Monday 20 June 2016

10 maddede Haçlı Seferleri

Istanbul’un fethinin yıldönümü Alman meclisinin kararıyla çakışınca ülkemiz yine bir Haçlı Seferleri tartışmasına daldı. Ancak yazılıp çizilenler gösteriyor ki Haçlı Seferleri sırasında ne olup bittiğinden ülkemizde kimsenin pek haberi yok. Eskiden ortaokul müfredatında vardı bunlar, arada kaldırıldı mı bilemiyorum. 10 maddede önemli ve renkli yönleriyle hatırlatmak istedim.
1.      Haçlı seferlerinin başarısız olduğu uzun vadede doğrudur, ama kısa vadede yanlıştır. 1096-1099 arasındaki ilk Haçlı Seferi hedefine ulaşmış, Kudüs Hıristiyanlar tarafından fethedilmiştir. Kudüs Selahaddin Eyyubi tarafından 1187’de geri alınmış, ancak 1099’da kurulan Kudüs krallığı 200 yıla yakın bir süre yaşamıştır. Suriye, Lübnan ve Filistin’de o günlerden kalma pek çok Haçlı kalesi vardır.
2.      Haçlı seferleri Batı Avrupa’nın silkinişini simgeler. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra yüzlerce yıl süren bir ekonomik çöküntü yaşayan Batı Avrupa 9.yüzyıldan itibaren tekrar istikrarlı bir ekonomik gelişme çizgisi yakalamıştır. Haçlı Seferlerine maddi ve insani kaynak ayrılabilmesi göreceli bir zenginleşme ve kendine güvene işaret eder.
3.      Haçlı Seferleri bir “özel sektör” organizasyonudur. Dönemin önde gelen kralları birkaç Haçlı Seferine liderlik etmişse de genelde seferler genelde Papa’nın çağrısıyla harekete geçen bağımsız soylular tarafından yürütülmüştür. İslam dünyasının aksine, Avrupa’da merkezi devlet iradesinin büyük bir askeri mobilizasyon yapabilecek güce ulaşması ancak 16.yüzyılda olmuştur.
4.      Haçlı Seferleri sırasında deniz hakimiyeti Hıristiyanların elindedir. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Akdeniz’de hakim deniz gücü Doğu Roma (Bizans) olmuş, ancak Emeviler döneminde Araplar denizlerde Bizanslılarla başa baş mücadele edecek seviyeye gelmiştir. Akdeniz’deki Müslümanların rekabetçi durumu 9.yüzyıla kadar devam edebilmiş, Haçlı Seferlerine gelindiğinde denizde liderlik İtalyanlara geçmiştir. Bu nedenle Haçlı Seferleri sırasında kayda değer bir deniz savaşı olmamıştır.   
5.      Haçlıların Istanbul’u fethedemedikleri için üzülmeleri söz konusu değildir, zira 1204’te fethetmişlerdir. Bu tarihte Kudüs’e gitmek için yola çıkan 4.Haçlı Seferi fikir değiştirip Istanbul’u işgal ve yağma etmiş, sonunda Istanbul ve çevresinde uzun sürecek bir Latin krallığı kurulmuştır. Istanbul’un zenginliklerinin önemli bir bölümü İtalya’ya götürülmüştür. Bizanslıların Istanbul’u geri alması 1261 yılındadır. Istanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin yoluna açan İtalyanların 1204 işgalinin Bizans’ın belini kırmasıdır.  
