Tuesday 30 December 2014

Yılbaşı kutlamaları ve Din

Yılbaşı insanlığın en eski iki bayramından biridir (öteki de Nevruz / Bahar Bayramı).

Kutlama nedeni günlerin tekrar uzamaya başlamasıdır. İnsanlar günler kısala kısala yok olmadığı için neye/kime inanıyorlarsa O Yüce Varlığa şükrederler. Yeniden doğuşu, hayata yeni bir başlangıcı kutlarlar.

Bu bayram belki 20 bin, belki 50 bin yıldır kutlanıyor. Ne herhangi bir yörenin kültürüyle, ne Hıristiyanlıkla, ne de Müslümanlıkla ilgisi yoktur - tüm insanlığın kadim ortak mirasıdır.

Hıristiyanların Noel'i Yılbaşı'na yakın bir tarihte kutlamaları derin bir anlamı olmayan bir tercihtir - Hz.İsa'nın esasen bilinmeyen doğum tarihi "kolaylık olsun" diye zaten on binlerce yıldır dünyanın yeniden doğuşunun kutladığı bayrama denk getirilmiştir.

Hal bu iken Yılbaşı'nda kutlama yapmanın İslam dininde caiz olup olmadığını tartışmak hem aklımıza, hem kültürümüze, hem de geleneklerimize hakarettir. Böyle tartışmaların İslam felsefesi açısından neden abes olduğunu merak edenler Gazali'nin başyapıtı Tahafut'un önsözünü okuyabilirler. Özellikle aşağıdaki cümlelerin yer aldığı bölümün altını çizebiliriz:

"Tutarsız destekçiler Din'e saldırgan ama tutarlı düşmanlardan daha çok zarar verirler. Çünkü atasözünün belirttiği gibi, akıllı bir düşman cahil bir dosttan daha kıymetlidir."

Takvim konusunda bu kadar hassas olacaksak işe birkaç yıl önce bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tamamen keyfi bir kararla güneş takviminin Nisan ayına nakledilen "Kutlu Doğum Haftası" organizasyonunu ait olduğu yere, yani yüzyıllardır ay takvimine göre kutlandığı Mevlid Kandili'nin haftasına alarak başlayabiliriz.

Yeni yılınız kutlu olsun!


Monday 29 December 2014

Osmanlı tarihinden bahsederken mitolojiden bilimselliğe terfi edelim – I.bölüm: Küresel ve bölgesel konjonktür

Son zamanlarda Osmanlı tarihinden bahsetmek moda oldu. Tarihimize sahip çıkmak, onu daha iyi öğrenmek, daha iyi anlamak ve güncel siyasete de dokunan çıkarımlar yapmak güzel. Ancak bunu yaparken orta öğretim müfredatımızın “mitolojik” yaklaşımından daha gerçekçi ve bilimsel bir yönteme geçmek şart.

Türkiye’deki orta öğretim müfredatında tarih genelde “kulağa hoş gelen hikayeler manzumesi” olarak anlatılır. Tarih anlatımı dünyanın her yerinde bu şekilde başlamıştır, ancak son üç yüz yılda adım adım hem sağlam ve tutarlı bir metodoloji kazanmış, hem de diğer sosyal bilimlerle bütünleşmiştir. Türkiye’de akademik kulvarda dünya standardında çalışmalar üretiliyor, büyük üstat Prof. Halil İnalcık başta olmak üzere gurur duyulacak pek çok tarihçimiz var. Ancak bu çalışmaların orta öğretim müfredatında ve popüler kültürdeki izdüşümü henüz çok zayıf.   

Son dört yıldır siyaset bilimi alanında doktora yapıyorum. Çalışma alanlarımın biri Osmanlı devleti. Kendi çalışmalarım sırasında tarih alanında dikkatimi çeken yeni perspektifleri paylaşmak istiyorum.

Gözlemlerimi üç farklı açıdan yapacağım: Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin bölge ve dünya konjonktürü içinde anlamlandırılması, Osmanlı devlet yapısının ekonomik ve sosyal boyutlarıyla daha kapsamlı olarak incelenmesi ve İslam geleneğinin Osmanlı’daki yansımaları.

Bu yazımda Osmanlı’daki siyasi gelişmelerin dönemin küresel ve bölgesel konjonktürü içinde anlamlandırılmasına dayanan 10 maddeyi en yakından en eskiye doğru giderek paylaşacağım. Diğer iki perspektiften 10’ar maddeyi de ayrı yazılar olarak sunacağım.

