Sunday 24 November 2013

Hangi partiye yakınsınız?

www.secimharitasi.com sitesinde "hangi partiye yakınsınız?" uygulaması devreye girdi. Anketi doldurun, görüşlerinizin hangi partiye yakın olduğunu hesaplayın. Yorumlayın, tartışın, paylaşın.

www.secimharitasi.com/hangi-partiye-yakinsiniz

Thursday 21 November 2013

Üç parmak

Bu aralar parmak işaretleri moda. Bu kervana ben de katılmak istiyorum.

Benim işaretim üç parmak:



Anlamı:  Özür – Tazminat – Yüce Divan

Türkiye’deki insan hakları ihlallerinde mağdurlar için özür ve tazminat, failler için de yüce divan istiyorum.

Dil, din, cinsiyet, ırk, ideoloji, yaş, yer ayrımı yapmadan, zaman sınırlaması koymadan, tüm Türk vatandaşlarının uğradığı tüm insan hakları ihlalleri için bunu talep ediyorum. Gezi Parkı'nda gazlananlar için, faili meçhuller için, gözaltında kaybolanlar için, işkence görenler için, bombalananlar için.

Başbakan Erdoğan’ın Mavi Marmara olayında İsrail’den talep ettiklerinden ve Mısır için kullandığı işaretten esinlendim. Başka ülkelerin bizim vatandaşlarımıza yaptığı eziyetin, hele başka ülkelerin kendi vatandaşlarına yaptığı eziyetin hesabını soracaksak kendi ülkemizde kendi kendimize yaptıklarımızın hesabını çok daha önce sormamız lazım.

Var mısınız?

Eğitimde dershaneleri tartışırken daha önemli konuları kaçırmayalım!

Türkiye son bir haftadır dershaneleri tartışıyor. Sosyal medya yıkılıyor. Siyasette de AKP / Erdoğan / Cemaat / Gülen içerikli renkli komplo teorileri paylaşılıyor.

İyi de, buraya odaklanırken daha önemli konuları gözden kaçırmıyor muyuz?

Bu yıl lise giriş sınavları değişti. Öğrenciler 6 dersten sınava giriyor: Türkçe, matematik, fen ve teknoloji - bunlar tamam. Diğer üç ders ise yabancı dil, "Din kültürü ve ahlak bilgisi" ile "inkılap tarihi ve Atatürkçülük".

Yabancı dilin lise giriş sınavına dahil edilmesi neye işaret ediyor meçhul, lise eğitimini genel olarak yabancı dilde vermeye mi yöneliyoruz? Ama daha önemlisi "Din kültürü ve ahlak bilgisi" ile "inkılap tarihi ve Atatürkçülük" derslerinin eklenmiş olması.

Dünya tarihi yok, Türkiye tarihi yok, coğrafya yok, mantık yok, felsefe yok, ekonomi yok, toplum bilimleri yok. Bunun izahı nedir? Çok basit: "Ne kadar dindar bir hükümet olduğumuzu vurgulamak için din dersini lise giriş sınavına koyalım. Dengeli görünmek adına bir de Atatürkçülük ekleyelim."

Giriş sınavları böyle tamamen sübjektif ve 21.yüzyıla insan yetiştirme ile ilgisi olmayan konularla dolarsa zaten dershanelere gerek kalmayacak, çünkü sınavlar ölçme kapasitelerini yitirecek.

Lise giriş sınavlarının odak noktası siyasi sembolizm mi olmalı yoksa en iyi öğrencileri seçmek için azami gayret mi gösterilmeli? Hükümetin tercihi belli: propaganda her zaman kaliteden, işlevsellikten, toplumsal faydadan önce gelmeli.

Artık bu kafayı değiştirme zamanı geldi. Rekabetin had safhada yaşandığı bir dünya ortamında kimsenin çocuklarımızın geleceğini riske atmaya hakkı yok.

Wednesday 20 November 2013

Demokrasiyi daha ucuza maledebilir miyiz?

Demokrasi güzel şey, ama seçimler pahalı. O kadar sandık, oy pusulası, bunların taşınması, sayılması. Meşakkatli bir iş. Milletvekili maaşlarını ve partilere her yıl yapılan yüz milyonlarca lira devlet yardımını saymıyorum.

Neden seçim yapıyoruz? Hepimiz adına kanun yapacak ve hükümeti belirleyecek 550 kişi vatana millete faydalı insanlar olsun diye.