6.      Pek çok Avrupa ülkesinin bayrağı Haçlı Seferlerinden kalmadır. İngiltere, Kuzey İrlanda, Danimarka, İsveç, Norveç gibi. Her Haçlı Seferinin başında, Papa yola çıkanları kutsadıktan onlara kıyafetlerinin önüne asılmak üzere haç işaretli ve “okunmuş” birer kumaş parçası verirmiş. Bu uygulama hem Haçlı Seferlerine adını vermiş, hem de pek çok Avrupalı ülkenin bayrağını oluşturmuştur.
7.      Haçlı Seferlerinin en önemli unsurlarından biri Normanlardır. Bu Normanlar, biz Türklerin batıdaki muadili gibidir. Vikinglerden gelirler. Fransa kralları 10.yüzyılda sürekli Fransa kıyılarını istila eden İskandinavya ahalisine kuzey Fransa’da bir bölge vermeyi teklif eder. Bazı kabileler bu teklif kabul eder, bugün Normandya olarak anılan bölgeye yerleşir, Hıristiyan olur ve Fransa kralına bağlılık yemini ederler. Normanlar Müslümanlarla savaşlarda öncü rol oynar, Sicilya’dan Kudüs’e kadar pek çok uçbeyliği, hatta krallıklar kurar ve yönetirler. 1066’da Norman beyi “Fatih” William İngiltere’deki karışıklıklardan istifade ederek İngiltere’yi istila eder ve bugünkü İngiliz dil ve kültürünün temelleri atılır.
8.      Haçlı Seferleri Avrupa ile İslam dünyası arasında önemi bilgi alış verişlerine imkan vermiştir. Örneğin vakıf sisteminin İslam hukukundan Avrupa hukukuna bu dönemde geçtiği söylenir.   
9.      Haçlı Seferlerinin başlangıçtaki amaçlarından biri Bizans’a başta Selçuklular olmak üzere doğusundaki Müslüman devletler karşısında yardım etmekti. İlk Haçlı Seferinin 1071 Malazgirt savaşından kısa bir süre sonra olması tesadüf değildir. Ancak Haçlı ordularının düzensiz ve disiplinsiz yapısı Bizans için risk oluşturmuş, seferler hiçbir zaman bir Batı
Avrupa / Bizans ortaklığına dönüşmemiş, 1204’te Haçlıların Istanbul’u ele geçirip yağmalamasıyla birlikte Bizans toplumuna tamir edilemeyecek bir hasar verilmiştir.
10.    Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’ün Müslümanlar için çok da önemli görülmediğini anlıyoruz. I.Haçlı Seferinde Kudüs kaybedildikten sonra geri almak için İslam dünyasında büyük bir seferberlik yaşanmamıştır. Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü geri aldıktan sonra Avrupalıların çabaları devam etmiştir. Altıncı Haçlı Seferi sırasında seferi komuta eden Kutsal Roma (esasen Alman) İmparatoru II.Frederick ile Mısır, Filistin ve Suriye hakimi Eyyubi devleti hükümdarı El Kamil ihtilafı müzakereyle çözmeye karar vermişlerdir. El Kamil, Mısır ve Suriye’ye bir daha gelmemeleri ve Mescid-i Aksa’nın kontrolünün Müslümanlarda kalması şartıyla Kudüs’ü Haçlılara vermiş, ayrıca Kudüs ile Akdeniz arasında bir güvenli geçiş koridoru oluşturulmuştur.  
Haçlı Seferleri hem Avrupa, hem de Ortadoğu’da büyük bir tahribata yol açmıştır. Öte yandan İtalya ile İslam dünyası arasında ticari ilişkilerin başlamasını Haçlı Seferlerine borçluyuz. Belki de en önemlisi, 1204 Istanbul işgal ve yağmasının ardından Bizans’ın Hıristiyan Avrupa’nın sınır bekçisi olmaktan çıkmasıyla Rum Ortodoks dünyasının İslam dünyası ile farklı ilişkiler kurmasının yolu açılmıştır.


