde tek bir Sünni Müslüman milleti oluşturma çabaları sürerken Mısır’da Arap temelli benzer ama alternatif bir proje vardı. 19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Arap milliyetçiliği akımları oldukça güçlenmişti. Nitekim 1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti Arap unsurlarını mobilize etmekte başarılı olamadı.
İşte mevcut “Türk milliyetçiliği” akımı bu ortamda doğdu. Madem ki Arapları da ulusal birliğin içinde tutmak uzun vadede mümkün değildi; Balkan, Anadolu ve Kafkas Müslümanlarından yeni bir millet inşa edilebilir miydi? İttihat ve Terakki ile başlayan, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’le gelişen çizgi budur.
Etnik temizlik mağduru Balkan ve Kafkas Müslümanları büyük sayılarda Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar. Kendilerine kucak açan Türkiye devletinin millet inşa projesine ikna olmaları zor değildi. Osmanlı milleti Türk milleti olarak yeniden tanımlandı ve bu millet tanımına göre devlet eliyle bir “ortak kültür” oluşturma işine girişildi. Anadolu’daki Hıristiyan unsurlar kısmen mübadele, kısmen etnik temizlik, kısmen de asimilasyonla ortadan kaldırıldı. Ortak dinin kafi olmadığı görüldüğü için ortak dil öne çıkarıldı ve merkezden kapsamlı olarak sevk ve idare edilen bir eğitim sistemi kuruldu.
Samimi ve gerçekçi bir analiz yaparsak, 200 yıldan beri devam eden millet inşa projesinin her adımının bir öncekine göre daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz – Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşan “Osmanlı milleti” tezi hiç tutmadı; Sünni Müslüman milleti de Arapları kapsayamadı; ancak Türk milleti tanımı Kürtler haricinde tüm “unsurlar” tarafından benimsendi. Ancak geldiğimiz noktada bunun da yeterli olmadığı açıkça görülüyor – sadece “kimlik” birliği tatmin etmiyor, kader birliğinin bir de hak ve özgürlükler boyutu olmak zorunda.
Ulus-devlet projesinin Avrupa’da ilk ortaya çıkmasından beri temel hedefi ülkede yaşayan insanların gönüllü olarak devletle kader birliği yapmasıydı. Günümüzün dünyasında tüm vatandaşlarına özgür ve rahat bir yaşam alanı sağlayamayan bir devlet bu kader birliği hissini sağlayamaz. ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin bir takım eksiklerine rağmen yakaladıkları doğru budur. Bu stratejinin teknik yönleri hakkında Daron Acemoğlu ve James Robinson’un “Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı eserine başvurulabilir.
İşte olaylara bu perspektiften baktığımızda Akparti hükümetinin doğruları ve yanlışlarını kolaylıkla teşhis edebiliriz. Adına ister “Cumhuriyet” diyelim, ister “1800’lerin başından beri süregelen ulus-devlet inşa projesi” diyelim, ülkemizeki hakim düzenin önemli bir eksiği vardır. Sayın Erdoğan ve Sayın Davutoğlu, biri daha içgüdüsel, öteki daha akademik olarak bu sorunun farkına varmışlardır. Ancak çözüm önerileri temelden yanlıştır.
Türkiye’nin ulusal birliğini pekiştirmesi ve daha güçlü bir dünya devleti haline gelmesi “parantez kapatarak” olmaz. Ulus-devlet inşa projesine kendinden önceki proje tamamen iflas ettiği için girişildi. 20.yüzyılda yaratılmaya çalışılan “Türk kimliği” yerine bir “Sünni Müslüman kimlik” oturtma denemesi, 20.yüzyılda yapılan pek çok yanlışın tekrarlanmasının yanında daha eski yanlışların da tekrarlanmasından başka bir sonuç vermeyecektir.
Bugün Türkiye’de yapmamız gereken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde yüzüne, hatta çevremizdeki ateş çemberinde yaşayan perişan durumdaki komşularımıza yeni bir ümit ışığı vermektir. Bu ümit, herkesin başkalarına zarar vermemek şartıyla kimlik bakımından “olduğu gibi” kalıp kendisine ve ailesine daha güzel bir yaşam kurmak için çalışıp çalışmalarının karşılığını adil bir şekilde alabileceği bir düzen kurmaktır. Bu düzenin temel direği de hak ve özgürlüklerdir.