Ancak maalesef milletvekillerimizin performansına baktığımızda bu harcamalara değmediği kanaati uyanıyor. Her gün onlarca milletvekili çocuklarımızın daha müreffeh bir ülkede yaşaması hedefiyle yakından uzaktan olmayan konularda fantastik beyanat veriyor. O gün beyanat vermeyenler de vakitlerini facebook ve twitter'da polemiğe girerek geçiriyor. Burada örnek vermeye gerek yok - herhangi bir gazetenin web sayfasına ya da sosyal medya sitesine on saniye bakmak kafi.

Antik çağlardaki filozoflar yönetim sistemlerini karşılaştırırken demokrasilerde yasama organının kurayla belirlenmesi gerektiğini yazmışlar. Seçimler serbest ve adil de olsa sonuç halkın temsilinden ziyade iyi ihtimalle bir popülarite yarışması, kötü ihtimalle bir nevi oligarşi olur diye düşünmüşler. Bu nedende de seçimle uğraşmaktansa kura çekmek daha mantıklı olur kanaatine varmışlar.

Demokrasimizin bugünlerde içinde bulunduğu içler acısı duruma bakınca eski filozoflara hak vermemek zor. Bu kadar para harcayacağımıza noter huzurunda kura çekelim, daha etkin ve verimli bir yasama organımız olur!




Monday 18 November 2013

Ortadoğu'da bir şeyler oluyor

Ortadoğu’da bir şeyler oluyor. Maalesef ülkemizde konuyu ciddiyetle ve etraflıca ele almak yerine sağa sola dört parmaklı Rabia işareti yapmakla yetiniyoruz, ama bölge çok ciddi değişikliklere gebe.

19 Ağustos günü Körfez ülkeleri ortak bir açıklama yaparak Batı ülkeleri darbe nedeniyle Mısır’a yardımı keserse açığı kendilerinin dolduracağını duyurdu. 18 Ekim günü Suudi Arabistan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin etkisizliğini ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını protesto etmek için yeni seçilmiş olduğu Güvenlik Konseyi üyeliğini devralmayacağını açıkladı. 8 Kasım günü BBC’de yayınlanan bir haberde Suudi Arabistan’ın Pakistan’ın nükleer programını yıllardır finanse ettiğinin ve “gerektiğinde” Pakistan’dan hızla nükleer başlık edinme hak ve imkanına sahip olduğunun resmi kanallarca teyit edildiği belirtildi. 17 Kasım Pazar günü ise Londra merkezli Sunday Times gazetesi Suudi Arabistan ve İsrail’in İran’a bir askeri müdahale konusunda işbirliği yapmakta olduğunu yazdı.

Bu haberler Ortadoğu’da çok temel bazı pozisyon ve strateji değişiklikleri yaşanmakta olduğunu çok net şekilde ortaya koyuyor. Bu değişimlerin sebep ve olası sonuçlarını anlayabilmek için öncelikle kurulan yeni ittifakları gözden geçirmek gerek. Ortadoğu’nun iç dinamikleri dört yeni ittifak ortaya çıkarmış durumda:
1. Suudi Arabistan, diğer Körfez ülkeleri ve Ürdün monarşileri, Mısır askeri yönetimi ve Pakistan asker-sivil yönetici elitini içeren “feodal” koalisyon
2. İran ile Irak Şii’leri, Lübnan’da Hizbullah ve Suriye’deki Esad rejimi gibi müttefikleri
3. Başta Müslüman kardeşler olmak üzere “feodal” rejimlere başkaldırmaya çalışan geniş tabanlı Sünni İslamcı hareketler
4. El Kaide ve müttefikleri (bu dünya değil öbür dünyaya odaklı gruplar)

Bu yerel koalisyonların yanında ABD, İsrail ve Rusya oldukça aktif, Avrupa Birliği ve Çin de daha mütevazi seviyede pozisyon alıyor.

Bölgedeki değişiklikleri tetikleyen en önemli faktör ABD’nin bir yandan yurt dışı askeri maceralara gitgide daha fazla muhalefet eden kamuoyunun baskısı, bir yandan da enerji ithalatçısı bir ülkeden enerji ihracatçısı bir ülkeye dönüşmesinin jeopolitik çıkarlarında yarattığı değişiklik nedeniyle artık Ortadoğu’da eskisi kadar aktif olmayacağının sinyallerini vermesi. Dünyanın en önemli enerji üretim merkezi olan Ortadoğu’da ABD elbette her zaman “müdahil” olacaktır. Ancak yakında enerji ithal değil ihraç edecek olan ABD artık 1990-2012 arası dönemde olduğu gibi çok kapsamlı bir “düzenleyici” rol oynamak istemiyor.