Wednesday 8 June 2016

Türkiye’de dini eğitim: imam-hatip okullarının dünü, bugünü ve yarını

T24 web sitesindeki bir habere göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Nisan günü imam-hatip okullarıyla ilgili yaptığı bir konuşmada “imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri, medrese geleneğinin birikimine henüz ulaşamadı” demiş.

Medrese geleneği derken klasik İslam döneminin medrese geleneğini kasdettiyse tespit doğrudur. Medreseler 9. ve 12. yüzyıllar arasında gerçekten de dünyanın en önde gelen entellektüel merkezleriydi. Tespit doğrudur, ama beklenti yanlıştır. İmam-hatip okulları klasik İslam döneminin medreselerine benzer entellektüel kurumlar değildir. Hiç bir zaman olmamışlardır ve hiç bir zaman da olamazlar – zira imam-hatip okullarının misyonu ve kültürünün klasik İslam dönemi medreseleriyle ilgisi yoktur.

İmam-hatip okulları nedir, ne değildir? Türkiye’de onyıllardır siyasi tartışmaların göbeğinde olan bu kurumların misyon ve kültürünü önyargısız bir şekilde anlamak Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkes için şart.

Bu konuyu kapsamlı olarak değerlendirebilmek için dört farklı açıdan bakmak gerek:
-        İşin “arz” tarafı, yani devletin imam-hatip okullarını neden kurduğu;
-        “Talep” tarafı, yani halkın imam-hatip okullarını neden istediği ve sahip çıktığı;
-        Bu okulların uzun dönemli performansı;
-        Klasik İslam dönemi medreseleri ile karşılaştırma.

Önce arz tarafını ele alalım. İmam-hatip okullarının hikayesini mensupları 1914 yılından başlayarak anlatıyorlar; hatırlanacağı üzere camiada 2014 yılında 100.yıl kutlamaları yapıldı. Aslında bugünkü ismi taşıyan okulların kurulması Cumhuriyet döneminde oldu, ama 1914 yılındaki projenin
imam-hatiplerin “atası” olduğu düşünülüyor.

1914 yılında Osmanlı devletinde medrese yok muydu? Neden din adamı yetiştiren yeni bir grup devlet okulu kurma ihtiyacı hissedildi? İşte olayın püf noktası burada.

İmam-hatip okulları dini değil siyasi bir projedir. Bu nedenle İmam-hatip okullarını anlamanın yolu İslam tarih veya felsefesi değil Türkiye’nin ulus-devlet inşa projesini anlamaktan geçer. 

18.yüzyılın ikinci yarısındaki ağır yenilgiler Osmanlı imparatorluğunu yok olmanın eşiğine getirmişti. Avrupa’da Fransız devrimi sonrası 25 yıl süren topyekün savaş büyük devletleri o kadar hırpaladı ki, kimsenin Osmanlı imparatorluğunun zaafından faydalanacak hali kalmadı. Osmanlı bu sayede bağımsız bir devlet olarak hayatına yüz yıl daha devam etme fırsatı yakaladı.

19.yüzyıl başında Istanbul’da iktidara sahip olanlar imparatorluğun eski sisteminin Avrupa’da gelişen vatandaşlığa, yani gönüllü aidiyete dayalı ulus-devlet modeline karşı rekabet avantajını kaybettiğine kanaat getirdiler. Çöküşü önlemek için eldeki imparatorluk kalıntısından bir ulus-devlet üretmeye karar verdiler. İşte Türkiye’nin son 200 yılının hikayesi budur. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan farkı vites artırması, değişim söyleminde daha iddialı olması ve göreceli olarak daha başarılı olmasıdır. Ancak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte “ulus-devlet inşasını bir an önce tamamlama” olarak özetlenebilecek temel hedef aynen korunmuştur.

Gayrımüslimleri de içeren bir model kurulamayınca II. Abdülhamit döneminde İslam temelli bir Osmanlıcılık denendi. İttihat ve Terakki, Milli Mücadele ve Atatürk dönemlerinde ise ulus-devlet inşa projesinde dinin yerini yavaş yavaş Türk milliyetçiliği aldı.

Türk milliyetçiliği benimsenirken dini motifler tamamen terk edilmedi, ulus-devlet inşasında dine daima önemli bir rol biçildi. 1914 yılında İttihat ve Terakki iktidarı tabanda var olan dini kurumların sevk ve idaresiyle yetinmeyerek devletin bürokraside yüz yıldır uyguladığı “kendi okullarında, kendi belirlediği ilkelerle, kendi adamlarını yetiştirme” modelini din adamı yetiştirme alanında daha kapsamlı olarak uygulamaya karar verdi ve imam-hatip okullarının ilk örneğini kurdu. Daha sonra tek parti döneminde medreseler kapatılarak din eğitimi tamamen devletin kontrolüne alındı. 

Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet döneminde devam eden ulus-devlet inşa mekanizmasının belkemiği eğitim politikasıdır. Yeni eğitim sistemi üç ayak üzerine kurulmuştur:
-        Birinci takım: Harbiye, Mülkiye, teknik okullar (tıp ve mühendislik gibi). Bu okulların mezunları Türkiye’yi yönetmek için yetiştirilecekti.
-        İkinci takım: Öğretmen okulları. Bu okulların mezunları devletin maddi imkanlarının elverdiği kadar insanı eğitecekti.
-        Üçüncü takımı: İmam-hatip okulları. Bu okulların mezunları da devletin eğitmeye kaynak bulamadığı kitleyi din ağırlıklı hitabet yoluyla kontrol altında tutmaya gayret edecekti.

Bir başka deyişle, birinci takım çözebildiği kadar sorunu bugün çözmekle görevliydi. İkinci takım bugün çözülemeyen soruları yarın çözecek nesilleri yetiştirecekti. Üçüncü takım da çözülemeyen problemlerden dolayı vatandaşın isyan etmesine mani olacaktı.

İşte bu model içinde imam-hatip okulları devletin toplumsal kontrol ve yapılandırma mekanizmasının önemli bir aracı olarak tasarlandı ve hayata geçirildi.

Arz tarafını yorumladıktan sonra talep tarafında geçelim.

İmam-hatip okullarının misyonu memur yetiştirmekti, ancak vatandaş onlara “iyi Müslüman yetiştirme” misyonuna sahip normal ortaokul ve liseler olarak baktı. Dini eğitime olan talep doğrultusunda yıllar içinde çok sayıda imam-hatip okulu açılınca bu okullar devlet adına toplumdaki dini faaliyetleri sevk ve idare edecek memurları yetiştirmeye yönelik birer meslek okulu olmaktan çıkıp normal lise müfredatını aynen uygulayan, ancak ilave din dersleri veren kurumlara dönüştüler. Ruşen Çakır’ın 2004 yılındaki kapsamlı araştırmasında ortaya koyduğu gibi, ağırlıklı olarak kırsal kesimden kente göç etmekte olan ailelerin erkek çocuklarıyla ile küçük kentlerde ailelerinin ilkokuldan sonra okula devam etmelerinde tereddütlü olduğu kız çocukları kapsayacak şekilde genişlediler.

Arz ile talep arasındaki bu uyumsuzluk, uygulamada imam-hatip okulları performans açısından sıkıntıya soktu. Artan hacim kalitede düşüşe yol açtı. İmam hatip okulları birkaç istisna dışında iyi öğrencilerin tercih ettiği okullar olamadı. Öte yandan çocukları için imam-hatip okullarını talep eden kitlenin beklentileri Anadolu liseleri ya da düz liselere göre daha mütevazı olduğundan devlet imam-hatip okullarının eğitim kalitesini hiç bir zaman önceliklendirmedi. Bu nedenlerle imam-hatip okullarında ortalama eğitim kalitesi hiç bir zaman yüksek olmadı.

İmam-hatiplerin eğitim kalitesi hakkında elimizdeki epey veri var: Türkiye’de Arapça tercüman bulmakta sıkıntı yaşanması, İslam tarih ve felsefesine hakim akademisyen eksikliği, imam-hatip mezunlarının üniversite sınavlarındaki zayıf performansı, İslam dünyasının dinamiklerinden haberdar olan kamu personeli azlığı ve bürokraside görev alan mezunlardan gelen hayret verici demeçleri aynı soruna işaret ediyor. Bu okullarda ciddi bir reformu acilen yapamazsak önümüzdeki neslin önemli bir kısmını işsizlik ve küresel rekabette başarısızlığa mahkum edeceğiz.

İmam-hatip okullarının tarihi misyonunu ve güncel durumunu irdeledikten sonra klasik İslam dönemi medreselerine bakalım. Medreseler toplumun üst düzey eğitim ve fikir kurumlarıydı. Gençliğin en iyi ihtimalle binde biri buralarda eğitim görüyordu. Bugünle bir karşılaştırma yapmak gerekirse 11.yüzyılın medrese mezununun muadili imam-hatip okulu mezunu değil Boğaziçi ya da ODTÜ gibi elit okullarda doktorasını tamamlamış bir akademisyendir.