Sayın Erdoğan, Sayın Davutoğlu ve onlardan sonra iktidara talip olan her siyasetçinin izlemesi gereken yol budur. Bu yolun başarısı tecrübeyle sabittir.
Bugün bir parantez kapatmaya, bir restorasyona değil bir hak ve özgürlükler devrimine ihtiyacımız var. Yeni bir Anayasa elbette yapalım, ama doğru ve gerçekçi hedeflerle.
Wednesday, 2 July 2014
Cumhurbaşkanlığı seçimi
Cumhurbaşkanlığı seçiminde adaylar belli oldu, vatanımıza ve milletimize hayırlı olsun. CHP ve MHP’nin çatı adayı Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu ilk açıklanan isim oldu. DSP, DP, BTP ve LDP gibi birkaç küçük partiden de destek alıyor. HDP/BDP adayı Selahattin Demirtaş. Son olarak da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şaşalı bir törenle bugün adaylığını açıkladı. SP ve BBP henüz bir adaya destek vermiş değil.
Parti üst yönetimlerinin desteği almamış bir adayın mevcut meclis aritmetiğinde aday gösterilmek için gerekli 20 imzayı toplaması kolay görünüyordu, nitekim denemeler başarısız oldu. CHP’den 21 milletvekili çatı adayına imza vermedi ama dördüncü bir aday için gerekli imza sayısına ulaşılamadı.
Bu yıl Cumhurbaşkanını (özel şartlar altında yapılan 1982 halk oylamasını saymazsak) ilk defa halk seçecek. Ama anlamlı bir kampanya yapılacağını söylemek zor - ülke çapında yapılacak bir seçimde fark yaratabilmek için kampanyaya altı ay, hatta belki de bir yıl öncesinde başlamak gerekirdi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir önseçim yoktu, aday gösterilmek için seçmenlerden imza da toplanmadı. Gerçek anlamda bir ulusal kampanya için zaman yok. Zaten seçmenlerde yerel seçimlerden dolayı bir siyaset yorgunluğu var. Bu ortamda Başbakan Erdoğan hem tanınırlık, hem de maddi imkanlar bakımından diğer adaylara göre çok farklı bir konumda başlıyor kampanyaya.
Erdoğan ve İhsanoğlu “icracı başkanlık” ve “dengeleyici başkanlık” olarak tarif edebileceğimiz iki farklı tip Cumhurbaşkanlığı modelini temsil ederken Demirtaş sisteme iddialı bir şekilde meydan okuyor. Kampanyalardan edindiğimiz ilk izlenimler de bu yönde: Erdoğan belagat (retorik) odaklı ve “destansı” bir açılış yaparken İhsanoğlu sakin ve “akil adam” niteliğini vurgulayan, Demirtaş ise somut ve gerçekçi bir tarzda başladılar.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin şu ana kadar fazla konuşulmayan bir yanı 2015 genel seçimleri üzerindeki etkisi. 30 Mart’ta 4 partinin belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde aldıkları oyları nisbi temsil sistemi ve %10 barajının aynen devam edeceği ve BDP/HDP adaylarının seçime bağımsız olarak gireceği varsayımları altında analiz ettiğimizde ortaya çıkan milletvekili dağılımı şöyle:
Akparti 279
CHP 135
MHP 97
BDP/HDP destekli bağımsızlar 39
Genel seçimde bu sonuçlar alınsaydı Akparti 2002’den bu yana ilk defa mecliste bıçak sırtında olurdu. Bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın stratejisi aynen 2010 referandumunda olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçimide bir momentum yakalayıp bunu Akparti’nin 2015 genel seçimlerindeki oylarını 2014 yerel seçimlerinin üzerine çıkarmak için kullanmak olacaktır.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi tarihimizde bir ilk – kısa ama heyecanlı bir kampanya yaşayacağız gibi görünüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında detaylı bilgi, anket, analiz ve interaktif uygulamalara Seçim Haritası portalından ulaşabilirsiniz.
Parti üst yönetimlerinin desteği almamış bir adayın mevcut meclis aritmetiğinde aday gösterilmek için gerekli 20 imzayı toplaması kolay görünüyordu, nitekim denemeler başarısız oldu. CHP’den 21 milletvekili çatı adayına imza vermedi ama dördüncü bir aday için gerekli imza sayısına ulaşılamadı.