ABD’nin bu yeni duruşu doğal olarak sırını on yıllardır ABD’ye vermiş olan “feodal” rejimlerde alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Bu koalisyon oldukça farklı rejimlerden oluşuyor: Suudi monarşisinden Mısır askeri diktatörlüğüne, Pakistan’ın demokrasi görüntülü aristokratik rejiminden Körfez şeyhliklerine çok farklı unsurları var. Ancak hepsinin ortak noktası bu ülkelerdeki inanılmaz boyuttaki gelir ve servet adaletsizliği ve vatabdaşın karar verme süreçlerine müdahil olma şansı olmamasına tabandan gelen büyük tepki. Hepsi er ya da geç çok büyük bir rejim değişikliği yapmak zorunda olduklarının farkında. Mevcut iktidarları tamamen tasfiyeden korumak için zaman kazanmaya çalışıyorlar. Yakın zamana kadar bu çizgide en büyük güvenceleri ABD’nin güçlü desteğiydi. Ancak ABD artık bölgede bu tür feodal rejimleri kendi vatandaşlarının haklı taleplerinden korumak için büyük bir efor sarf etmeye hazır değil. Bu durumda iş başa düşüyor.

Suudi Arabistan liderliğinde ciddi bir aksiyon planı hazırlanmış gibi görünüyor. Mısır’da kurulu düzeni tehdit etme ihtimali olan Müslüman Kardeşler askeri darbe ile tasfiye edilmeye çalışılıyor. Pakistan’da Halk Partisi’nin yetkinliği olmadığı anlaşılınca hızla Navaz Şerif etrafında muhafazakar bir koalisyon kuruldu ve Suudi Arabistan’dan güçlü bir destek aldı. ABD’nin koruyucu şemsiyesinin yerine Pakistan’ın nükleer silahlarının devreye alınması düşünülüyor. İran’a karşı en yüksek düzeyde ekonomik ve siyasi mücadele veriliyor – o kadar ki, ABD bu konuda yeterince istekli olmadığında yerine İsrail ile işbirliği olanakları araştırılıyor. Suriye’de Esad karşıtlarına Batı dünyasının vermediği desteği Suudi Arabistan ve Katar veriyor. Katar’ın kontrolündeki El Cezire ve birkaç benzeri, Batı kamuoyunda söz sahibi bir medya organları olarak hazırlanıyor. Pabuç pahalı olunca doğal olarak tüm kaynaklar seferber edildi.

Türkiye ise son birkaç yılda bu büyük değişim trendine uygun politikalar geliştirmek yerine hayali bir “neo-Osmanlıcılık” söylemi ortaya koydu. Hükümet, Suriye’de Esad rejiminin Suriye’deki Sünni olmayan unsurlar, Hizbullah, İran ve Rusya tarafından “can havliyle” bu düzeyde destekleneceğini öngöremedi. Suriye’nin düşürdüğü uçak ve Reyhanlı bombalama eylemine karşılık veremeyerek aslında söyleminin arkasında askeri güç ile durmaya cesaret edemediğini itiraf etmiş oldu. Mısır’da Müslüman Kardeşler’i desteklerken ne ABD, ne AB, ne de Suudi Arabistan’dan destek görmedi. Suriye muhalefetinde El Kaide unsurlarının ön plana çıkmasına zımnen destek verdiği için diğer tüm koalisyonların tepkisini çekti. Dış politikadaki bu geniş çaplı başarısızlığın sonunda Türkiye hiç bir kazanım elde etmemişken Ortadoğu ile büyük potansiyel vaad eden ticari ilişkilerini kaybetti ve güney sınırında tehlikeli ve uzun dönemli bir istikrarsızlıkla baş başa kaldı.

ABD’nin yeni bir askeri müdahale yapma ihtimalinin olmaması, Ortadoğu’daki bu geniş kapsamlı savaşın uzunca bir süre devam etme ihtimalini artırıyor. Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerin mücadeleden vaz geçmesi beklenmemeli – zira “feodal” ülkelerde sosyal adalet ve siyasi değişim talebi artık geri çevrilemeyecek seviyelerde. Ancak Suudi Arabistan başta olmak üzere tüm monarşik, askeri ve oligarşik rejimlerin karşılarındaki hayati tehdide karşı canla başla (ve büyük parasal kaynaklarla) mücadele edecekleri de şüphesiz. İran ise bu kargaşadan ekonomik yaptırımları hafifletmek ve nükleer programını korumak için faydalanmaya çalışıyor.