Klasik İslam döneminin siyaset anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz: iktidara “kılıçla”, yani güç kullanarak gelinir. İktidara gelen bir şahıs veya gruba Allah’ın teveccühü var demektir. Ancak kılıç erbabının görevi savaşmak, vergi toplamak ve toplumda asayişi sağlamaktan ibarettir. Kılıç erbabı iktidarı ele geçirdi diye kanun yapamaz. Kanunları Allah yapar; Allah’ın yaptığı kanunları sadece akıllı insanlar yorumlayabilir. Akıllı olmak da yetmez, bu konuda kapsamlı bir eğitim almak gerekir. Bu eğitimi veren medreseler kurulur. Bu kurumlara seçilerek alınıp yetiştirilen gençlerin mezun olduktan sonra oluşturduğu toplumsal sınıfa Ulema denir. Devleti ve toplumu bu felsefe doğrultusunda Ulema yönetir. Ulema sadece din, hukuk ve siyaset değil, matematik, fen ve tıp alanlarındaki uzmanları da içerir.

İşte bu zihniyet ve yapıdan dolayıdır ki 11.yüzyıl İslam medreselerinin bugünkü mirasçısı imam-hatip okulları değil Türkiye ve dünyanın önde gelen üniversiteleridir. Ulema’nın muadili de imam-hatip mezunları değil önde gelen üniversitelerin profesörleridir. (Aslında bugünkü Batı dünyası üniversite geleneği gerçekten İslam medrese geleneğinin doğrudan mirasçısıdır – bu konuda George Makdisi’nin 1989 tarihli makalesini şiddetle öneririm: Journal of the American Oriental Society, cilt 109 sayı 2, 1989, s.175-182)

Klasik İslam döneminin entelektüel yaklaşımının en güzel örneğini Gazali’nin Tahafüt adlı meşhur eserinin önsözünde bulabiliriz. Ay tutulmasının nasıl meydana geldiğinin cevabını Kur’an-ı Kerim’de bulabilir miyiz sorusuna “hayır” cevabını verirken Gazali der ki: bir mesele gözlem yoluyla çözülebiliyorsa bu şekilde çözülür. Gözlem yoluyla çözülemeyip fikir yürütme (analiz, spekülasyon) yoluyla çözülebiliyorsa öyle yapılır. Ne gözlem, ne de fikir yürütme ile çözülemeyen meseleler inancın konusudur.

2016 Türkiye’sinde Gazali’nin bu yaklaşımının Boğaziçi ve ODTÜ’de mi, yoksa semtinizin imam-hatip lisesinde mi daha çok kabul gördüğü konusunu sizlerin takdirine bırakıyorum.

İmam-hatip okulları ve klasik İslam medreseleri hakkında elimizdeki verileri inceledikten sonra şaşırtıcı olan imam-hatip okullarının eski medreselerin yerini dolduramamış olması değil, kendilerine “İslamcı” diyen çevrelerin imam-hatip okullarının misyonunun eski medreselerin misyonundan bambaşka olduğundan habersiz olmalarıdır.

Sorunları teşhis etmekle yetmez, çözüm önerileri getirmek de şart. Bu çalışmadaki tespitlerimizden hareketle somut bazı politika önerileri sunabiliriz:
1.      Vatandaşların öteden beri güçlü bir din eğitimi talebi var. Üstelik bunu devletin vermesini tercih ediyorlar. Devlet bu görevi üstlenmeye devam etmek zorunda.
2.      Ortaokul olsun, lise olsun imam-hatip okullarında eğitim kalitesi düşük. İyi öğrencilerin bu okulları tercih etmediği aşikar. Çok vitesli bir sistemde çok sayıda çocuğu kalitesiz bir eğitime mahkum etmek yerine normal lise/imam-hatip/meslek lisesi ayrımını kaldırarak, en yetenekli %3-5 dışındaki tüm öğrencileri kendi mahallelerinde eğitecek yeni bir sistem tasarlanmalı. Bu senaryoda ortaokul ve liselerde günde 5-6 ders ortak olur. Kalan 2-3 ders saatinde isteyene din, isteyene mesleki eğitim, isteyene spor ya da sanat eğitimi verilebilir.
3.      Devlet din dersi aracılığıyla toplum mhendisliği yapma çabasından vazgeçmeli. Din dersi seçmeli ancak ciddi ve nitelikli olmalı.
4.      İslam alimi yetiştirecek elit bir imam-hatip okulu kurulmak isteniyorsa merkezi sınavalarda ilk %1’e girebilen öğrencileri cezbedecek bir okul tasarlanmalı. Bu okulun müfredatı hem fen lisesi müfredatını, hem de karşılaştırmalı din, hukuk, felsefe ve siyaset derslerini içermeli.
5.      Klasik İslam geleneğini takiben Ulema’ya, yani onların bugünkü mirasçıları olan üniversite profesörlerine gereken önem verilmeli, hak ettikleri saygı gösterilmeli.
6.      Din derslerinde çocuklara İslam klasikleri okutulmalı.