Bu yıl Cumhurbaşkanını (özel şartlar altında yapılan 1982 halk oylamasını saymazsak) ilk defa halk seçecek. Ama anlamlı bir kampanya yapılacağını söylemek zor - ülke çapında yapılacak bir seçimde fark yaratabilmek için kampanyaya altı ay, hatta belki de bir yıl öncesinde başlamak gerekirdi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir önseçim yoktu, aday gösterilmek için seçmenlerden imza da toplanmadı. Gerçek anlamda bir ulusal kampanya için zaman yok. Zaten seçmenlerde yerel seçimlerden dolayı bir siyaset yorgunluğu var. Bu ortamda Başbakan Erdoğan hem tanınırlık, hem de maddi imkanlar bakımından diğer adaylara göre çok farklı bir konumda başlıyor kampanyaya.
Erdoğan ve İhsanoğlu “icracı başkanlık” ve “dengeleyici başkanlık” olarak tarif edebileceğimiz iki farklı tip Cumhurbaşkanlığı modelini temsil ederken Demirtaş sisteme iddialı bir şekilde meydan okuyor. Kampanyalardan edindiğimiz ilk izlenimler de bu yönde: Erdoğan belagat (retorik) odaklı ve “destansı” bir açılış yaparken İhsanoğlu sakin ve “akil adam” niteliğini vurgulayan, Demirtaş ise somut ve gerçekçi bir tarzda başladılar.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin şu ana kadar fazla konuşulmayan bir yanı 2015 genel seçimleri üzerindeki etkisi. 30 Mart’ta 4 partinin belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde aldıkları oyları nisbi temsil sistemi ve %10 barajının aynen devam edeceği ve BDP/HDP adaylarının seçime bağımsız olarak gireceği varsayımları altında analiz ettiğimizde ortaya çıkan milletvekili dağılımı şöyle:
Akparti 279
CHP 135
MHP 97
BDP/HDP destekli bağımsızlar 39
Genel seçimde bu sonuçlar alınsaydı Akparti 2002’den bu yana ilk defa mecliste bıçak sırtında olurdu. Bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın stratejisi aynen 2010 referandumunda olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçimide bir momentum yakalayıp bunu Akparti’nin 2015 genel seçimlerindeki oylarını 2014 yerel seçimlerinin üzerine çıkarmak için kullanmak olacaktır.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi tarihimizde bir ilk – kısa ama heyecanlı bir kampanya yaşayacağız gibi görünüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında detaylı bilgi, anket, analiz ve interaktif uygulamalara Seçim Haritası portalından ulaşabilirsiniz.
Wednesday, 18 June 2014
Biz bu filmi daha önce görmüştük - Suriye, Irak ve Afganistan
Biz bu filmi daha önce görmüştük. Afganistan'da Taliban'ın yükseliş süreci ile Suriye ve Irak'ta IŞİD'in yükseliş süreci arasında büyük benzerlikler var.
Afganistan 1979'da Rus işgaline uğradı. On beş yıl kesintisiz iç savaş yaşadı. Ruslar çekildikten sonra yaşanan kaos iç savaşı daha da yıkıcı hale getirdi. Taliban bu yıkıntıdan faydalanarak 1996 yılında ülkenin çoğunda hakimiyet kurdu.
Irak 2003'te Amerikan işgaline uğradı. On yıldır şiddeti inip çıkan bir iç savaş yaşıyor. Ülke fiilen üçe bölündü. Kürt bölgesi büyük ölçüde bağımsız hale geldi, ama Sünni Arap bölgesi Şiilerin hakimiyetindeki merkezi hükümetten kopamadı. Amerikalılar çekildikten sonra Maliki hükümeti Sünni Arapları kesin ve kararlı bir şekilde dışladı.
Suriye yabancı işgal görmedi, ama 2011'den beri şiddeti giderek artan bir iç savaş yaşıyor. Ülkenin pek çok şehrinde taş üstünde taş kalmadı. Nufusun yerinden yurdundan edilen yüzdesi Irak'ı çoktan geçti, Afganistan seviyelerine ulaştı.
Afganistan'da maceracı komşu güç Pakistan ordusu ve gizli servisiydi. Suriye ve Irak'ta bu rol Sayın Davutoğlu ve MIT tarafından oynandı.
Afganistan'da Ruslar işgalci iken direnişçilere maddi destek veren Körfez ülkeleri Suriye ve Irak'taki muhtelif Sünni Arap gruplara aynı desteği verdiler.