Türkiye’nin yakın geçmişteki yanlış politikalar nedeniyle içine düştüğü yalnızlık, bu kaos ortamında stratejik bir avantaj elde etmeyi zorlaştırdı. Marjinal ideolojik gruplar hariç, Türk vatandaşlarının ezici çoğunluğu savaşan güçlerden hiç birine bir fedakarlık yapmayı gerektirecek bir yakınlık hissetmiyor. Hükümet bölgedeki olaylara daha fazla müdahil olma iradesine ne bürokrasiden ne de tabandan destek bulamadı. Yeni bir politika olarak Ortadoğu’daki mücadeleden mümkün olduğu kadar uzak kalmak ve bir “istikrar adası” olarak bölgeden kaçan sermayeyi çekmek düşünülebilir. Ancak bu yönde ilerlenecekse hayali söylemlerden uzaklaşmak ve pozisyon kaybeden oyunculara destek vermekten bir an önce vazgeçmek gerekiyor.

Saturday 16 November 2013

Diyarbakır'da tiyatro

Başbakan Erdoğan Irak Kürdistan bölgesi başkanı Mesud Barzani ile birlikte Diyarbakır'a "çıkartma" yaptı. Magazin basını için iyi malzeme çıktı, ama siyaset açısından aynı şeyi söylemek zor.

Olay hükümetin artık alıştığımız "çok laf az iş" yaklaşımının güzel bir örneğiydi. Düne kadar Barzani'ye hakaret eden ekip bugün onu el üstünde tutmaktan medet umuyor. Ülkemizin kökü eskiye dayanan iç meselelerinde iktidarın çözümü kendi vatandaşlarıyla diyalog kurmak yerine yabancı siyasetçilerle şov yapmakta araması gerçekten trajik.

Önemli siyasi konulara baktığımızda herhangi bir icraat göremiyoruz. Yüzde 10 barajının kaldırılması için bir çaba yok. Valilerin seçimle gelmesi yönünde bir düzenleme yok. KCK davasından herhangi bir şiddet olayına karışmamış yüzlerce kişi "siyasi suçlu" olarak hapiste. Yapılan müzakereler saydam değil, masada ne olduğu, kime ne sözler verildiği meçhul.

AKP "kanı durdurma" edebiyatı yapıyor, ama AKP iktidara geldğinde zaten kan durmak üzereydi. İstatistiklere baktığımızda 1984'ten bugüne kadar bölgede en az insanın hayatını kaybettiği dönemin 2000-2002 dönemi olduğunu görüyoruz. Yani AKP döneminde çatışmalar önce tekrar alevlendi, sonra yavaşlayarak 2002'deki noktaya döndü.

Realite buysa tarihi olan ne?

AKP artık üretimi tamamen bıraktı, bir satış ve pazarlama departmanı olarak faaliyet gösteriyor: her hafta aniden "tarihi bir olay" yaşanıyor, bunu kutlamak için büyük bir şov yapılıyor, sonra olay hiç bir etki bırakmadan unutulup gidiyor. Renkler canlı, gürültü yüksek, ses ve görüntü efektleri bol, ama içerik yok.

Thursday 14 November 2013

Uluslararası siyasetin Real Madrid'i Barcelona'sı bizde mi?

Biz Türkiye'de kızlı erkekli aynı evde nasıl kalınır, vali Hüseyin Avni Coş gerçek mi karikatür kahramanı mı gibi lüzumsuz konuları tartışırken İsrail'de önemli bir olay oldu. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle Dışişleri Bakanlığından istifa etmiş olan Avigdor Lieberman görevine geri döndü. Geçmiş tecrübelere bakıldığında Türkiye-İsrail ilişkilerinde heyecanlı günler yaşanma ihtimali yüksek. 

Ne İsrail Başbakanı Netanyahu'nun, ne de Lieberman'ın politikalarını tasvip etmek mümkün değil. Filistin topraklarında acımasız bir Apartheid rejimi yürütürken sürekli mağdur edebiyatı yapıp zeytinyağı gibi üste çıkabilmeleri tüm dünya için bir utanç kaynağı. Ancak şöyle bir gerçek var: hükümetimiz bu çılgın ikili ile Fenerbahçe / Galatasaray rekabeti kıvamında amansız bir atışmaya girmeyi seçti - Erdoğan / Davutoğlu ikilisi Netanyahu / Lieberman ikilisine karşı.

Burada Türk vatandaşı, seçmeni ve vergi mükellefi açısından şöyle bir sorun var. İnsan hakları sicilleri utanç verici olabilir, ama Netanyahu / Lieberman ikilisi uluslararası siyasetin Real Madrid veya Barcelona'sı sayılır. Reelpolitikten ikili ilişkilere, teknik altyapıdan propagandaya çok ciddi ve profesyonel bir rakiple karşı karşıyayız. Bizim takım ise son bir yıllık performansına baktığımızda bir Fenerbahçe / Galatasaray değil 2.ligin son sıralarındaki Dardanelspor / İstanbul Güngörenspor ayarında.

