Sunday 29 December 2013

Yaklaşan yerel seçimler ve üniversite öğrencileri: Önemli bir hatırlatma

Üniversite öğrencileri yaklaşan yerel seçimlerde çok önemli bir grup. YÖK rakamlarına göre Türkiye’de 2.2 milyon üniversite öğrencisi var. Toplam seçmen sayısının yüzde 5’ine yakın bir rakam.

Üniversite öğrencilerinin oy kullanmasıyla ilgili önemli bir zorluk var. Öğrenimlerine devam etmek için ailelerinin yaşadığı şehirden başka bir şehre giden öğrencilerin çoğu resmi ikametgah adreslerini değiştirmiyor. Seçmen kütükleri resmi ikamet adreslerine göre hazırlandığndan, pek çok öğrencinin seçmen kaydı ailesinin evinde. Yerel seçimler öğretim döneminde olduğundan pek çok öğrenci kayıtlı oldukları yere gidemiyor ve oy kullanamıyor.

2014 yerel seçimleri için artık son düzlüğe girdik. Seçmen listeleri Ocak ayı içinde askıya çıkarılacak.

Oy kullanmak isteyen ancak ailesinden ayrı bir şehirde okuyan öğrenciler için son şans. Seçimlerde ailenizin yanına gidip oy kullanma şansınız yoksa Ocak ayının ilk üç haftası içinde bir saatinizi ayırarak resmi ikametgahınızı öğrenim gördüğünüz şehre alabilirsiniz.

Bunun için kaldığınız yurt ya da evin bulunduğı ilçenin nufus müdürlüğüne şahsen başvurmanız gerekiyor. Başvuru için gerekli belgeler şöyle:
- Yurtta kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, üniversiteden öğrenci belgesi, yurttan da orda kaldığınıza dair belge
- Kiralık evde kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, varsa adınıza elektrik, su ya da gaz faturası, yoksa kira sözleşmeniz
- Bir aile üyenize ait bir evde kalıyorsanız başvuruyu o kişiyle birlikte yapmanız gerek

Seçimlere az zaman kaldığı için nufus müdürlüğüne başvurduktan sonra muhtalıklarda askıya çıkacak seçmen listelerini kontrol etmek ve değişikliğin gerçekleştiğini teyit etmekte de fayda var.

Yaklaşan seçimler herkesin hem yaşadığı yerin, hem de bütün Türkiye’nin yönetimine ağırlığını koyması içinbir şans. Özellikle Istanbul, Ankara ve Adana gibi yerel seçimlerin çekişmeli geçmesi beklenen illerde her oy çok değerli.

Üniversite öğrencisiyseniz ve oy kullanmak için resmi ikametgah adresinizin olduğu şehre gidemeyecekseniz, resmi ikametgahınızı değiştirin. Bu mesajı arkadaşlarınıza iletin. İmkanınız varsa nufus müdürlüğüne başvuru yapmak isteyen tanıdıklarıza yardımcı olun.

Seçimlerde sizsiz bir kişi eksiğiz!

Thursday 26 December 2013

Endişeyle izleğimiz mücadele hakkında farklı bir teori

Türkiye’de siyaset son bir aydır çok hareketli. Yakın tarihimizde görülmedik büyüklükte bir yolsuzluk skandalı var gündemde. Hem skandalın kendisi, hem de olayların ortaya çıkarılış biçimi yoğun olarak tartışılıyor.

Kavganın bir tarafı Başbakan Tayyip Erdoğan ve yakın çevresi. Öbür tarafta Fethullah Gülen cemaati var, ama tamamen mi kısmen mi, yalnız mı yoksa daha büyük bir koalisyonun parçası mı, bunlar belli değil.

Yıllar boyu omur omuza mücadele eden iki siyasi aktörün neden hızla bu kadar şiddetli bir kavgaya tutuştuğunu anlamak zor. Bu konuda farklı bir perspektif sunmaya çalışacağım.