Türkiye’nin ihtiyacı, imam-hatip okullarını ideolojik bir savaş alanı olmaktan çıkartıp rasyonel olarak ele almak ve iyileştirmektir.


Sunday 5 June 2016

Ermeni meselesi hakkında 2005 yılında Avrupa Parlamentosunda yaptığım konuşma


15 Haziran 2005’te ARI Hareketi Avrupa Parlamentosu’nda Ermeni meselesi üzerine bir panel organize etmişti. Prof. Justin McCarthy, Etyen Mahçupyan ve ben konuşmacı olarak yer almıştık. Aradan geçen 10 yılda değişen fazla bir şey yok – konuşmam hala güncelliğini koruyor.

Önce İngilizce’sini paylaşıyorum. İlk fırsatta Türkçe tercümesini de yayınlayacağım.

----

I am honored to be here in the European Parliament to share a different perspective on the Ottoman / Armenian question.

To start with, I would like to say a few words on ARI. We are an NGO, focused on improving political process and discourse according to our values of rationality, rule of law, transparency, accountability, participation, ethics and human rights. We have taken an interest on the Ottoman / Armenian question in recent years, as we believe it is important for several reasons:
-        Peace and stability in Eurasia
-        Long term peace and understanding between Christian and Muslim peoples
-        Political maturity and democratisation in Turkey
-        The EU project

ARI has been among the first institutions in Turkey which took part in the open discussions on the 1915 events. We believe in friendship and solidarity among all human beings. We are against discrimination and strive to ease ethnic and religious tensions. We believe in long term peace and harmony between Christian and Muslim cultures in Europe and in the rest of the world. This is the philosophical reason why we have an interest in the Ottoman / Armenian question.

Many of us at ARI including myself also have a personal stake in this matter. Four of my eight great-grandparents have been subject to some form of ethnic cleansing or mass deportation. Interestingly, the family line of one of them has been subject to mass deportation twice in two generations: once from the Caucasus into Ottoman lands by Russians, and a second time from Rumelia (part of present day Bulgaria) where they were settled by the Ottomans into Istanbul by invading Bulgarian armies in 1913.

Today I stand before you as an individual from a secular Muslim European country, an NGO member, a part-time politican and a descendant of ethnic cleansing survivors. My goal is to present a different perspective on the Ottoman / Armenian question. 
-        I will not express a view whether or not what happened in 1915 can be classified as genocide
-        I will not make any legal statements
-        I will not talk about the history of Turks and Armenians
-        I will not talk about current Turkish-Armenian relations

Instead, I will address the issue from a human perspective and a political perspective, attempting to put it in the context of Christian / Muslim relations in Europe.

I shall start from the human perspective. What happened in 1915 was a tragedy for the Armenian nation and the whole region. It is a dark page in Turkish history. Yet, it is a dark page in a dark book. This book is the 150 year long history of Christian and Muslim mutual ethnic cleansing in Europe – spanning the Balkans, Caucasus and Anatolia. 

Starting from the late 1700s, gaining speed in the late 1800s and reaching its peak in the 1908-1922 period, the former Ottoman lands in Balkans and Caucasus were cleared of almost all Muslims and Anatolia was cleared of almost all Christians. This is a simple and undisputable fact. This large scale ethnic cleansing was accomplished in several different ways. Least bad on either side was official transfer or population exchange: in the 1920s between Greece and Turkey and in the 1930s between Bulgaria and Turkey. Worse was intimidation during peacetime: Crimea in the late 1700s, Balkans in the 1830s and 1880s. Worse was mass deportation during war:  Balkan Turks in 1912, Armenians in 1915, Crimean Tatars in 1945. Worst of all was mass murder: small scale continuously, large scale during the wartime mass deportations. As a result, between two and three million Muslims and between two and three million Christians were “ethnically cleansed”.  It is estimated that one to one and a half million on each side were killed. 