İran Afganistan'da olduğu gibi Suriye ve Irak'ta kaostan azami olarak faydalandı, ABD'ye karşı pazarlık masasında kullanabileceği kozlar elde etmeye çalıştı.
IŞİD işte bu ortamda doğdu. Sünni Araplar hem Suriye'de hem de Irak'ta merkezi yönetimlerden dışlandılar. Ümit bağladıkları Türkiye - bırakın birilerinin hamisi olmayı - uçağını düşürenlere, kendi konsolosluğunu basıp adam kaçıranlara karşı bile sesini çıkaramadı. Meydanda Esad'a ve Maliki'ye karşı kayda değer bir mücadele veren sadece IŞİD kaldı. Terörist olmasına terörist, ama buna rağmen Sünni Araplar için ehven-i şer durumda. Acıklı bir durum.
Sonuçta Afganistan'da ne oldu? On yıldan fazla süren NATO müdahalesine karşın Taliban hala ülkenin en etkin gücü. Ülke iç savaş ortamından çıkamadı. Aşiretler dışında bir siyasi örgütlenme yok. ABD ve Avrupalı müttefikler Taliban'la mücadele etmekten bezdiler, adım adım çekiliyorlar. Pakistan Afganistan'da yaptıklarının bedelini önce dev bir mülteci dalgası ile karşılaşarak, sonra da kendi ülkesinin önemli bir kısmının da Afganistan'laşması ile ödedi.
Suriye ve Irak'ta da farklı bir sonuç beklemek için bir neden yok. ABD ve müttefilerinde bezginlik var. Sünni Arap bölgelerinde aşiretler ve IŞİD dışında bir siyasi güç kalmadı. Bu şartlar altında IŞİD'e karşı bir ABD destekli müdahalenin Afganistan'dakinden daha başarılı olması zor. Türkiye uzun sürecek bir mülteci dalgası ile karşı karşıya. Şiddet eylemlerinin de her an sınırı aşıp içeriye sıçrama riski var.
Durum bu iken hükümet ve dışişleri hala "sorun yok, her şey yolunda" diyor. Bu noktada artık söylenebilecek bir şey kalmıyor - Allah sonumuzu hayırlı eylesin!
Afganistan 1979'da Rus işgaline uğradı. On beş yıl kesintisiz iç savaş yaşadı. Ruslar çekildikten sonra yaşanan kaos iç savaşı daha da yıkıcı hale getirdi. Taliban bu yıkıntıdan faydalanarak 1996 yılında ülkenin çoğunda hakimiyet kurdu.
Irak 2003'te Amerikan işgaline uğradı. On yıldır şiddeti inip çıkan bir iç savaş yaşıyor. Ülke fiilen üçe bölündü. Kürt bölgesi büyük ölçüde bağımsız hale geldi, ama Sünni Arap bölgesi Şiilerin hakimiyetindeki merkezi hükümetten kopamadı. Amerikalılar çekildikten sonra Maliki hükümeti Sünni Arapları kesin ve kararlı bir şekilde dışladı.
Suriye yabancı işgal görmedi, ama 2011'den beri şiddeti giderek artan bir iç savaş yaşıyor. Ülkenin pek çok şehrinde taş üstünde taş kalmadı. Nufusun yerinden yurdundan edilen yüzdesi Irak'ı çoktan geçti, Afganistan seviyelerine ulaştı.
Afganistan'da maceracı komşu güç Pakistan ordusu ve gizli servisiydi. Suriye ve Irak'ta bu rol Sayın Davutoğlu ve MIT tarafından oynandı.
Afganistan'da Ruslar işgalci iken direnişçilere maddi destek veren Körfez ülkeleri Suriye ve Irak'taki muhtelif Sünni Arap gruplara aynı desteği verdiler.
İran Afganistan'da olduğu gibi Suriye ve Irak'ta kaostan azami olarak faydalandı, ABD'ye karşı pazarlık masasında kullanabileceği kozlar elde etmeye çalıştı.
IŞİD işte bu ortamda doğdu. Sünni Araplar hem Suriye'de hem de Irak'ta merkezi yönetimlerden dışlandılar. Ümit bağladıkları Türkiye - bırakın birilerinin hamisi olmayı - uçağını düşürenlere, kendi konsolosluğunu basıp adam kaçıranlara karşı bile sesini çıkaramadı. Meydanda Esad'a ve Maliki'ye karşı kayda değer bir mücadele veren sadece IŞİD kaldı. Terörist olmasına terörist, ama buna rağmen Sünni Araplar için ehven-i şer durumda. Acıklı bir durum.