Ne AKP’den, ne Cemaat’ten, ne yargıdan ne de emniyetten herhangi bir özel bilgi kaynağına sahip değilim. Ama her zamanki gibi kamuya açık bilgileri ekonomi, sosyoloji ve siyaset biliminin sağladığı araçlar ile analiz ediyorum.

Dünya’da liberal demokratik devletler, piyasa ekonomisi ve ABD merkezli bir güvenlik sistemini içeren bir “kurulu düzen” var. 300 yıl önce şekillenmeye başlayan, yavaş yavaş evrimleşen, bugünkü haline 1945 sonrasında ulaşmış bir yapı.

Bu düzen birileri tarafından emir komuta zinciri içinde yönetilen bir yapı değil. Bir organizma ya da ekosistem olarak tanımlanabilir. Kısaca “küresel ekosistem” ifadesini kullanacağım.

Türkiye bu yapının merkez ülkelerinden biri değil. Ama ezilen bir ülke de değil. Ortalarda bir yerlerde. Daha önemlisi son 10 yılda merkeze doğru bir “terfi” aldı.

2002’den beri iktidarda olan Başbakan Erdoğan başlangıçta AKP’nin stratejisini küresel ekosisteme gönüllü katılım ve uyum üzerine kurdu. Gülen cemaati de AKP’yi bu yolda destekledi.

AKP iktidardaki ilk 7-8 yılında başarılı oldu. Ekonomi iyi gitti, bazı dış politika başarıları elde edildi, demokratikleşmede mütevazı da olsa adımlar atıldı. Türkiye çeşitli ortamlarda örnek gösterilen bir ülke oldu.

Başbakan Erdoğan iktidarını sınırlayan askeri ve bürokratik engelleri sırtını küresel ekosisteme dayayarak aştı. Gülen cemaati de bu dönemde Türkiye çıkışlı, ama ABD merkezli bir küresel camia halini aldı.

Başbakan Erdoğan kazandığı meşruiyet ve güç ile iktidarını pekiştirdikten sonra yeni bir sayfa açtı: bir dünya lideri olma projesi. İmaj da aşağı yukarı şu şekilde tasarlandı: “Tayyip Erdoğan - iyi yönetici, dik duran adam, mazlumların dostu”.

Ancak dünya liderliği projesinde bir tasarım hatası yapıldı. Dünya liderliğinin hedef kitlesi olarak ekonomik ya da siyasi çıkarları Türkiye ile örtüşen ülke ve gruplar yerine Başbakan’ın şahsen kendini en yakın hissettiği Ortadoğu Sünni Müslümanları seçildi. Suriye’de rejim değişikliği gibi imkanları zorlayan hedefler kondu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Türkiye içinde birleştirici değil gerginleştirici ve bölücü stratejiler izlendi.

Başbakan Erdoğan’ın şahsi dünya liderliği projesi için devletin tüm imkanları seferber edilince Türkiye’nin hem çıkarları, hem de marka imajı riske atıldı. Türkiye’nin yakın ticaret ve güvenlik ilişkilerine sahip olduğu Batı dünyası ile gereksiz sürtüşmeler yaratıldı. Son olarak da Ortadoğu’da Mısır, Suriye ve Filistin’deki Müslüman Kardeşler temelli hareketler dışındaki tüm ülke ve gruplarla köprüler atıldı.

İşte bu noktada Gülen cemaati ile yollar ayrıldı. Cemaat dünyanın her ülkesinde faal olmaya çalışıyor, ama başarılı olduğu coğrafyalar belli: Afrika gibi çok fakir bölgeler, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye ile kültürel yakınlığı olan bölgeler ve din alanında serbest rekabet yaşanan Anglo-Sakson ülkeler. Cemaat Ortadoğu’da etkin değil.

Başarılı olduğu coğrafyalarda Cemaat hem Türkiye’nin marka değerine, hem de Amerikan devlet ve sivil toplum kurumlarının desteğine ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin müreffeh ve barışçı bir ülke olarak marka değerinin artması Cemaat’in kendi markası için çok önemli. Amerikan devlet ve sivil toplumundan gerektiğinde destek alabilmek de aynı derecede önemli.