1.    Padişah Vahdettin ile Milli Mücadeleciler arasındaki ihtilafın “derin” sebebi I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra uluslararası konjonktürün nasıl kullanılacağı tartışmasıydı. Vahdettin hem Osmanlı Padişahı, hem de tüm Sünni Müslümanların halifesiydi. Osmanlı devleti savaşta yenilmiş olsa da İslam halifeliğinin önemi azalmamıştı. İngiliz imparatorluğunun kontrolü altında bir İslam halifesine hayat hakkı vardı. Ancak bu planda Osmanlı ordusuna ve bürokratik elitine fazla yer yoktu. Türkiye, Hindistan ya da Irak gibi sömürge statüsüne girerken Osmanlı hanedanı çok itibarlı bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Vahdettin’in kendilerini bu şekilde “feda edebileceğini” fark eden Osmanlı asker ve sivil eliti için tek çare daha küçük ama bağımsız bir devletti. Milli Mücadeleciler iki trendi doğru okudular: Anadolu halkının menfaatleri Padişah’tan ziyade kendilerininkine daha yakındı, öte yandan savaşın galiplerinde Anadolu’yu kontrol altında tutmak için büyük bir irade ve kaynak kalmamıştı. İç ve dış konjoktürü bu şekilde doğru teşhis eden bu grup Anadolu’nun kıt kaynaklarını mobilize ederek hem Padişah’a hem de işgalcilere karşı etkin bir karşı hamle yapabildiler.
2.    Balkan Savaşı’nı tetikleyen olay 1911’deki büyük Arnavut ayaklanmasıdır. Osmanlı devleti bu ayaklanmada bugünkü Kosova, Arnavutluk ve Makedonya topraklarının büyük bölümünde kontrolü kaybetti. Ayaklanma ancak siyancıların hemen hemen tüm istekleri kabul edilerek sonlandırılabildi. Sırbistan ve Bulgaristan Rumeli topraklarını savaşla almaya uzun zamandır niyetliydi, ama Osmanlı’nın zayıflamasını bekliyorlardı. Arnavut ayaklanmasında Osmanlı’nın zayıf performans onları saldırı zamanının geldiğine ikna etti.
3.    1808’de III. Selim’in tahttan indirilmesi olayı sadece ülke içindeki reform dinamikleri ile açıklanamaz. 1806’da Avrupa’da büyük Austerlitz savaşı yaşandı, Napolyon liderliğindeki Fransa birleşik Avusturya ve Rusya ordularını perişan etti. Bunu fırsat bilen Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Ancak Austerlitz yenilgisinin ardından dahi Osmanlı ordusu Ruslara diş geçiremedi. Daha sonra Napolyon’un Rusya seferinde Rus ordularının başarılı savunmasına komuta ederek tarihe geçecek olan general Kutusov Osmanlı-Rus savaşında başarılı bir yönetim gösterdi. Padişah III. Selim yenilgiden Yeniçeri’leri sorumlu tutarken Yeniçeriler kıt kaynaklarla savaşa girilmesine tepki gösterdiler. Kabakçı Mustafa ayaklanması ve III. Selim’in tahttan indirilmesine giden süreç böyle başladı.
4.    Almanya/Avusturya ile 80 yıl ciddi bir çatışma olmamışken 1683 yılında neden II. Viyana kuşatması gibi iddialı bir sefere kalkışıldı? Bu hamleyi o dönemdeki Orta ve Batı Avrupa güç dengesini incelemeden anlayamayız. 1680’ler Fransa kralı XIV. Louis’nin en saldırgan olduğu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı-Fransa ilişkileri yakın ve güçlüdür. XIV. Louis’nin hedefi Fransa krallığına ek olarak Kutsal Roma İmparatoru (Almanya ve Kuzey İtalya’yı kapsayan federatif devletin seçimle belirlenen lideri) olarak seçilmek ve Avrupa kıtasının tartışmasız hakimi olmaktı. Habsburg’lar Viyana’yı kaybederlerse yaşayacakları güç ve itibar kaybıyla imparatorluk ünvanını onların elinden alabilecek, Habsburg’lar Viyana için ondan yardım isterse de imparatorluk ünvanı üzerine pazarlık edebilecekti. Ancak Habsburg’lar çetin ceviz çıktı, küçük Alman devletlerini büyük ölçüde kendi yanlarında savaşa sokabildiler. Doğu cephesinde Osmanlı’ya karşı Polonya, Rusya ve Venedik ile ittifak yaparken batı cephesinde Fransa’ya karşı Hollanda, İspanya, İsveç ve Savoy’la ittifak yaptılar. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1683-1699 büyük güneydoğu Avrupa savaşı ile “Augsburg Birliği” savaşı olarak adlandırılan 1688-1697 büyük kuzeybatı Avrupa savaşı eş zamanlı olarak yapılmıştır. Habsburg Avusturya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı Osmanlı ve Fransa’ya karşı birleştirerek her iki savaştan da galip ayrılmıştır.
5.    Osmanlı devleti modernleşmede geç kalmış değildir. Aksine Avrupa modernleşmesinin ilk örneği sayılabilir. Modern devlet tanımı içinde yer alan pek çok kavram Osmanlı’da Avrupa’dan bir, hatta iki yüz yıl önce ortaya çıkmıştır: merkezi ve maaşlı ordu (14.yüzyıl), feodalitenin tasfiyesi (14. ve 15.yüzyıllar), yargının merkezileştirilmesi (15.yüzyıl), devletin öğretim kurumları kurması (15.yüzyıl), devletin dini kurumları kontrol altına alarak siyasi amaçlar için etkin şekilde kullanması (15.yüzyıl), tüm icranın başı olan bir başbakanlık makamı (16.yüzyıl). Fatih Sultan Mehmet, kendisine benzer icraatları olan I. Francois (Fransa), VIII. Henry (İngiltere), V. Charles (“Şarlken”, Kutsal Roma İmparatorluğu / Almanya) ve II. Philip (İspanya) gibi hükümdarlardan yarım ila bir yüz yıl öncedir.