The issue was put to rest because of its immense pain on both sides. Turks and their neighbours chose to look forward, not backward in the late 1920s. Turkish-Greek relations flourished until the emergence of the Cyprus problem in the late 1950s. The Armenian diaspora did not share this view, as they were not living in the region and they did not have anything to lose by continuing hatred. The Ottoman / Armenian question was rekindled with the 1970s murders of Turkish diplomats. This was followed by political action in Western parliaments to pass genocide recognition acts.

It is impossible not to be moved by the great Armenian suffering in 1915. I share their pain and I do respect wholeheartedly their demand for the recognition of this suffering. But an honest intellectual needs to ask another question: roughly the same number of Turks had been ethnically cleansed out of the Balkans just 4 years earlier. The Balkan population statistics are quite good and the demographic changes during and immediately after the Balkan Wars are well documented – at the peak of the forced migration, several hundred thousand people were moved over few months under wartime conditions in winter. So where are the pictures of the Turkish and other Muslim suffering? Unfortunately, there were no Christian missionaries, diplomats or journalists who were interested to tell their tale. Americans and Europeans whose hearts were bleeding for Armenians in 1915 did not offer the same humanity to Turks in 1912.

The Western powers of the time were not outside observers of the events that unfolded in our region. They were active players, and they took a position to support the ethnic cleansing of all Turks and Muslims from Europe.  One needs to look no further than the speeches of Wlliam Gladstone in the UK House of Commons. In summary, what happened in the Ottoman lands in the second decade of this century is a dark page in American and European history as much as a dark page in Turkish history, because Christians of Europe and America chose not to see it as a humanitarian issue but an issue of solidarity with their Christian brethren.

Let us now move on to the political perspective. As you all know, Turks are very sensitive on this issue. Some claim that Turks are uninformed by facts and sensitive simply because their government is not allowing them to see the facts. This is quite wrong. The events of 1915 have been quite openly debated in Turkey in recent years. Turks are sensitive because they are unaware of facts. Are Turks “overly nationalistic” or “less sensitive to human tragedies than Europeans”?  Not at all. There are several good reasons for our sensitivity:
  1. We believe that it is racist and discriminatory to evaluate the events of 1915 without referring to the context of 200 years of ethnic cleansing directed against Muslims, especially Turks, first by European powers (including Russia) and then by Christian European nations who split from the Ottoman Empire
  2. We assert that the Ottoman / Armenian question has not been analysed and debated openly and widely in the world
  3. We think that the West has not taken an objective position on the matter. Specifically, we observe that different standards are being applied to the human rights violations committed by Western Imperial powers and Eastern Imperial powers
  4. We feel that the classification of the Armenian tragedy as equal to and even inspiration of the Holocaust is not a fair representation of facts and a blatant display of racism

I have already discussed the wider context of the 150 years of mutual ethnic cleansing earlier in my speech, so I will elaborate on the other points. 

Has the Ottoman / Armenian issue has been debated properly? As we all know, the case was originally closed in Lausanne in 1923. Why was it closed? Not because Turks were the only side to be embarrassed about discussing the issue. It was because Turks and neighbours chose to look forward, not backward in the late 1920s. I speculate that had there been an independent Armenia in the 1920s, Turkish / Armenian relations would have evolved very similarly to Turkish / Greek relations. Instead, the issue has been kept alive by the Armenian diaspora who continuously used it to cement its cultural identity abroad. 

In the last fifty years, there was never an invitation for debate that was turned down by the Turkish side. The issue was never debated on equal tems. There has been only one sided propaganda by the Armenian diaspora directed at the public opinion in the major Western countries, which happen to be the Allies of WWI. Now Turks are asked to sign on to a story written without taking into account even a minimal part of the Turkish perspective. It is not realistic to expect this to happen. It is not scientific, fair nor logical. Turks have gone through several similar tragedies over a 150 year span, so we cannot accept that our ancestors’ stories not be told.