Sonuçta Afganistan'da ne oldu? On yıldan fazla süren NATO müdahalesine karşın Taliban hala ülkenin en etkin gücü. Ülke iç savaş ortamından çıkamadı. Aşiretler dışında bir siyasi örgütlenme yok. ABD ve Avrupalı müttefikler Taliban'la mücadele etmekten bezdiler, adım adım çekiliyorlar. Pakistan Afganistan'da yaptıklarının bedelini önce dev bir mülteci dalgası ile karşılaşarak, sonra da kendi ülkesinin önemli bir kısmının da Afganistan'laşması ile ödedi.
Suriye ve Irak'ta da farklı bir sonuç beklemek için bir neden yok. ABD ve müttefilerinde bezginlik var. Sünni Arap bölgelerinde aşiretler ve IŞİD dışında bir siyasi güç kalmadı. Bu şartlar altında IŞİD'e karşı bir ABD destekli müdahalenin Afganistan'dakinden daha başarılı olması zor. Türkiye uzun sürecek bir mülteci dalgası ile karşı karşıya. Şiddet eylemlerinin de her an sınırı aşıp içeriye sıçrama riski var.
Durum bu iken hükümet ve dışişleri hala "sorun yok, her şey yolunda" diyor. Bu noktada artık söylenebilecek bir şey kalmıyor - Allah sonumuzu hayırlı eylesin!
Tuesday, 17 June 2014
Ortadoğu'da "bozuk düzen" yerine yenisi konmadan çöküyor
IŞİD'in Irak'ta hızla ilerlemesi çok "kırılgan" Ortadoğu düzeninin çökebileceğine işaret ediyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının bölgede ortaya çıkardığı boşluk aradan bir asır geçmesine rağmen hala doldurulamadı. Önce sömürge rejimleri, ardından ilkel krallıklar, son olarak da "palavracı" otoriter rejimler tarafından idare edilen Ortadoğu ülkelerinde bir devlet geleneği oluşamadı. İnsanların aidiyet hisleri aşiretten millete taşınamadı. Zaten ekonomik, siyasi ve sosyal bakımdan geri kalmış olan bölge ABD'nin Irak işgali ve Suriye iç savaşı sonunda tam anlamıyla mahvoldu.
Afganistan'da yirmi yıl süren iç savaşın nasıl Taliban rejimini doğurduğunu hep birlikte gördük. Suriye ve Irak felaketlerinin de IŞİD'i doğurmasına şaşmamalı. İnsanlara ümit verecek bir "yapıcı" siyasi irade ortaya konamazsa insanları kötülüklerden kurtarma iddiasıyla "yıkıcı" siyasi irade er ya da geç ortaya çıkar.
Ne Esad rejimi ne de Maliki rejiminin bundan sonra Sünni Araplar tarafından "kendi devletleri" olarak kabul görmesi mümkün değil. Arap ülkeleri ve Batı ülkeleri bu insanlara el uzatmadı. Türkiye "çok laf az iş" çizgisinde kaldı. İran'ın önceliği de malum - Maliki Irak'ı ve Esad Suriye'si üzerinden Lübnan'da Hizbullah'a uzanabilmek. Hal bu iken Sünni Arapların kendilerini ezen güçlere karşı savaşan IŞİD'e destek olmasına şaşmamalı. Acınacak bir durum, ama şu anda ellerindeki en iyi alternatif IŞİD.
IŞİD dünyanın dört bir yanından gelen tecrübeli El Kaide teröristleri, bazı yerel aşiretler ve Saddam'ın ordusunun kalıntılarının ortaklığına dayanıyor. Maliki'nin derme çatma ordusuna karşı başarılarını sürdürebilirler. Ama IŞİD ya da onların yerine geçecek başka Sünni Arap hareketleri Ortadoğu'yu temelden değiştirecek adımlar atmaları da mümkün olabilir.