6.    Osmanlı’nın Mısır’ı fethi ile İspanya’nın Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek topraklarını fethi aynı tarihlerde, çok benzer amaçlarla gerçekleşmiştir. Aradaki farklar fatihlerin niyetlerinden değil fethedilen ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarından kaynaklanır. Her iki örnekte de çok büyük ekonomik değeri olan bölgeler gelir amaçlı olarak zaptedilmiştir. Osmanlı’lar teknoloji ve organizasyon olarak kendilerine yakın seviyede ve kendileriyle büyük ölçüde aynı kültürü paylaşan bir ülkeyi fethettikleri için fethedilen ülkede büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmamıştır. İspanyollar ise teknolojik olarak daha ilkel ve kültür olarak çok farklı rakiplerle karşılaştıkları için fethettikleri ülkede kendi din ve kültürlerini yaymıştır. Her iki fetihte de fethedilen zengin topraklar fatihlerin siyasi sistemine entegre edilmemiş, yerel elitlerin yönetiminde haraca bağlanmıştır. Osmanlı Memlukları fazla dönüştürmeden kullanmış, İspanyollar ise Aztek ve İnka’ların vergi sistemlerini tepe noktalara kendi soydaşlarını yerleştirerek devam ettirmiştir. İlginç bir şekilde Amerika’daki sömürgelerin İspanya’dan bağımsızlığı Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ile hemen hemen aynı tarihlerde, 19.yüzyıl başında gerçekleşmiştir.  
7.    Osmanlı yükselme devrinde de Batı Avrupa’ya göre daha az varlıklı, teknolojide daha geri ve nufus yoğunluğu daha düşüktü. Osmanlı yöneticilerinin dehası merkezi ve liyakata dayalı bir sistemle kıt kaynakları başarılı olarak mobilize etmeleridir.
8.    Merkezi ve liyakata dayalı çok etkin devlet mekanizmasının yanında Osmanlı’nın ikinci temel rekabet avantajı yetişmiş insan kaynağı için yaşanacak en cazip ülke olmasıydı. Avrupa’da, özellikle Katolik ülkelerde, çoğunluk dinine mensup olmayan bir kişinin sadece siyasette değil, ekonomide kayda değer bir oyuncu olması imkansızdı. Halbuki Osmanlı irili ufaklı her türlü azınlığa ticaret alanında yaşama fırsatı tanıyordu. Bu durum 18.yüzyıl sonlarına kadar sürdü. Bir yandan Fransız devrimi, bir yandan da Habsburg monarşisinin dini toleransı benimsemesiyle Osmanlı’nın bu büyük rekabet avantajı ortadan kalktı. 19.yüzyılda Osmanlı’da kapsamlı reformlar yapılmasına rağmen Balkanlar’ın Hıristiyan halklarının Osmanlı devleti ile kader birliği yapması sağlanamadı. Rakiplerin de Osmanlı kadar çoğulcu hale geldiği bir ortamda Balkan halkları daha varlıklı ve güçlü Avrupa devletleriyle gitgide daha yakınlaşan ilişkiler kurdular.
9.    Osmanlı ekonomik düzeninin “iaşeci” yapısının ve farklı ekonomi felsefesinin peşinen Avrupa’ya göre daha geri olduğu ya da ekonomiye zarar verdiği söylenemez. Bu konuda en ilginç örnek 18.yüzyılda Habsburg/Osmanlı sınırında yaşananlardır. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşından sonra imzalanan anlaşmada her iki devlet aralarındaki ticaretten pay alan kendi tebalarını karşı tarafa danışmadan istedikleri gibi vergilendirebilecekleri konusunda uzlaştılar. Avusturyalılar derhal kendi tebalarına vergi koydular, Osmanlılar ise iaşeci refleksleri çerçevesinde koymadılar. Yeni vergi düzeni ticarette Osmanlı vatandaşlarının Avusturya vatandaşlarına göre daha yüksek kar marjlarına sahip olmasına sebep oldu. Ancak Osmanlı vatandaşları içinde Hıristiyan ve Müslümanlar arasında önemli bir fark vardı: Katolik Avrupa devletleri Müslüman tüccarların kendi ülkelerinde faaliyet göstermelerine sıcak bakmıyordu. Bu düzen içinde Osmanlı vatandaşı Sırplar hem Avusturya vatandaşlarına, hem de Osmanlı vatandaşı Müslümanlara karşı avantaj elde ettiler ve Tuna boyu ticaretine hakim oldular. 1792 yılında vergi rejiminin değişmesine kadar Sırbistan’da önemli bir sermaye birikimi oldu. 1804’te Sırbistan’ın ticaret burjuvasisi önderliğinde özerklik kazanmasının temelinde bu süreç yatar.
10.  Osmanlı’nın “İslam devleti”, “Şeriat rejimi” olma niteliği esasen demografik değil hukukiydi. 1517/18’de Mısır, Suriye ve Hicaz’ın fethine kadar Osmanlı devletinde nufusun çoğunluğu Hıristiyandı. Sonraki dönemlerde de Anadolu ve Rumeli beylerbeylikleri ve Istanbul’da nufusun yarıya yakını Hıristiyandı. 300 yılı aşkın Osmanlı egemenlik döneminde Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş teşvik edilmemiş, bu nedenle din değiştirme Balkan toplumunun en üst tabakası dışında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı devletinin “İslami” niteliği hukuk temelliydi. Modern dönem öncesi hukuk sistemleri arasında en zengin ve kapsamlı hukuk sistemi Hanefi fıkıhıdır. Bu nedenle hem büyük devletler, hem de uluslararası ticaret erbabı nezdinde çok tercih edilen bir sistemdi. Ayrıca Osmanlı’nın feodalizmi tasfiye edip, tüm tarım topraklarını devlet mülkiyetine alıp, standart büyüklükte toprakları düşük vergi yükü ile köylülere verme stratejisi Balkanlarda çok olumlu karşılandı. 18.yüzyıla kadar Hıristiyan teba Osmanlı hukuk, siyaset ve ekonomi rejiminden memnundu, Osmanlı yönetici sınıfı da nufusun çoğulcu niteliğinden faydalanıyordu. Bu sistem rekabet avantajı ve popülaritesini Fransız devriminin Avrupa’da tetiklediği topyekun değişime kadar sürdürebildi.