Unfortunately, the West not taken an objective position on the matter. We take issue with the way evidence is presented and analysed. What you often hear in Western Europe and the United States, based on the view presented by the Armenian diaspora is that Ottoman archives are biased, but allied papers are objective. There is no justification whatsoever to this approach. The events of 1915 took place during a war. An analysis of recruiting documents in those times, shows how the warring parties were presenting each other. In a context where Germans were called Huns trying to overrun Western civilisation, the place given to Muslim Turks was obviously much worse. Therefore, we cannot review allied documents, especially press reports independently of the wartime propaganda angle. To base arguments on Allied documents while discarding Turkish ones as biased cannot be characterised as scientific or fair

We should also briefly touch upon the matter of missionaries. Missionaries came to the region in the late 1800s, some of them with the explicit aim of creating a Christian state in the region. They perpetuated an us vs. them view of the world in the region and helped deepen ethnic divisions. So in any analysis of Christian and Muslim ethnic cleansing in the region, missionaries should be treated not as disinterested outsiders but active participants of the struggle. 

I would also like to point your attention to the treatment accorded to acts of Western Imperial powers vs. Eastern Imperial powers. The 19th century was a time when European empires dominanted the world. Weak and declining as it was, the Ottomans were a European empire. Like Czarist Russia, the Ottoman empire was a pre-modern autocracy. This brings us to an important issue on the 1915 debate – why are no comparions made between Ottoman actions in Eastern Anatolia and actions of Russia and Western powers in their lands?

I will use IAGS (the International Association of Genocide Scholars) as an example – its web site, conferences, papers focus on the Holocaust, Ottoman / Armenian debate and African genocides. There seems to be no debate on England and Ireland. No focus on colonialism. No focus on slavery. Not even a single word on the atomic bombs dropped on Hiroshima and Nagasaki. No mention of Belgian colonial administration in Congo, or the French administration in Algeria. No mention of American and Australian natives. There seems to be an unwritten convention that acts committed by the United States, Great Britain, France and Russia (the victorious powers of WWI and WWII) cannot be judged under the genocide label under any circumstances. It is impossible to accept this as fair or scientific.

But the most insulting and unfair claim of all are the attempts to classify the Armenian tragedy in the same category of the Holocaust. Some even go so far as to point to the Armenian tragedy as the inspiration for the Holocaust. This is the best example on which to illustrate the racist and discriminatory nature of the Armenian genocide claims.

The Armenian tragedy in 1915 is on of the last pages in a 150 year long story of mutual Christian and Muslim ethnic cleansing. It may be a key page, but it is a page in this European book nonetheless. This is a clear and fundamental difference from the Holocaust. To attempt to classify the Armenian tragedy with the Holocaust is revisionist history at its worst, as there was no wider background of mutual ethnic cleansing for the Holocaust.

On the inspitation point, if Nazis in Germany needed inspiration for the cleansing of Europe from Jews, they would have looked back to Spain 1492. In modern times, they would need to look no further than England 300km away, not Eastern Anatolia 3000km away. Gladstone’s speeches at the UK House of Commons are well documented and open for all to see. He suggested removing Turks from Europe, “one and all, bag and baggage”, a wish that was implemented by Balkan nations 30 years later. 

Where do we go from here? We have two choices:
  1. To look forward and not to dwell too much on the past. This was the post-1919 strategy for the states in the region. Unfortunately, Pandora’s box is open – it is very doubtful this choice is available any longer.
  2. To analyse and debate the issue objectively and fairly. The Ottoman / Armenian debate should not turn into a defamation of the Turkish nation. All European countries have to jointly come to terms with their shared history, specifically the destructive Christian / Muslim mutual ethnic cleansing in Europe in the 19th century. Turkey has come a long way towards openly debating 1915, but will bring the wider ethnic cleansing context to the table.

It is best to bring things out in the open. Healthy debate may create an opportunity for reconciliation. 

I believe the European Parliament is the best place to start. This is why I am here today. We can get inspiration from the European ideal of the late 1940s. German / French antagonism in the earlier part of the century was as intense as the current Armenian / Turkish antagonism. The European project changed this. We already see positive developments in Turkish / Greek relations, so I sincerely hope that a wider Turkish / Armenian reconciliation will follow shortly therafter.