Monday 22 September 2014

Algı yönetiminde aşırıya kaçmak demokratik rejim için büyük bir risktir

Akparti hükümetinin istikrarlı bir tarzı var: yaşanan her olayı bir miktar çarpıtarak bir kahramanlık destanı haline getirmek.

Dün yine bu tarzın bir örneğini gördük: 49 rehine IŞİD tarafından serbest bırakıldığında yandaş medya ve sosyal medyada "rehinelerin bir MIT operasyonu sonucu" serbest bırakıldığı iddia edildi.

Suriye ve Irak politikamız saydam olarak yürütülmediği için elimizdeki bilgiler sınırlı. Ancak eldeki bilgiler, rehinelerin bir müzakere süreci sonunda serbest bırakıldığına işaret ediyor.

Olayda gerçek kahramanlar var - olayı en başından beri yanlış yöneten üst düzey siyasetçi ve bürokratlar değil, kafasına silah dayandığı halde Batılı rehinelerin yaptığı gibi "sevgili ülkem, yanlıştan dönün ve bizi kurtarın" diye video yapmayı reddeden rehinelerimiz. Onlarla gurur duyuyoruz.

49 rehinenin sağ salim serbest bırakılması tabii ki memnuniyet verici. Rehineleri kurtarmak için müzakereler yürütmek de elbette ayıp değil. Fakat IŞİD ile yapılan müzakereleri "MIT operasyonu" olarak isimlendirmek doğru değil.

Hükümetin niyetinin ne olduğu açık: rehinelerin "kahramanca bir güç gösterisi ile kurtarıldığı" algısını yaratmak. Ne Arap dünyasında, ne de Amerika ve Avrupa'da bu hikayeye kimse inanmıyor. Sadece Türkiye'de olayları yakından takip etmeyenleri kandırabilecek bir hikaye.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zorunlu din dersi hakkında aldığı karardan 17-25 Aralık skandalına, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye notlarından yabancı gizli servislerin Türkiye'deki dinleme faaliyetlerine kadar pek çok alanda hükümetin tutumu benzer: gerçekleri açıkça yok sayan hikayeler kurgulamak. Bu kadar örnek tesadüf olamaz - ortada net bir politika var.

Anlaşılan o ki, hükümet aktif bir propaganda kampanyası ile Türk halkının bir bölümünün kafasındaki siyasi gerçeklik algısını dünyanın geri kalanından ayrıştırmaya çalışıyor. Bu algı yönetimi stratejisi demokratik ülkelerde caiz değildir, ancak otoriter rejimlerde görülür.

Neden? Çünkü demokrasi vatandaşın salim kafayla karar verebilmesini gerektiren bir rejim. Siyaset algısı dünyadan kopan bir kitle güncel gelişmeler karşısında sık sık saşkınlığa uğrar ve dünyadaki siyasal olayları takip edemez hale gelir. Bunun yarattığı rahatsızlık ve kızgınlık da komplo teorilerini körükler. Kamuoyunun komplo teorileri tarafından yönlendirildiği bir ortamda hükümetin manevra alanı kısıtlanır. Ülke içindeki siyasi tartışmalar rasyonelliğini kaybeder.

İşte bu nedenle demokratik ülkeler algı yönetiminde aşırıya kaçmamaya özen gösterir. Otoriter rejimler ise zaten kamuoyunu sürekli baskı altına tutma niyetinde olduğu için inanması zor kahramanlık hikayeleri kurgulamak üzere uzun vadedeki bu riskleri alır.

Hükümetin algı yönetimi politikası Türkiye'deki demokrasinin geleceği hakkında ciddi endişeler yaratıyor. Bu yanlış yoldan bir an önce dönülmesinde fayda var - Arjantin, Mısır, Rusya, Suriye, Venezüela, Yugoslavya örnekleri ortada.

Açıklık, saydamlık ve samimiyet olmayan yerde ne demokrasi ne de insan hakları varlığını sürdürebilir. Benden söylemesi.


Sunday 7 September 2014

Hangi parantez, hangi restorasyon?


Sayın Ahmet Davutoğlu Başbakan olalı beri devlette bir restorasyondan bahsediyor. Zaman dilimi bazen 100 yıl, bazen 200 yıl – ama her halükarda savunulan tez Akparti iktidarı öncesi dönemin Türk devletinde bir “parantez içi” (yani istisnai) dönem olduğu ve bu parantezin kapatılması gerektiği.