Saturday 27 December 2014

Devlet/birey ilişkileri hakkındaki toplumsal refleksimizin bir yansıması olarak Andımız

Amerika Birleşik Devletleri’nde de, Türkiye’de de okul öğrencileri güne and içerek başlar. Öğrenciliğim döneminde Andımız’ı severek okumuşumdur.

Türkiye’deki and metni şöyle:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey büyük Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene!”

Amerika’daki and ise şöyle:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands, one nation (under God), indivisible with liberty and justice for all.”

Tercümesi:
“Amerika Birleşik Devletleri bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete, herkese özgürlük ve adalet sunan, (Allah’ın altında) bölünmez tek millete bağlılık sözü veririm.”

“Under God” / “Allah’ın altında” ifadesi parantez içinde, çünkü Amerika’daki dindarlık/laiklik tartışmaları çerçevesinde and metnine bazı dönemlerde dahil olmuş, bazı dönemlerde dahil olmamış.

İki and arasında dikkat çekici fark şu: Türk andında bireyler devlete karşılıksız olarak birşeyler veriyor. Halbuki Amerikan andında devletin herkese özgürlük ve adalet sağlama yükümlülüğünün altı çiziliyor.

Türk andının temel felsefesi “birey var olduğu için devlete ve topluma karşı yükümlülükleri vardır”. Oysa Amerikan andının felsefesi “devlet ve toplum bireye özgürlük ve adalet sağladığı için bireyin devlete ve topluma karşı yükümlülükleri vardır”.

Aradaki fark insan hakları ve demokratikleşme alanlarında yaşadığımız zorluklarının kaynağını çok net bir şekilde ortaya koyuyor, değil mi?


Friday 19 December 2014

2015 genel seçimleri için ittifak senaryoları

2015 genel seçimleri yaklaşırken %10 barajının demokrasiyi tahrip eden, temel hak ve özgürlüklere aykırı niteliği tekrar gündeme geldi. Anayasa Mahkemesi bireysel başvurular kapsamında barajın vatandaşlar için bir hak ihlali oluşturup oluşturmadığını inceliyor.

Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı vermemesi durumunda küçük partilerin barajı aşmaya yönelik bir ittifak kurması gündeme geldi – LDP kamuoyunda isim bilinirliği yüksek bazı isimler ile tüm küçük partilere seçimlere birlikte katılma teklifi yaptı.

2015 seçimlerinde partiler arası ittifaklar mantıklı mı? Bu soruyu barajın kalkma ihtimalinden bağımsız olarak çeşitli ittifak alternatifleri için inceleyelim.

Ülkemizde uygulanmakta olan nisbi temsil sisteminin d’Hont şekli büyük partiler için avantajlı olduğundan, ittifak yapan herhangi iki parti ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse birlikte seçime girmek milletvekili sayısını artırır.

Örneğin, CHP ve MHP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi seçimlere ortak bir liste ile girse ve partilerin oy dağılımı Akparti %45 – CHP %25 –  MHP  %17 – HDP’li bağımsız adaylar %8 şeklinde bir oy dağılımı oluşsa milletvekili dağılımı ittifak öncesinde Akparti 293 CHP 130 MHP 86 HDP 41 şeklinde olacak iken CHP/MHP ittifakı sonrasında sonuç Akparti 282 CHP/MHP 226 HDP 41 şeklinde olur. Yani ittifaktan dolayı oy kaybetmezlerse sırf sistemden ötürü CHP/MHP ittifakı fazladan 10 milletvekili kazanabilir.

Avrupa’da ittifak örneklerini Fransa ve İtalya’da çok sık görüyoruz.

Türkiye’de ise geçmişte en başarılı ittifak örneği 1991 seçimlerindeki RP/MHP/IDP ittifakı oldu. Bu seçimde oyları baraja yakın seyreden RP ile kendi başlarına barajın altında kalmaları muhtemel olan MHP ve IDP birlikte %19 oy alarak 450’de 61 milletvekilliği kazanmışlardı. Seçime tek başına giren DSP ise %11 oyla sadece 7 milletvekilliği kazanabilmişti.

1991’deki SHP/HEP ittifakı büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı. 1995’deki ANAP/BBP, 1999’daki DYP/ATP. 2002’deki DYP/DTP, 2007’deki CHP/DSP ve 2011 DP/BTP ittifakları ise kayda değer bir etki yaratamadı.

2015’te ittifak için pek çok farklı senaryo düşünülebilir:
  • CHP tabanını her yönde genişletmek için hem merkez sağdan, hem de Gezi Parkı direnişinin sosyalist soldan çevrecilere kadar tüm unsurlarından gelecek bağımsız adayları listesine dahil edebilir;
  • MHP daha geniş bir sağ koalisyon için DP ve SP ile 1991’i andıran bir ittifak yapabilir;
  • 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi çok sayıda muhalefet partisi seçime birlikte girebilir;
  • Küçük partiler barajı geçecek bir “beşinci parti” için LDP’nin teklifine benzer bir ittifak oluşturabilir.

Bugün itibarıyla bu senaryoların hiçbiri yüksek bir gerçekleşme ihtimaline sahip değil. Ancak yine de ittifakların olası etkilerini anlamak için detaylı olarak inceleyelim.

Referans senaryosu olarak Akparti’nin %45, CHP’nin %25, MHP’nin %17, SP’nin %3, HDP’li bağımsızların da %8 oy aldığı ve illerdeki dağılımın 2014 yerel seçimlerine paralel olduğu bir senaryoyu alalım. Milletvekili dağılımı Akparti 293, CHP 130, MHP 86, HDP 41 şeklinde olur.
CHP’nin listesine hem merkez sağ, hem de Gezi parkı unsurlarını katarak oylarını %3 artırması, Akparti ve MHP’nin de %1’er oy kaybetmesi durumunda oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olur:

Akparti %44 – CHP %28 – MHP %16 – HDP (B) %8 – SP %3

Akparti 284 – CHP 148 – MHP 76 – HDP 42

Bu senaryo altında CHP ilave 18 milletvekili kazanabilir.