Tayyip Erdoğan’ın şahsi dünya liderliği projesi gitgide artan bir şekilde Cemaat’in geleceğini tehdit etmeye başladı. Zira hem Türkiye’nin marka imajı yara alıyor, hem de AKP ve Başbakan Erdoğan’a karşı küresel ekosistemin bağışıklık sistemi çalışmaya başladı.

Her organizma ya da ekosistemin doğal olarak bir bağışıklık sistemi vardır. Küresel ekonomi ve siyaset ekosisteminin bağışıklık sistemi görünür kurumlar veya emir komuta zinciri içinde görev yapan kişilerden değil binlerce, milyonlarca oyuncunun reflekslerinden oluşuyor. Bu bağışıklık sistemi yavaş harekete geçer, ama bir kez harekete geçti mi çok güçlüdür. Gezi Parkı olayı bağışıklık sisteminin çalışmaya başladığının ilk işaretiydi.

AKP çevrelerinden duyduğumuz söylemin aksine, ne Başbakan Erdoğan ne de Türkiye küresel ekosistemi sarsma potansiyeline sahip değil. AKP’nin Suriye politikasının ABD tarafından bu kadar kolaylıkla çevrelenip oyun dışına itilmesi durumu net bir şekilde ortaya koyuyor. Diklenmeden dik durmak değil dik duramadan diklenmek söz konusu. Ancak sistemi sarsma potansiyeli olmasa da, gerçeklerden uzak söylemi ve öngörülemez hareketleri ile Başbakan Erdoğan ekosistemden fayda sağlayan pek çok oyuncu için bir başağrısı haline geldi.

Burada bir noktanın altını çizmek gerek: küresel ekosistem Türkiye için bir “dış güç” değil “iç güç”. Türkiye’nin tamamına yakını küresel ekosisteme entegre, onun bir parçası. Entegrasyon ticaretten güvenliğe, teknolojiden kültüre kadar pek çok alanı kapsıyor.

Türkiye’nin orta vadede bir merkez ülke haline gelmesi mümkün, ama bu Ortadoğu Sünni Müslümanlarına lider olarak değil teknoloji ve ekonomi alanında atılım yaparak gerçekleştirilebilir.

Bağışıklık sistemine karşı durulabilir mi? Elbette. Fakat ciddi kaynak ve yetkinlik gerektirir. Petrol geliri ve çelik gibi derin devleti ile Putin Rusya’da bunu yapabiliyor. Bu duruştan bir fayda elde ediyor mu, orası çok tartışmalı. Ama ekonomisi küresel düzen içinde ticaret yapmaya göre şekillenmiş, Batı ittifakı içinde yer alan, kendi içinde ciddi saflaşmalardan muzdarip olan bir ülkenin Başbakanı olarak Erdoğan’ın şu anda böyle bir şansı yok.

Cemaat hem yurt içinde, hem de yurt dışında bağışıklık sisteminin devreye girdiğini ve Başbakan Erdoğan’ı eninde sonunda tasfiye edeceğini fark etti. Yolsuzluk dosyaları AKP hükümetinin yumuşak karnı. Bu yumuşak karın ile küresel ekosisteme diklenmek sürdürülebilir bir durum değil.

Başbakan Erdoğan ve AKP yolsuzluklar nedeniyle tasfiye olursa kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayan hareketler hem Türkiye’de, hem de dünyada büyük bir yara alacak. Türkiye’de siyaset yeniden şekillendiğinde “İslamcı” hareketlere AKP kadar destek verecek bir parti bulmak, kurmak kolay olmayabilir. Cemaat veya “İslamcı” siyasi hareketin başka unsurları - son günlerde harekete geçen oyuncular her kimse, bu nedenle Başbakan Erdoğan’ı hızlı bir şekilde tasfiye edip onsuz bir AKP ile yola devam etmeyi düşünmüş olabilirler. Ancak Başbakan Erdoğan’ın sert savunması mücadelenin her iki taraf büyük yaralar almadan sonlanmayacağına işaret ediyor.