Sormak lazım: Real Madrid / Barcelona karşısına en azından Fenerbahçe / Galatasaray koyamayacaksak bu maça neden çıkıyoruz? Kadınların durumundan ekonomiye, demokratikleşmeden çarpık kentleşmeye bin tane iç meselemiz varken Türkiye'nin önceliği İsrail ile kişisel bir didişme mi olmalı? Ortadoğu kavgalarına karışmalı mıyız? Bence cevap hayır.

Büyük ihtimalle çok yakında göreceğimiz ilk Netanyahu / Lieberman - Erdoğan / Davutoğlu karşılaşmasında bunları hatırlayalım.


Wednesday 13 November 2013

İktidar nezdinde makbul adam olmak

Ülkemizin çok değerli iktisatçılarından Atilla Karaosmanoğlu’nu kaybettik. Başımız sağ olsun, Allah rahmet eylesin. Türkiye’ye ve dünyaya yaptığı hizmetleri şükranla anıyoruz.

Merhumun cenazesinde gördüğüm tablo beni Türk siyaseti hakkında biraz düşünmeye sevk etti. Türkiye’nin son elli yılda İspanya ve Güney Kore gibi ülkelere göre neden geri kaldığını hep tartışırız. Bugünkü tecrübe bu konuda bir tespit yapmama vesile oldu.

Cenazede Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinden kimse yoktu. Adana valisi Hüseyin Avni Coş’a sahip çıkanlar Atilla Karaosmanoğlu’na sahip çıkmamıştı.

Merhumun cenazesindeki tablo aslında yaşamı boyunca karşılaştığı Türkiye gerçeği ile uyumluydu. Türkiye’nin 20.yüzyılda yetiştirdiği en yetkin kalkınma uzmanlarından olan Karaosmanoğlu’na hiç bir demokratik iktidar ekonomide karar verici bir pozisyona getirmemiştir.

Bu neden olabilir? Sanırım temel neden Türk devlet yönetiminin hala ulus devlet değil padişahlık zihniyetiyle yönetilmesi. Karaosmanoğlu hiç bir siyasi lidere biat etmediği ve devlet adamı sorumluluğu içinde ülke için doğru olanı yapmaya çalıştığı için ne yaşamında ne de vefatında hükümetler nezdinde makbul bir kişi olamamıştır. Siyasi erk yetkinliğe lidere sadakatten fazla önem vermediği, seçmen de siyasi erki bu yönde zorlamadığı müddetçe Türkiye dünyanın lider ülkeleri arasında giremez.

Karaosmanoğlu’nun kendisini göreve çağıran Nihat Erim hükümetinde aldığı tavır da bugünkü siyasetçilere ders verecek niteliktedir. “Beyin takımı” adıyla kurulan ve büyük reformlar yapacağını iddia eden bu hükümetin reformu bir yana bırakalım, ülkeye büyük zarar verdiğini görünce Karaosmanoğlu 1971 yılı sonunda başbakan yardımcılığından istifa etmiştir. Hükümetin ortak sorumluluğu ilkesinden hareketle, “başkalarının yaptıkları hatalar beni bağlamaz” demeyip yanlış yolda giden bir hükümete karşı gerekli tavrı koymuştur. Bugün insan hakları ihlalleri konusunda sessiz kalanların ders alması gereken bir örnektir.

Merhum Atilla üstat kalkınma iktisatçısıydı – bu nedenle Türkiye’de yaygın siyasi zihniyetin kalkınma üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgili bir tespitin kendisini anmak için en uygun konu olduğunu düşündüm. Allah rahmet eylesin.

Sunday 10 November 2013

Atatürk

Atatürk’ü ölümünün 75.yılında sevgi, saygı ve özlemle andık. Bugün çeşitli sosyal medya organlarında karamsar mesajlar verenler oldu - bense aksine bu yıl geçtiğimiz yıllara oranla geleceğe çok daha iyimser bakabileceğimizi düşünüyorum.

Haziran 2013’te Türkiye’de ilk defa tabandan gelen büyük bir demokrasi ve bireysel hak ve özgürlük talebi açığa çıktı. Türk gençliği Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde bahsettiği doğrultuda siyasette tavır koymaya başladı. Bir zamanlar “ideal” olmaktan öteye geçmeyen demokrasi, hak ve özgürlük talebi ete kemiğe büründü. Bundan dolayı gurur duyabiliriz.