MHP’nin DP ve SP ile ittifak yaparak oylarını %6 artırması, Akparti ve CHP’nin %1’er oy kaybetmesi durumunda ise oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olur:

Akparti %44 – CHP %24 – MHP/DP/SP %23 – HDP (B) %8

Akparti 274 – CHP 117 – MHP 119 – HDP 40

MHP/DP/SP ittifakı MHP’ye %6 ilave oy getirmesi halinde 43 fazla milletvekili çıkarır ve Akparti’yi %44 oyla bile salt çoğunluğun altına itebilir. Bu senaryo 1991 seçimlerinde olduğu gibi sonucu ciddi oranda etkileme şansına sahip.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi HDP dışındaki muhalefet partilerinin seçimlere tek listeyle girdiğini varsayalım. Yerel seçimlerde CHP, MHP, SP, BBP, DP ve DSP’nin büyükşehir belediye meclisleri ve il genel meclisleri seçimlerindeki toplam oyu %49,3 seviyesindeydi. Bu partilerin seçmenlerin onda birinin ittifaktan hoşnut kalmayarak Akparti ve HDP’ye oy verdiğini varsayarsak oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olabilir:

Akparti %46 – Muhalefet ittifakı %44 –HDP (B) %9

Akparti 271 – Muhalefet ittifakı 235 – HDP 44

Muhalefet ittifakı katılan partilerin oylarının onda birini kaybetse dahi 19 fazla milletvekili çıkararak Akparti’yi %46 oyla salt çoğunluğun altına itebilir.

Son olarak küçük partiler ile kamuoyunda isim bilinirliği yüksek siyasetçilerin bir araya gelerek barajı geçecek bir “kritik kütle” yakalaması senaryosunu ele alalım. SP, BBP, DP ve DSP’nin 2014 yerel seçimlerinde aldığı toplam oy %6 civarındaydı. Ortak listenin Akparti, CHP ve MHP’den %1,5’ar oy alıp %10,5 ile barajı geçmesi halinde oy dağılımı ve milletvekili sayıları şöyle olur:

Akparti %43 – CHP %23 – MHP %15 – HDP (B) %8 – Ortak liste %10,5

Akparti 283 – CHP 120 – MHP 68 – HDP 41 – Ortak liste 38

Ortak listenin %7,5 seviyesinde kalarak barajı geçememesi durumunda ise:

Akparti %44 – CHP %24 – MHP %16 – HDP (B) %8 – Ortak liste %7,5

Akparti 299 – CHP 128 – MHP 80 – HDP 43

Birbirinden çok farklı partiler nasıl ortak bir liste çıkarabilir? Bu noktada açık önseçim sistemi çok faydalı olabilir.

Seçimli pozisyonlar için gösterilecek adayların parti üst yönetimi, parti teşkilatı ya da parti üyeleri yerine doğrudan seçmenler tarafından belirlendiği sistemlere “açık önseçim” denir. Açık önseçim 1960’lı yıllarda ABD’de uygulanmaya başlayan, son 10 yılda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşan bir sistemdir.

ABD’de 50 eyaletin tamamında her iki parti bu sistemi uygulamaktadır. Avrupa’da şu ana kadarki en büyük açık önseçim 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Fransa Sosyalist Partisi tarafından yapılmıştır.  Fransa Sosyalist Partisi üyelerinin doğrudan oy kullanabildiği bu önseçimde Sosyalist Parti üyesi olmayan seçmenler de partiye en az 1 Euro bağış yapmak ve “Fransa solunun temel ilkeleri” başlıklı bir cümlelik bir metni imzalamak şartıyla oy kullanabilmiştir. Francois Hollande, birinci turda 2.7 milyon, ikinci turda ise 2.9 milyon seçmenin oy kullandığı bir süreçle Sosyalist Parti Cumhurbaşkanı adayı olarak seçilmiştir.

Açık önseçim son yıllarda İtalya ve Yunanistan’daki sol partiler tarafından da benimsenmiştir. Yeşiller Partisi sistemi Avrupa çapında uygulama kararı almıştır. Britanya Muhafazakar Partisi de açık önseçim uygulamasını tartışmaktadır. Dünyanın diğer bölgelerinden de Şili ve Güney Kore örnekleri verilebilir. İtalya’daki 5 Yıldız Hareketi daha da ileri giderek elektronik bir seçimle belirlenmiş, mevcut partiler dışında bir sistem geliştirmiştir.

Türkiye’deki mevcut siyasi partiler kanunu açık önseçimi zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklar Fransa Sosyalist Partisi’nin kullandığına benzer bir süreçle aşılabilir.

İttifaka katılan siyasi partiler arasından seçime girme hakkına sahip bir parti “çatı partisi” olarak belirlenir. Bu parti adaylarını hukuki olarak (siyasi partiler kanunu altında) merkez yoklaması ile belirler. Parti yönetimi, aday listesini milli açık önseçim projesinin sonuçlarına göre belirlemek için karar alır ve bunu duyurur. Sürece siyasi partiler dışında sivil toplum örgütleri ve siyasette aktif rol almak isteyen bireyler de davet edilir.

Süreci yönetmek için katılan tüm partiler ve destekleyen sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri arasından bir koordinasyon kurulu seçilir. Koordinasyon kurulu aday adaylığı için kriterleri belirler, kriterlere uyan adaylar arasında önseçim sürecini yürütür ve sonuçları ilan eder. Süreç tamamlandığına açık önseçim ile oluşan liste çatı partinin yönetimi tarafından YSK’ya bildirilir.

Bu sayede hem çeşitli partilere mensup siyasetçiler arasındaki yarışma tüm seçmenlerin katılımıyla yapılarak genel seçim kampanyası öncesinde bir “prova” yapılmış olur.