Türkiye’nin bu badireyi en az zararla atlatmasını temenni ediyoruz. Bunun için toplumun tamamının siyasete ağırlığını koyması ve kurumlara sahip çıkması şart.

Monday 23 December 2013

Liyakat yerine sadakat - nereye kadar?

Türk halkı 1919’da başlayan mücadelede toplumun en elit tabakasına, kültürel olarak ortalama vatandaştan epeyce uzak olan bir kitleye icazet verdi. Neden? Bunu hiç merak ettiniz mi?

Çünkü Türk halkı elitizmden önce partizanlığı denemişti ve perişan olmuştu da ondan. İttihat ve Terakki rejimi devletin üst düzey görevlerini liyakate göre değil sadakate göre doldurdu. Sonuç hüsran üstüne hüsran oldu, ve Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetiyle oyun bitti.

İşte bu nedenle, Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet’in ilk on yılında Türkiye’de elitizm prim yaptı.

Maalesef tarihten ders almak nadir görülen bir erdem. Rahmetli amcam bana bir özlü söz hatırlatırdı hep: “acaba başkalarının tecrübelerinden ders alacak kadar akıllı bir adam var mıdır dünyada?”

Bugün yaşadığımız trajikomedi tarihin tekerrüründen başka bir şey değil. İttihat ve Terakki’nin “ben yaptım oldu” zihniyeti, dünyanın merkezinde kedisinin olduğu yanılsaması, dünyada olup biten olayları okumaktan aciz oluşu, gerçekler yerine propagandayı öne çıkarması, liyakat yerine sadakate önem vermesi bugünkü Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde tekrardan yaşanıyor. Sonucun farklı olması da çok zor.

Görünen o ki siyasetteki 2002 tasfiyesi eksik oldu. Bir an önce tamamlanması lazım. En önemli görevlerini en ehil ellere teslim etmeyen milletler er ya da geç bedelini öder. Türkiye’de de bu ay itibarıyla fatura masaya gelmiş gibi görünüyor.


Wednesday 18 December 2013

Ayakkabı kutusu ve çuval

Halkbank genel müdürünün evinde ayakkabı kutusundan 4.5 milyon dolar çıkmış. Vatana millete hayırlı olsun.

Hatırlayanlar olacak, Egebank diye bir banka ve Murat Demirel diye bir sahibi vardı. Bu arkadaş bankasına el konmadan önceki son gece genel müdürlükte nakit dolarları çuvala doldururken görüntülenmişti. İnanması zor, ama Halkbank olayı Egebank olayını gölgede bıraktı.

Yalnız şöyle bir farka hemen dikkat çekelim: Egebank özel bankaydı, Halkbank ise devlet bankası. Özel banka sahibinin yolsuzluğu adi bir suçtur. Ancak bir devlet bankası genel müdürünün yolsuzluğu sadece adi bir suç değil, ciddi bir siyasi olaydır. Onu oraya atayanların siyasi sorumluluğu vardır.

Halkbank genel müdürünün atama kararnamesinin altında imzası olanların hemen bugün istifa etmelerini tavsiye ederiz. Etmezlerse ne olacağını tahmin etmek için 1999-2002 arasında yaşanan siyasi olaylara bakmaları yeter.

Adamlarımı yedirmem zihniyeti ve meşruiyet sorunu

İş yapma felsefesi "adamlarımı yedirmem" olanların sonu kaçınılmaz olarak böyle olur. "Adamlar" lidere sadık oldukları sürece hiç bir şekilde görevden alınmayacaklarını düşünürlerse her türlü yolsuzluğu yaparlar. Türkiye ve Dünya tarihinde örnekler çok.

İşin buraya varacağını öngörmek için allame-i cihan olmaya gerek yok. Bu durumda ikisi de birbirinden kötü iki senaryo var: ya büyük bir yetkinlik sorunu yaşanıyor, ya da yolsuzluklara bile bile çanak tutuldu. Her iki senaryo da kaçınılmaz olarak bir meşruiyet sorununa işaret eder.