Bu parantez nedir? 100 ya da 200 yıl önce ne oldu? Bu konuyu samimi ve özenli olarak irdelemekte yarar var.

Sayın Davutoğlu ve destekçilerinin açıkça dile getirmedikleri, ancak ima ettikleri tez kanımca şu şekilde özetlenebilir:
- Osmanlı devleti bir Sünni Müslüman güç olarak bir dünyanın lider devletlerinden biriydi
- Devletin yönü konusunda farklı görüşler vardı ve bir noktada “batılılaşma taraftarları” iktidara geldi
- Bu tercih devleti zayıflattı
- Türkiye yeniden bir lider devlet olmak istiyorsa batılılaşma macerasından dönmeli, Sünni Müslüman kimliğine sarılmalı ve bölgedeki diğer Sünni Müslüman haklarla kader birliği yapmalıdır

Bu perspektifi pek gerçekçi bulmuyorum. Nedenini açıklamaya çalışayım.

100 ya da 200 yıl önce Türkiye’yi yönetenler keyfi bir şekilde batılılaşma yoluna girmedi. Bu arayışın yaşamsal bir sebebi vardı: Osmanlı devleti hızla çökmekteydi. Bu çöküşü durdurmak için çare aranıyordu. Doğal olarak, “bizden daha başarılı olan devletler ne yapıyor da biz yapmıyoruz” sorusu soruldu ve herkes bu soruyu kendine göre cevapladı. Cevaplar farklı olsa da ülkenin önde gelenleri arasında “bizden daha başarılı olan devletlerden öğreneceğimiz bir şeyler olmalı” tezi üzerinde konsensus sağlanmıştı.

Osmanlı devleti yeni çağın (değişik tanımları var, ancak 1450’lerin ortasından 1700’lerin sonuna kadar olan dönemi kasdediyorum) en başarılı siyasi projelerinden biriydi. Başarılı olmasının temel nedeni hızlı öğrenen, hızlı hareket eden, yüksek derecede düzenli ve displinli, çok başarılı kaynak mobilizasyonu yapan bir yönetici kitleye sahip olmasıydı.

Osmanlı’yı Avrupa’nın ilk “modern devleti” olarak nitelemek yanlış olmaz. Modern devletlerle özdeşleştirilen pek çok uygulamayı Osmanlılar Avrupalı rakiplerinden çok önce geliştirip uygulayabildiler. Bu sayede Avrupa geneliyle karşılaştırıldığında teknolojik üretimi açısından geri, zenginlik açısından ortalama ve nufus yoğunluğu açısından oldukça tenha bir bölgede büyük başarılara imza atan bir devlet kurabildiler. Henüz ortacağ örgütlenme modellerinden çıkamayan Güney ve Doğu Avrupalı rakiplerini birkaç yüz yıl hallaç pamuğu gibi attılar.

Osmanlı en başarılı yeni cağ imparatorluğuydu, ama 1700’lü yıllara gelindiğinde yeni bir rekabet avantajı keşfedildi: aidiyet temelli devlet. Klasik imparatorluklar ne kadar modern olurlarsa olsunlar, kaynak mobilizasyonu sistemleri “havuç ve sopa” olarak özetlenebilir. Bu yolla tebadan toplanabilecek kaynak bellidir. Şayet devleti yönetenler yönetilenleri “aynı gemide” olduklarına, bir başka deyişle “kader birliği” içinde olduklarına ikna edebilirlerse havuç ve sopa ile toplananın çok ötesinde kaynaklar seferber edilebilir. İngiltere ve Hollanda’da başlayan, Fransa, İsveç ve Prusya gibi devletlerin de geliştirerek takip ettiği bu model 1700’lerden itibaren ciddi bir rekabet avantajı yaratmaya başladı.

“Klasik” Osmanlı modeli 1792 savaşında iflas etti. Napolyon’un birdenbire elinde çok mütevazı bir güç olmasına rağmen Mısır’ı istila etmeye çalışması boşuna değildi. Yeni çağın en başarılı devlet modeli olan Osmanlı modeli rekabet avantajını yitirmişti ve kısa zaman içinde yok olacaktı.