Açık önseçim bahsettiğimiz üçüncü ve dördüncü senaryolarda, yani tüm muhalefet partilerinin ortak bir liste oluşturması veya barajı kendi başlarına geçme şansı olmayan küçük partilerin bir araya gelmesi durumunda listelerin oluşturulma sürecini kolaylaştırabilir.

Alternatif olarak, listelerin belli bir yüzdesinin ittifaka katılan partilerin organları tarafından, kalan kısmının açık önseçimle belirlenmesi düşünülebilir.

Hangi partiler arasında yapılırsa yapılsın seçim ittifakı kolay bir süreç değil. Bu nedenle 2015 genel seçimlerinde kayda değer bir ittifak oluşturulması şu an itibarıyla yüksek bir ihtimal olarak görünmüyor. Ancak Anayasa Mahkemesinin %10 barajını insan hakları ihlali gerekçesiyle iptal etmemesi halinde, siyasi partiler kanunun getirdiği adaletsiz ve anti-demokratik kuralların aşılması için tüm siyasi oyuncuların konuyu derinlemesine ele almasında fayda var.

   

Friday 12 December 2014

Osmanlıca meselesi hakkında bu konuları merak edip öğrenmeye çalışmış birinin notları

Son zamanlarda “Osmanlıca” adı takılan, “Arap alfabesiyle geçen yüzyılın Türkçesini yazma” işini bilirim. Gayet kolay öğrenmiştim, çünkü okulda zorla değil aile içinde kendi isteğimle rahmetli dedemden öğrendim.

Dedem ilkokula harf devriminden önce başladığı için Arap alfabesiyle okuma yazması iyiydi. Günlük tutarken ve şiir yazarken, kendi deyimiyle “eski yazı” kullanırdı.

1990 yılında ufak bir ameliyat için birkaç gün hastanede yatmıştım. Yaş 18; o zaman ne iPhone ne PlayStation var. Televizyon da tek kanal, sadece sıkıcı eski filmler.

Hastanede iki gün canım sıkıldığında dedemden rica ettim, bana Arap alfabesiyle okuyup yazmayı öğretti. El yazmalarını işe yarayacak bir hızda okuyacak kadar pratiğim yok, ama 19.yüzyıldan kalma basılı kitapları rahat okurum.

Bu konuda kendi tecrübemden, harf devriminden önce ilkokula başlamış büyüklerimden ve akademik çalışmalardan öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum:

1.       “Osmanlıca” diye bir dil yoktur. Sadece farklı alfabelerle yazılmış Türkçe formları vardır.
2.       Harf devriminden önce ilkokula gitmiş epeyce insan tanıdım. Hiçbirinin eski dil ve yazıya “Osmanlıca” dediğini duymadım. Genellikle “eski Türkçe” ya da “eski yazı” ifadesini kullanırlardı.
3.       Matbaa basımı 19.yüzyıl kitaplarını okuyabilecek kadar Arap alfabesi öğrenmek, herkesin evinde en fazla bir haftada başarabileceği bir iştir. Bu konuda yazılmış yüzlerce ders kitabı vardır ve kolayca bulunabilir.
4.      “Osmanlıca” diye bir şey vardır, ama eskiden halk arasında yaygın kullanılan dil değil, Osmanlı devlet bürokrasisinin yazılı iletişim tarzıdır. Bunu öğrenmek dil öğrenmek gibi herkesin harcı değildir – zira Osmanlı tarih, kültür ve devlet yapısını bilmeyi gerektirir. Yüksek lisans düzeyinde bir çalışma ister. Milyonları bir kenara bırakalım, Osmanlıcaya hakim on bin insan yetiştirmek bile büyük bir başarı olur.
5.       Arap alfabesinin Türkçeye uymadığı ve değiştirilmesi gerektiği harf devriminden yüz yıl önce tartışılmaya başlamış bir konudur.
6.       Dil devrimi dünyada oldukça yaygın bir uygulamadır. Japonlar biri hiyeroglif, ikisi heceli olan üç yazı sistemini birlikte kullanır. Asya’da Kore yepyeni hece bazlı bir fonetik yazı geliştirmiş, Vietnam, Malezya ve Endonezya Latin alfabesine geçmiş, Çin Halk Cumhuriyeti de yazı karakterlerini basitleştirmiştir. Avrupa’da ise Fransa, Almanya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi pek çok ülke 19.yüzyılda dilde kapsamlı bir sadeleştirme ve standardizasyon yapmıştır.
7.       Osmanlı arşivlerinin çok büyük bir bölümünün Latin alfabesi ve güncel Türkçeye geçirilmemiş olmasının nedeni iyi Osmanlıca bilen yeterince eleman bulunamamasıdır.
8.       Matbaanın Türkçe eserlerin basımı için kullanılmaya başlamasıyla harf devrimi arasında geçen iki yüz yıllık dönemde basılan kitap sayısı 30.000 civarındadır. Bu kitapların hepsini sayfa sayfa eski ve yeni yazının yan yana yer alacağı şekilde derlemek her yıl 1 milyon lise öğrencisine eski yazı öğretmekten daha kolay olur.
9.       Türkçe sadece Latin ve Arap alfabeleriyle yazılmamıştır - Kiril (Orta Asya), Yunan (Karamanlı) ve Orhun yazıtlarında kullanılan runik alfabe gibi çok farklı alternatifler kullanılmıştır. Bunları da ihmal etmemek gerekir.
10.   Alfabe (birer ses ifade eden işaretlerden oluşan fonetik yazı) dünya tarihinde sadece bir kez, Fenikeliler tarafından icat edilmiştir. Latin, Yunan, Kiril, Arap, İbrani, İskit, Hint, Tay gibi ilk bakışta birbiriyle tamamen ilgisiz görünen alfabelerinin hepsi birbirine akrabadır ve nasıl türediklerini gösteren “aile ağacı” wikipedia’da bile kolayca bulunabilir.
11.   Çin Halk Cumhuriyeti bayrağındaki dört küçük yıldızın hepsi bize yakın ya da uzak akraba olan milletleri temsil eder - Uygurlar, Moğollar, Mançuryalılar ve Tibetliler. Her basılan Çin Yuan’ında Çince’nin yanında bu dört dil bulunur. Uygurca Arap alfabesiyle yazılır ve 20.yüzyıl başı Türkçesine çok yakındır. Yani her Çin banknotunda güzel Türkçemizi bulabilirsiniz. Ama aynı Çin devleti Uygur Türklerini de Tibetlileri de “kıtır kıtır kesmektedir”.