Ama bu yol burada bitmiyor, sadece başlıyor. Hak ve özgürlüklerin yerleşmiş olduğu, güçlü ve müreffeh bir ülkeye sahip olmak için az sayıda insanın “birşeyler yapmasını” istemek yerine herkesin kendi mahallesinde, kendi meslek grubunda ve kendi sosyal çevresinde aktif siyaset yapması şart. Ülkenin geleceğiyle ilgili tavır almazsanız, o geleceği tavır alanlar çizer. Bunun için herkesin siyasi olarak mobilize olması şart.  


Thursday 7 November 2013

Kültür savaşlarında zafer kimin olacak?

Başbakan'ın son açıklamalarıyla "kültür savaşları" kavramı Türkiye'de de gündeme gelmiş oldu. Hayırlı olsun!  Avrupa ve ABD'deki 1968 olayları ile dünya siyaset sahnesine giren bu kavram pek çok ülkede zaman zaman gündemin üst sıralarına çıkar.

Hak ve hürriyetler ne kadar köklü, sistem ne kadar sağlıklı olursa olsun, neredeyse tüm demokratik ülkelerde gençlerin yaşamı veya kadın-erkek ilişkileri söz konusu olduğunda toplumun "ortalama" değerlerini herkese zorla empoze etmeyi savunan siyasetçiler vardır.  Buna şaşırmamak gerekir.

Elimizde bu konuda 45 yıllık bir veri olduğu için, siyasetçilerin dünyanın dört bir yanında yaptığı bu tür işgüzarlıkların sonuçları üzerinde net bir fikir sahibi olabiliyoruz.  Sonuç insan haysiyeti ve özgürlüklerden yana olanlar için sevindirici: uzun vadede tüm demokratik ülkelerde özel hayata müdahale etmeye kalkışan işgüzarlıklar ters tepiyor.  Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika bir yana, bir zamanlar geleneksel değerlerin kalesi kabul edilen İspanya, İtalya, Japonya ve Kore'de bile kültür savaşları özgürlükçü kesimin kesin zaferiyle sonuçlandı.

Velhasıl, Çetin Altan'ın meşhur deyimiyle "enseyi karartmayın" !  Türkiye'de de milli gelir artmaya, demokrasi yerleşmeye, eğitim seviyesi yükselmeye devam ettikçe işgüzar siyasetçilerin çabaları boşa gitmeye mahkumdur.


 

Kadınlar ve refah

Dünyadaki yüzlerce ülkenin son 500 yıllık performansına baktığımızda, kadınların toplumdaki yeri ve özgürlükleri ile ülkenin uzun vadeli kalkınma hızı ve refah düzeyi arasında çok yakın bir ilişki olduğunu kesin bir şekilde görüyoruz.  Bunu kaale almayan ülkeler çok büyük bir bedel öder.  

Tuesday 5 November 2013

Yerel seçimler ve üniversite öğrencileri

Yerel seçimlerle ilgili ilginç bir veriyi paylaşmak istiyorum.

Türkiye’de son on yılda üniversite öğrencisi sayısı önemli oranda arttı.  Üniversite öğrencileri prensip olarak resmi ikametgahlarını ailelerinin yanında öğrenci olarak yaşadıkları şehre nakletme şansına sahip.  Şu anda çoğu bunu yapmıyor.

TÜİK’den aldığım 2009 seçim sonuçları ile YÖK’ten aldığım illere göre üniversite öğrencisi sayılarına kısaca göz attım.  Pek çok ilde üniversite öğrencisi sayısı belediye seçimlerinde oy kullanan seçmen sayısının önemli bir yüzdesi haline gelmiş durumda.  Büyükşehirlerde seçim il genelinde yapılacağı için yüksek oranlara varmak zor, ama pek çok orta boy il merkezinde dikkate değer bir durum var.  Üniversite öğrencisi sayısının merkez ilçe belediye seçimlerinde kullanılan oy sayısının yüzde 20’sinden fazla olduğu illerin listesini aşağıda sunuyorum:

İl / Merkez belediyesi için 2009’da kullanılan oy / 2012 Üniversite öğrencisi sayısı / Yüzde

Afyon 93.966 31.771 33,8%
Ardahan 7.649 2.505 32,7%
Artvin 13.164 4.275 32,5%
Bayburt 15.549 4.385 28,2%
Bilecik 23.185 9.261 39,9%
Bitlis 18.432 4.276 23,2%
Bolu 69.358 19.646 28,3%
Burdur 42.189 15.985 37,9%
Çanakkale 54.277 29.444 54,2%
Edirne 80.595 29.572 36,7%
Erzincan 44.432 12.865 29,0%
Giresun 50.850 25.000 49,2%
Gümüşhane   13.856 7.668 55,3%
Isparta 104.978 44.904 42,8%
Karabük 62.756 14.647 23,3%
Kars 35.842 11.453 32,0%
Kırklareli 36.739 12.694 34,6%
Kırşehir 56.944 14.994 26,3%
Kütahya 121.347 39.129 32,2%
Niğde 54.924 15.109 27,5%
Rize         47.792 11.459 24,0%
Sivas 153.803 38.499 25,0%
Tokat 67.421 19.915 29,5%
Tunceli 13.595 3.570 26,3%
Yozgat 39.136 8.456 21,6%
Zonguldak 60.394 18.409 30,5%