Bu gerçeği sadece rakip devletler değil Osmanlı’nın yönetici kitlesi de fark etti. Fransız ihtilali Osmanlı için büyük bir şans oldu – Avrupa’da o kadar büyük bir maddi tahribat yaşandı ki 1815 Viyana Kongresi’ne varıldığında kimsenin Osmanlı’yı istila edecek gücü kalmamıştı. İşte tam bu noktada 2.Mahmut ve çevresinde kenetlenen Osmanlı eliti Sayın Ahmet Davutoğlu’nun “parantez” dediği devrime başladılar.

1820’lerde girilen bu yola gönül rahatlığıyla “devrim” diyorum, zira devletin yönetim biçiminin temelden değiştirilmesini içerir. O gün bugündür Türkiye devletinin tek bir amacı olmuştur: rekabet gücünü tekrar kazanmak için bir “millet edinmek”. Kanaatimce Türkiye devletinin temel kırılma noktası Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değil, 1820’lerde verilen ulus-devlet modeline geçme kararıdır.

Millet nasıl edinilecekti? Bir yandan ikna, bir yandan da eğitimle. Tanzimat Fermanı millet edinme projesinin ikna bacağının resmiyet kazanmasıdır. Padişah 2.Mahmut tek yanlı bir iradeyle “ben artık bir imparator değil bir milletin lideriyim” demiştir – Fransız devriminin ilk günlerinde kralın ünvanının “Fransa kralı” ifadesinden “Fransızların kralı” ifadesine değiştirilmesine benzer bir hamle.

Osmanlı devleti bir yandan eldeki kıt imkanların izin verdiği ölçüde iddialı bir okullaşma hamlesine girişti ve yeni ulus-devletin kanaat önderlerini yetiştirmeye gayret etti. Bir yandan da eski imparatorluk tebasını bir “Osmanlı milleti” olduğuna ikna etmeye çalıştı.

Hıristiyan teba bu fikre ısınmadı. Belki bu yöntem 1800’lerin değil 1700’lerin ilk yarısında denenseydi başarılı olabilirdi – çünkü o dönemde hiç bir büyük Avrupa devletinde dini azınlıklara hoşgörü söz konusu değildi. Osmanlı’nın en büyük rekabet avantajı belli bir yetkinliğe sahip ama bir büyük devletin asli unsuruna dahil olmayan insanların en rahat ve özgür yaşayabileceği ülke olmasıydı. Musevilerden küçük Protestan mezheplerin mensuplarına, Ortodokslardan Ermeniler gibi Doğu Hıristiyanlarına kadar pek çok “azınlık” Osmanlı sistemini herhangi bir Avrupa ülkesine tercih edebiliyordu. Ancak başta Avusturya ve Fransa olmak üzere büyük Avrupa devletlerinin Hollanda örneğini takip ederek azınlıklara makul bir yaşam alanı açabilmeyi başarması Osmanlı’nın bu rekabet avantajını elinden aldı. Hıristiyan azınlıklar hepsi kendilerine toleransla yaklaşan devletler arasında Osmanlı yerine daha zengin olanlarla kader birliği yapmayı tercih ettiler.

Hıristiyan tebanın ulus-devlet projesine katılmayacağı anlaşılınca Müslüman tebaya odaklanıldı. Sünni Müslümanlar zaten eski millet tanımına göre bir millet oluşturuyordu. Bu millet modern anlamda bir millete dönüştürülebilir miydi? “İttihad-ı Anasır” (unsurların birliği) olarak adlandırılan felsefe budur. 2.Abdülhamit bu yönde büyük çaba sarf etmiştir – Prof. Kemal Karpat “İslamın Siyasallaşması” eserinde bu stratejinin mantığını ve uygulamasını kapsamlı olarak incelemiştir.

Bu stratejinin en büyük zaafı Mısır’ın Mehmet Ali Paşa zamanında itibaren de fakto bağımsız bir devlet olmasıydı. Osmanlı’nın merkezinde tek bir Sünni Müslüman milleti oluşturma çabaları sürerken Mısır’da Arap temelli benzer ama alternatif bir proje vardı. 19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Arap milliyetçiliği akımları oldukça güçlenmişti. Nitekim 1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti Arap unsurlarını mobilize etmekte başarılı olamadı.