1 Yuan’lık Çin banknotunda Arap alfabesiyle Uygur Türkçesi yazı: “Bir yuan, Congu halk bankası”.

12.   Bugün Avrupa’nın ortasındaki Berlin’den Çin’in ortasındaki Xian’a kadar 8 bin kilometre, üç ayrı alfabede yazılan aynı Türkçeyi  konuşarak gidebilirsiniz.
13.   Osmanlı fiziki mirasını koruyamayan bir ülkenin Osmanlıcayı canlandıracağını iddia etmesi gülünçtür. Şu anda en iyi muhafaza edilmiş Osmanlı şehri Türkiye’nin herhangi bir şehri değil Üsküp’tür. Şehrin merkezindeki Türk mahallesi aynen Balkan savaşı öncesinde olduğu gibi durmaktadır. Bunun neden Türkiye’nin hiç bir şehrinde başarılamadığını sorgulamaya ihtiyacımız var.
14.   Türkçenin Latin harfleriyle yazılması gayet doğaldır, çünkü Latin alfabesi de Arap alfabesi kadar Türk kültür mirasının bir parçasıdır. Osmanlı devleti kendini resmen Roma imparatorluğunun mirasçısı kabul ederdi. Pek çok Osmanlı padişahı ünvanlarını sayarken Halife’den hemen sonra Roma İmparatoru ifadesini kullanmıştır. Osmanlı entellektüellerinin bu konudaki halet-i ruhiyesini özetlemek için bir örnek: milli şairimiz Namık Kemal, ki kendisi önde gelen Osmanlıcılardandır, meşhur Osmanlı tarihi kitabını Anadolu, Orta Asya ya da İslam tarihiyle değil Roma İmparatorluğu tarihiyle başlatır.
Velhasıl eski yazı ve Osmanlıca konularını tartışırken yavan sloganları bir kenara bırakıp bilgi ve tecrübeye dayalı analizler yapmak faydalı olacaktır.

Türk gençliğinin Türkçenin geçmişte yazılmış olduğu tüm alfabeleri öğrenmeye teşvik edilmesi güzel bir fikir. Ancak Arap alfabesiyle yazılan 19.yüzyıl Türkçesini tüm öğrenciler için zorunlu ders haline getirmek olsa olsa gençlerin hevesini kırar. 

Friday 5 December 2014

HDP hodri meydan diyor

HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bu hafta Ruşen Çakır’a verdiği röportajda HDP’nin genel seçime bağımsız adaylarla değil parti olarak girmeyi planladığını söyledi.

Demirtaş, “barajı geçememe riskini nasıl alıyorsunuz” mealinde bir soruyu yanıtlarken şöyle diyor:
“Savunduğumuz şeylerin yüzde 10 bile değeri yoksa varsın parlamentoda olmayalım. Biz değil parlamentonun kendisi düşünsün.”

HDP parti olarak seçime girerse ne olur? Barajı geçtiği ve geçemediği senaryolarda milletvekili dağılımı nasıl olur? Düşünecek bir şeyi olan kim?

Önceki yazımızda barajın kalkması halinde ne olacağını incelerken kullandığımız iller seviyesinde detaylandırılmış seçim modelimizle cevaplandırmaya çalışalım.

Genel seçimlerde oyların dağılımı hakkında basit bir varsayım yapalım. HDP Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oylardan her ilde %0,5 daha yüksek oy alsın. CHP ve MHP 2011 genel ve 2014 yerel seçimlerinde aldıkları oyların ortalamasını alsın. SP 2014 yerel seçimlerinde aldığı oyu korusun. Akparti de bu dört partinin aldığı oylar dışında kalan tüm oyların %95’ini alsın.

Bu varsayımla Türkiye çapında oy dağılımı şöyle olur:

Akparti %44,2 – CHP %25,8 – MHP %15,4 – HDP %10,3 – Saadet %2,8

Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında ortaya çıkan milletvekili dağılımı şöyle:

Akparti 282 – CHP 136 – MHP 73 – HDP 59

HDP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı oy oranını alarak az farkla barajın altınfa kalırsa sonuç şöyle değişiyor:

Akparti 331 – CHP 143 – MHP 76

Yani HDP’nin seçime parti olarak girip barajı geçememesi sadece Kürt hareketinin parlamento dışında kalmasına değil Akparti’nin Anayasa değişikliklerini referanduma götürecek bir çoğunluğa ulaşması ihtimalini ortaya çıkarıyor.

Bu durum seçim sath-ı mailine girildiğinde kararsız seçmenler üzerinde etkili olabilir. “Akparti’nin sistem değişikliğine gidebilecek bir çoğunluğa ulaşmasını istemiyorsanız HDP’ye el verin” şeklinde bir kampanya görebiliriz.