IŞİD'in açılımı Irak ve Şam İslam Devleti. "Şam" derken bugünkü Suriye'ye ek olarak Ürdün, Lübnan, Filistin ve İsrail topraklarını da içeren bir coğrafya kasdediliyor. IŞİD'in Irak'ta ulaşabileceği azami sınırlara ulaştıktan sonra Ürdün, Lübnan ve Filistin'e yönelmesi şaşırtıcı olmaz. Irak'ta elde ettiği başarılar Suriye'de Esad'a karşı yeni katılımları sahaya sürmesine imkan verebilir. Mısır, Filistin ve Suriye'de dışlanan İhvan çizgisindeki grupların da IŞİD'le işbirliği yapmaları ihtimali göz ardı edilmemeli. En son hamle olarak da Arap halklarına bölgedeki petrol gelirlerinin ortaçağ zihniyetli ve dış güçlerin desteğiyle ayakta duran 5-10 kraliyet ailesinin elinden alınıp tüm Araplara adil olarak dağıtılması vaadinde bulunmaları beklenebilir.
Saddam'ın kurmaylarının 1990-91 körfez krizinden almış olabilecekleri bir ders var: büyük güçler aleyhinizde ise sahada insiyatifin onların eline geçmesine asla müsade etmemeli. Yeterli zaman verilirse ABD, İran, hatta Türkiye IŞİD'e karşı adım atabilir, büyük kaynakları devreye sokabilir. Bu nedenle IŞİD'in hızlı hareket etmesi beklenmelidir.
Sünni Arapları temsil edecek devlet niteliğinde başka bir siyasi irade ortaya çıkmadıkça IŞİD yoluna devam edecektir. Yerine bir alternatif konmadan IŞİD'e dış güçler müdahale ederse askeri başarılar sağlanabilir, ama bölge iyice Afganistan'laşır.
Sonuç olarak, bölgede tüm gruplara hayat hakkı verecek sınırlar çizilmesi ve siyasi kurumlar kurulması konusunda dünya ülkeleri harekete geçmezse meydan IŞİD'e kalır. Bedelini de hep birlikte öderiz.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının bölgede ortaya çıkardığı boşluk aradan bir asır geçmesine rağmen hala doldurulamadı. Önce sömürge rejimleri, ardından ilkel krallıklar, son olarak da "palavracı" otoriter rejimler tarafından idare edilen Ortadoğu ülkelerinde bir devlet geleneği oluşamadı. İnsanların aidiyet hisleri aşiretten millete taşınamadı. Zaten ekonomik, siyasi ve sosyal bakımdan geri kalmış olan bölge ABD'nin Irak işgali ve Suriye iç savaşı sonunda tam anlamıyla mahvoldu.
Afganistan'da yirmi yıl süren iç savaşın nasıl Taliban rejimini doğurduğunu hep birlikte gördük. Suriye ve Irak felaketlerinin de IŞİD'i doğurmasına şaşmamalı. İnsanlara ümit verecek bir "yapıcı" siyasi irade ortaya konamazsa insanları kötülüklerden kurtarma iddiasıyla "yıkıcı" siyasi irade er ya da geç ortaya çıkar.
Ne Esad rejimi ne de Maliki rejiminin bundan sonra Sünni Araplar tarafından "kendi devletleri" olarak kabul görmesi mümkün değil. Arap ülkeleri ve Batı ülkeleri bu insanlara el uzatmadı. Türkiye "çok laf az iş" çizgisinde kaldı. İran'ın önceliği de malum - Maliki Irak'ı ve Esad Suriye'si üzerinden Lübnan'da Hizbullah'a uzanabilmek. Hal bu iken Sünni Arapların kendilerini ezen güçlere karşı savaşan IŞİD'e destek olmasına şaşmamalı. Acınacak bir durum, ama şu anda ellerindeki en iyi alternatif IŞİD.
IŞİD dünyanın dört bir yanından gelen tecrübeli El Kaide teröristleri, bazı yerel aşiretler ve Saddam'ın ordusunun kalıntılarının ortaklığına dayanıyor. Maliki'nin derme çatma ordusuna karşı başarılarını sürdürebilirler. Ama IŞİD ya da onların yerine geçecek başka Sünni Arap hareketleri Ortadoğu'yu temelden değiştirecek adımlar atmaları da mümkün olabilir.
IŞİD'in açılımı Irak ve Şam İslam Devleti. "Şam" derken bugünkü Suriye'ye ek olarak Ürdün, Lübnan, Filistin ve İsrail topraklarını da içeren bir coğrafya kasdediliyor. IŞİD'in Irak'ta ulaşabileceği azami sınırlara ulaştıktan sonra Ürdün, Lübnan ve Filistin'e yönelmesi şaşırtıcı olmaz. Irak'ta elde ettiği başarılar Suriye'de Esad'a karşı yeni katılımları sahaya sürmesine imkan verebilir. Mısır, Filistin ve Suriye'de dışlanan İhvan çizgisindeki grupların da IŞİD'le işbirliği yapmaları ihtimali göz ardı edilmemeli. En son hamle olarak da Arap halklarına bölgedeki petrol gelirlerinin ortaçağ zihniyetli ve dış güçlerin desteğiyle ayakta duran 5-10 kraliyet ailesinin elinden alınıp tüm Araplara adil olarak dağıtılması vaadinde bulunmaları beklenebilir.