İşte mevcut “Türk milliyetçiliği” akımı bu ortamda doğdu. Madem ki Arapları da ulusal birliğin içinde tutmak uzun vadede mümkün değildi; Balkan, Anadolu ve Kafkas Müslümanlarından yeni bir millet inşa edilebilir miydi? İttihat ve Terakki ile başlayan, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’le gelişen çizgi budur.

Etnik temizlik mağduru Balkan ve Kafkas Müslümanları büyük sayılarda Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar. Kendilerine kucak açan Türkiye devletinin millet inşa projesine ikna olmaları zor değildi. Osmanlı milleti Türk milleti olarak yeniden tanımlandı ve bu millet tanımına göre devlet eliyle bir “ortak kültür” oluşturma işine girişildi. Anadolu’daki Hıristiyan unsurlar kısmen mübadele, kısmen etnik temizlik, kısmen de asimilasyonla ortadan kaldırıldı. Ortak dinin kafi olmadığı görüldüğü için ortak dil öne çıkarıldı ve merkezden kapsamlı olarak sevk ve idare edilen bir eğitim sistemi kuruldu.

Samimi ve gerçekçi bir analiz yaparsak, 200 yıldan beri devam eden millet inşa projesinin her adımının bir öncekine göre daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz – Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşan “Osmanlı milleti” tezi hiç tutmadı; Sünni Müslüman milleti de Arapları kapsayamadı; ancak Türk milleti tanımı Kürtler haricinde tüm “unsurlar” tarafından benimsendi. Ancak geldiğimiz noktada bunun da yeterli olmadığı açıkça görülüyor – sadece “kimlik” birliği tatmin etmiyor, kader birliğinin bir de hak ve özgürlükler boyutu olmak zorunda.

Ulus-devlet projesinin Avrupa’da ilk ortaya çıkmasından beri temel hedefi ülkede yaşayan insanların gönüllü olarak devletle kader birliği yapmasıydı. Günümüzün dünyasında tüm vatandaşlarına özgür ve rahat bir yaşam alanı sağlayamayan bir devlet bu kader birliği hissini sağlayamaz. ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin bir takım eksiklerine rağmen yakaladıkları doğru budur. Bu stratejinin teknik yönleri hakkında Daron Acemoğlu ve James Robinson’un “Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri” adlı eserine başvurulabilir.

İşte olaylara bu perspektiften baktığımızda Akparti hükümetinin doğruları ve yanlışlarını kolaylıkla teşhis edebiliriz. Adına ister “Cumhuriyet” diyelim, ister “1800’lerin başından beri süregelen ulus-devlet inşa projesi” diyelim, ülkemizeki hakim düzenin önemli bir eksiği vardır. Sayın Erdoğan ve Sayın Davutoğlu, biri daha içgüdüsel, öteki daha akademik olarak bu sorunun farkına varmışlardır. Ancak çözüm önerileri temelden yanlıştır.

Türkiye’nin ulusal birliğini pekiştirmesi ve daha güçlü bir dünya devleti haline gelmesi “parantez kapatarak” olmaz. Ulus-devlet inşa projesine kendinden önceki proje tamamen iflas ettiği için girişildi. 20.yüzyılda yaratılmaya çalışılan “Türk kimliği” yerine bir “Sünni Müslüman kimlik” oturtma denemesi, 20.yüzyılda yapılan pek çok yanlışın tekrarlanmasının yanında daha eski yanlışların da tekrarlanmasından başka bir sonuç vermeyecektir.

Bugün Türkiye’de yapmamız gereken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde yüzüne, hatta çevremizdeki ateş çemberinde yaşayan perişan durumdaki komşularımıza yeni bir ümit ışığı vermektir. Bu ümit, herkesin başkalarına zarar vermemek şartıyla kimlik bakımından “olduğu gibi” kalıp kendisine ve ailesine daha güzel bir yaşam kurmak için çalışıp çalışmalarının karşılığını adil bir şekilde alabileceği bir düzen kurmaktır. Bu düzenin temel direği de hak ve özgürlüklerdir.

Sayın Erdoğan, Sayın Davutoğlu ve onlardan sonra iktidara talip olan her siyasetçinin izlemesi gereken yol budur. Bu yolun başarısı tecrübeyle sabittir.

Bugün bir parantez kapatmaya, bir restorasyona değil bir hak ve özgürlükler devrimine ihtiyacımız var. Yeni bir Anayasa elbette yapalım, ama doğru ve gerçekçi hedeflerle.