Bu illerde öğrenciler organize bir şekilde hareket edebilirlerse seçim sonuçları üzerinde önemli etkileri olabilir.  Konunun hem siyasetçiler, hem de de öğrenci dernek ve grupları açısından incelemeye değer olduğunu düşünüyorum.  İlgilenenlere duyurulur!

Sunday 3 November 2013

Yeter! Söz Milletindir.


Son günlerde demokrasi üzerine çok fazla boş laf ediliyor. Onun için seçilmiş siyasetçilerimize bir hatırlatma yapma ihtiyacı hissettim.

Demokrasi maceramızın başladığı 1950 yılında vatandaşın onayladığı ilke yukarıdaki afiştekiydi: "Yeter, söz milletindir!"

Maalesef sadece darbe ile gelenler değil seçimle gelenler de 63 yıldır bu ilkeye saygı göstermiyor. "Söz milletin seçtiklerinindir" demedik - "söz milletindir" dedik.  Yani seçimle gelen padişahlık değil bireysel hak ve özgürlükler temelli bir demokrasi istiyoruz.

Söz nasıl milletin olur?  İlk aklıma gelenler şöyle:

  1. İnsan hakları ihlallerine uğrayan vatandaşlara özür ve tazminat
  2. Milletvekili seçimlerinde uygulanan %10 barajının tamamen kaldırılması
  3. Milletvekili adaylığı için merkez yoklamasının kaldırılması, tüm seçmenlere açık önseçim uygulaması getirilmesi
  4. İllerin çıkardığı milletvekili sayısının nufusa göre adil şekilde belirlenmesi (nufusa göre dağılımdan önce her ile bir milletvekilliği verme uygulamasının kaldırılması)
  5. İl genel meclisi ve belediye meclisi seçimlerinde uygulanan çıkarmalı sistemin kaldırılması, bu meclislerin üyelerinin nisbi temsil ya da iki turlu dar bölge sistemi ile belirlenmesi
  6. Valilerin seçimle belirlenmesi, seçimlerde iki turlu sistem uygulanması
  7. Belediye başkanı seçimlerinde iki turlu sisteme geçilmesi
  8. Cumhurbaşkanı seçimlerinde aday olmak için 20 milletvekilinin imzasını alma zorunluluğunun kaldırılması, yerine seçmen sayısının binde biri gibi makul bir imza yükümlülüğü getirilmesi
  9. Milletvekilleri, bakanlar, valiler, belediye başkanları ve üst düzey bürokratlar ile yakınlarının gelir ve servet bilgilerinin kamuya açıklanması
  10. Partilere yapılan yardımın son genel seçimlerdeki oy oranına göre değil vatandaşların vergi beyannamelerinde yapacakları tercihler üzerinden dağıtılması
  11. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tüm unsurları ile fiilen uygulanması, özellikle de adil yargılanma ve ifade özgürlüğü konularında evrensel standartları teminat altına alacak yasal düzenlemeler yapılması
  12. Anayasa Mahkemesi’nden ayrı, gerekli yetki ve kaynaklar verilmiş bir Türkiye İnsan Hakları Mahkemesi kurulması
Artık samimi olalım.  "Söz milletindir" diyenler gerekeni yapsın.  Yapmayanlar da demokrasiden bahsetmesin.




Katılımcı ve özgürlükçü demokrasi için çok önemli bir kavram: Açık önseçim

Partilerin ulusal ya da yerel seçimli pozisyonlar için göstereceği adayların parti üst yönetimi, parti teşkilatı ya da parti üyeleri yerine doğrudan seçmenler tarafından belirlendiği sistemlere “açık önseçim” denir.  Açık önseçim 1960’lı yıllarda ABD’de uygulanmaya başlayan, son 10 yılda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşan bir sistemdir.