Saddam'ın kurmaylarının 1990-91 körfez krizinden almış olabilecekleri bir ders var: büyük güçler aleyhinizde ise sahada insiyatifin onların eline geçmesine asla müsade etmemeli. Yeterli zaman verilirse ABD, İran, hatta Türkiye IŞİD'e karşı adım atabilir, büyük kaynakları devreye sokabilir. Bu nedenle IŞİD'in hızlı hareket etmesi beklenmelidir.
Sünni Arapları temsil edecek devlet niteliğinde başka bir siyasi irade ortaya çıkmadıkça IŞİD yoluna devam edecektir. Yerine bir alternatif konmadan IŞİD'e dış güçler müdahale ederse askeri başarılar sağlanabilir, ama bölge iyice Afganistan'laşır.
Sonuç olarak, bölgede tüm gruplara hayat hakkı verecek sınırlar çizilmesi ve siyasi kurumlar kurulması konusunda dünya ülkeleri harekete geçmezse meydan IŞİD'e kalır. Bedelini de hep birlikte öderiz.
Monday, 16 June 2014
Ekmeleddin İhsanoğlu
Bugün yeni Cumhurbaşkanı adayı olarak önerilen Ekmeleddin İhsanoğlu'nu şahsen olumlu karşıladım.
Kendisi makul, görgü ve nezaket sahibi, kültürlü ve konusunda uzman bir insan. Bölücü değil uzlaşmacı, ayrımcı değil kucaklayıcı bir isim.
Parti başkanı olmaması, büyük bir uluslararası kurumun genel sekreterliğini yapmış olması, önümüzdeki günlerde en önemli gündem maddemiz olması muhtemel olan Ortadoğu'yu iyi tanıması avantaj.
En hoşuma giden yönü Müslümanlar hakkındaki önyargıları kırmaya katkıda bulunmak adına Amerika'nın önde gelen komedyenlerinin birinin programına çıkacak medeni cesarete sahip olması. Türk siyasetçilerinde hiç alışık olmadığımız bir "cesur yürek" tavrı. İzlemeye değer.
Akparti, CHP, MHP ve BDP/HDP partizanları tepki gösteriyor olabilir, ama sade vatandaş, seçmen ve vergi mükellefi olarak İhsanoğlu benim ihtiyaç ve beklentimi karşılıyor. Daha önce aklıma gelmemiş bir isim olmasına rağmen desteklemeye hazırım.
Asker (epeyce), hukukçu, mühendis, bürokrat, komitacı denedik. Bir kez de entellektüel deneyebiliriz, değişiklik olsun...
Kendisi makul, görgü ve nezaket sahibi, kültürlü ve konusunda uzman bir insan. Bölücü değil uzlaşmacı, ayrımcı değil kucaklayıcı bir isim.
Parti başkanı olmaması, büyük bir uluslararası kurumun genel sekreterliğini yapmış olması, önümüzdeki günlerde en önemli gündem maddemiz olması muhtemel olan Ortadoğu'yu iyi tanıması avantaj.
En hoşuma giden yönü Müslümanlar hakkındaki önyargıları kırmaya katkıda bulunmak adına Amerika'nın önde gelen komedyenlerinin birinin programına çıkacak medeni cesarete sahip olması. Türk siyasetçilerinde hiç alışık olmadığımız bir "cesur yürek" tavrı. İzlemeye değer.
Akparti, CHP, MHP ve BDP/HDP partizanları tepki gösteriyor olabilir, ama sade vatandaş, seçmen ve vergi mükellefi olarak İhsanoğlu benim ihtiyaç ve beklentimi karşılıyor. Daha önce aklıma gelmemiş bir isim olmasına rağmen desteklemeye hazırım.
Asker (epeyce), hukukçu, mühendis, bürokrat, komitacı denedik. Bir kez de entellektüel deneyebiliriz, değişiklik olsun...
Subscribe to:
Posts (Atom)