HDP’nin seçime parti olarak girme kararını “hodri meydan demek” ya da “kararsız seçmeni kafakola almak” olarak niteleyebiliriz.

Seçime daha altı ay var, ama Türk siyasetinde şimdiden her gün çok ilginç gelişmeler oluyor.

Monday 1 December 2014

Anayasa Mahkemesi yüzde 10 barajını iptal ederse ne olur?

Bu hafta sonu birkaç yayın organında Anayasa Mahkemesi’ne genel seçimlerdeki yüzde 10 barajıyla ilgili bireysel başvurular yapıldığı ve mahkemenin bunları 2-3 hafta içinde karara bağlayacağına dair haberler yayınlandı.

Anayasa Mahkemesi’nin barajın insan hakları hukuku açısından bir ihlal durumu yarattığına hükmetmesi halinde oldukça karmaşık bir hukuki durum ortaya çıkabilir. Seçim kanununun mevcut maddesi iptal edilmiş olmayacağından, TBMM’nin yeni bir düzenleme yapmaması halinde Yüksek Seçim Kurulu ihlal kararına rağmen eski sistemi devam ettirmek zorunda kalabilir. Anayasa’nın 67.maddesi gereği seçim kanunlarında seçime bir yıldan az kala yapılan değişiklikler ilk seçimde uygulanamayacağından TBMM’nin sadece kanun değişikliği değil Anayasa değişikliği yapması da gerekebilir.

Bu karmaşık hukuki durumun analizi bu yazımızın çerçevesini aşıyor. Ancak hukuki ve siyasi süreçlerin sonunda 2015 genel seçimleri barajsız olarak yapılırsa bunun milletvekili dağılımını nasıl değiştireceğini detaylı olarak analiz etme imkanına sahibiz.

Analiz için 81 ildeki tüm seçim bölgeleri için 2014 yerel seçim sonuçlarını temel alan bir model oluşturduk. Muhtelif oy dağılımı varsayımlarının milletvekili sayılarını nasıl etkileyeceğini her il için ayrı ayrı hesaplayabiliyoruz.

Partiler 2014 Mart yerel seçimlerindeki oy oranlarını aynen koruması (büyükşehirlerde belediye meclisi, diğer illerde il genel meclisi seçim sonuçlarını kullanarak) aşağıdaki oy dağılımına denk geliyor:

Akparti %43,3 – CHP %25,6 – MHP %17,6 – HDP %6,6 – Saadet %2,8 – BBP %1,6

Bu oy dağılımı ve mevcut kanunda yer alan %10 barajı, nisbi temsil sistemi ve d’Hont formülü uygulandığında (HDP adaylarının seçime bağımsız olarak katıldığı varsayımıyla) ortaya çıkan milletvekili dağılımı şöyle:

Akparti 278 – CHP 135 – MHP 97 – HDP 40

Seçim sisteminde ve partilerin aldığı oylarda başka hiç bir şey değişmeden sadece baraj kalkıp HDP seçime parti olarak girerse sonuç şöyle değişiyor:

Akparti 273 – CHP 132 – MHP 97 – HDP 44 – Saadet 3 – BBP 1

HDP seçime parti olarak girebilirse bağımsız olarak girmeye göre biraz daha fazla oy alması muhtemel. Saadet ve BBP de barajın kalkmasıdan benzer şekilde faydalanabilir. HDP’nin Akparti ve CHP’den yüzde 1’er oy alarak %8,5 oranına ulaşması, Saadet Partisi’nin Akparti’den %1,5 oy alması, BBP’nin de Akparti ve MHP’den %0,5’er oy olması halinde oy ve milletvekili dağılımı şöyle değişiyor:

Akparti %40,3 – CHP %24,6 – MHP %17,1 – HDP %8,6 – Saadet %4,3 – BBP %2,6

Akparti 263 – CHP 130 – MHP 99 – HDP 50 – Saadet 7 – BBP 1

Yukarıdaki senaryoya ek olarak Emine Ülker Tarhan’ın kurduğu yeni partinin CHP’den %3, MHP’den %1 oy alarak %4’e ulaşması durumunda sonuç şöyle değişiyor:

Akparti %40,3 – CHP %21,6 – MHP %16,1 – HDP %8,6 – Anaparti - %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6

Akparti 272 – CHP 118 – MHP 97 – HDP 50 – Anaparti 5 – Saadet 7 – BBP 1

Son olarak da merkez sağda yeni bir partinin başarılı olması ve üç büyük partiden büyüklükleriyle orantılı oy çekerek %5’e ulaşmasını senaryosunu inceleyelim:

Akparti %37,7 – CHP %20,2 – MHP %15,1 – HDP %8,6 – Yeni Merkez Sağ %5,0 – Anaparti - %4,0 – Saadet %4,3 – BBP %2,6

Akparti 262 – CHP 114 – MHP 95 – HDP 56 – Yeni Merkez Sağ 8 – Anaparti 6 – Saadet 8 – BBP 1

Bu senaryoda illerdeki oy dağılımının ana hatlarıyla 2014 yerel seçim sonuçlarını takip ettiğini varsayıyoruz. Küçük partilerin oy oranı toplam %18 civarında. Bölgelerde doğru bir aday belirleme stratejisi ile küçük partiler bu oy oranı ile çıkartabilecekleri milletvekili sayısını 23'ten 30-35'e çıkarabilirler.

Mevcut baraj ve HDP’nin seçime bağımsız girmesi halinde Akparti’nin tek başına iktidara gelmek için alması gereken oy oranı %43 civarında iken barajın kalkması ve HDP’nin seçime parti olarak girmesi halinde bu rakam %45’e yükseliyor. Ancak yeni muhalefet partilerinin meclise girmesi halinde bu rakam artabilir ya da tekrar düşebilir.