ABD’de şu anda 50 eyaletin tamamında her iki parti bu sistemi uygulamaktadır.  Seçmen kayıtları eyalet bazında o eyaletin seçim kurulu tarafından tutulur.  Seçmenler kütüğe kaydolurken parti tercihi de belirtir.  Önseçim partiler tarafından değil eyalet seçim kurulu tarafından düzenlenir.  “Tam açık” ve “yarı açık” olarak iki ayrı sistem söz konusudur.  Yarı açık önseçimde, seçmenler sadece kütüğe kaydolurken belirttikleri partinin önseçiminde oy kullanabilir.  Tam açık önseçimde ise seçmenler kütükteki kayıtları nasıl olusa olsun istedikleri tek bir partinin önseçiminde oy kullanabilir.  

Her iki partinin başkanlık seçimlerinde çok rekabetçi birer önseçim yaşadığı 2008 yılında 220 milyon seçmen içinden 35 milyonu Demokrat Parti, 20 milyonu da Cumhuriyetçi Parti önseçiminde oy kullanmıştır.

Açık önseçim 2000’li yıllarda Avrupa’daki partiler tarafından da benimsenmeye başlamıştır.  Şu ana kadar Avrupa’daki en büyük açık önseçim 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Fransa Sosyalist Partisi tarafından yapılmıştır.  Fransa Sosyalist Partisi üyelerinin doğrudan oy kullanabildiği bu önseçimde Sosyalist Parti üyesi olmayan seçmenler de partiye en az 1 Euro bağış yapmak ve “Fransa solunun temel ilkeleri” başlıklı bir cümlelik bir metni imzalamak şartıyla oy kullanabilmiştir.  Francois Hollande, birinci turda 2.7 milyon, ikinci turda ise 2.9 milyon seçmenin oy kullandığı bir süreçle Sosyalist Parti Cumhurbaşkanı adayı olarak seçilmiştir.

Açık önseçim son yıllarda İtalya ve Yunanistan’daki sol partiler tarafından da benimsenmiştir.  Yeşiller Partisi sistemi Avrupa çapında uygulama kararı almıştır.  Britanya Muhafazakar Partisi de açık önseçim uygulamasını tartışmaktadır.  Dünyanın diğer bölgelerinden de Şili ve Güney Kore örnekleri verilebilir.

Türkiye’deki mevcut siyasi partiler kanunu açık önseçimi zorlaştırmaktadır.  Ancak bu zorlukların Fransa Sosyalist Partisi’nin kullandığına benzer bir süreçle aşılabileceğini düşünüyoruz.  Açık önseçim yapmak isteyen siyasi parti, adaylarını resmen merkez yoklaması ile belirleyip, merkez yoklaması sonucunda YSK’ya bildireceği adayları kendi düzenleyeceği  bir açık önseçim ile belirleyebilir. 

Açık önseçim dünyada genelde fiziki (sandık başında) olarak uygulanmaktadır.  Ancak Güney Kore’deki merkez sol parti son Curhurbaşkanlığı seçiminde tamamen elektronik/mobil bir sistemi başarıyla denemiştir.  Türkiye’de açık önseçimi elekronik/mobil olarak gerçekleştirebilecek altyapı mevcuttur.  Ancak ilk denemede güvenilirliği artırmak açısından fiziki (sandık ve parmak boyamalı) bir süreç tercih edilebilir.



Rousseau ve AKP

Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan "biz Rousseau'dan çıkmadık" demiş.  Rousseau'yu okumadığı için konuya hakim olmadığı anlaşılıyor.  AKP'nin fikri atası bire bir Rousseau'dan başkası değildir.

Bugün AKP'nin temsil ettiği "vatandaşların yüzde 51'inin tercihi milli irade sayılır" şeklindeki ilkel ve yetersiz demokrasi görüşünü dünyada popüler hale getiren Rousseau'dur.  Demokrasinin çoğunlukçuluktan ibaret olarak yorumlanmasının hayırlı bir şey olmadığı Fransız devrimi sonrasındaki "terör" döneminin acı tecrübeleri ile öğrenildiği için daha sonraları bireysel hak ve özgürlükleri ön plana alan, daha başarılı demokrasi yorumları ortaya çıkmıştır.  Çoğunlukçuluğun çıkmaz bir sokak olduğu ortaya çıkınca, hak ve özgürlüklere dayalı bu demokrasi yorumları 20.yüzyılda Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne esin kaynağı olmuştur.

İslam dünyasının siyaset felsefesi geleneğinde ise çoğunluğun iradesine kesinlikle güvenilmez. Kamusal alandaki kararları eğitimli çoğunluğun vermesi gerektiği görüşü hakim olmuştur.

İşte bu tarihi gerçeklerden dolayı, AKP'nin savunduğu ilkelerin kaynağı Rousseau iken, Başbakan'ın çok eleştirdiği "elitist" CHP zihniyeti İslam dünyasının siyaset felsefesi geleneğine çok daha yakındır.