Gerekeni yapmakta gecikilen her gün, meşruiyet sorununu daha da derinleştirir ve Türkiye'ye zarar verir.

Tuesday 17 December 2013

Susurluk 2 filmi sinemalarda

Bugün başlayan olay Susurluk'tan daha büyük bir skandaldır. Gözaltına alınanların kimliği olayın büyüklüğünü göstemeye yeter - Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk skandalı olabilir.

Susurluk'tan sonraki yıllarda yaşanan değişimi düşünün - bundan sonraki 3-5 yılda Türkiye'yi daha da büyük bir değişim bekliyor.

Özgürlükçü ve katılımcı demokrasiye ulaşana kadar tasfiyeye devam.

Bugünkü operasyon

Üç bakanın oğlunun, Halk Bankası genel müdürünün, Fatih belediye başkanının ve en büyük TOKİ müteahhidinin gözaltına alınması büyük bir olay.

Hükümet bugün hukuken olmasa da fillen düşmüştür.

Friday 6 December 2013

Kırmızı çizgiyi çizmek gereken an

Hayatta insanın kırmızı çizgi çizmesi gereken anlar vardır. Bu an öyle bir an.

Türkiye Futbol Federasyonu, Fethiyespor’u “Yüce Atatürk” yazılı tişörtlerle sahaya çıktığı için disiplin kuruluna vermiş. Bu yanlışın hiç bir mazereti, hiç bir izahı olamaz. Bu hakarete hak ettiği karşılığı vermek her Türk vatandaşının boyununun borcudur.

Diyorum ki, Fethiyespor’a ceza verilirse Türkiye’de profesyonel futbol dursun. Hiç bir futbol takımı sahaya çıkmasın. Hiç bir seyirci maça gitmesin. Maç saatlerinde kendi aramızda mahallemizde oynayalım futbolu, “Yüce Atatürk” yazılı tişörtler giyerek.

Üç “büyük” takım Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’a büyük denmesinin sebebi kazandıkları lig şampiyonlukları değil, milli mücadelede aldıkları tavırdır. Bunu unutmayalım.

Atatürk’e tahammül edilemeyen yerde Türk futbolseverin işi olmaz.

Thursday 5 December 2013

Seçmen sayılarında hile şüphesi uyandıran bir durum var mı?

Seçimler yaklaşırken seçmen kayıtlarında usulsüzlük yapıldığına dair iddialar daha sık dile getirilmeye başlandı. Özellikle son bir hafta içinde bu konuda çok sayıda email alınca rakamları incelemeye karar verdim.

2011 ve 2007 genel seçimlerindeki kayıtlı seçmen sayılarına bakınca önce haklı bir şüphe uyanıyor. 2007 yılında 42,8 milyon olan seçmen sayısı 2011 yılında 52,8 milyona yükselmiş, yani 4 yılda yüzde 23,8 artmış. 1999-2003 arası doğum sayılarına ve 2007-2011 arası ölüm sayılarına baktığınızda seçmen sayısının 5-6 milyon civarında artmasını beklerken 10 milyon arttığını görünce olayı daha derinlemesine inceleme ihtiyacı doğuyor.

2011, 2002 ve 1991 seçimlerini kapsayan daha uzun dönemli bir araştırma farklı sonuçlar veriyor. 1991 ile 2002 arasında kayıtlı seçmen sayısı yılda ortalama yüzde 3,0 artmışken 2002 ile 2011 yılları arasında yılda ortalama yüzde 2,7 artmış. Bu rakamlar nufus istatistikleriyle uyumlu.

1991’den 2002’ye seçmen sayıları düzenli bir şekilde artarken 2002’den 2011’e garip bir tablo göze çarpıyor. 2002’de 41,4 milyon olan seçmen sayısı 2004’te sadece 42,8 milyona yükseliyor, 2007’ye kadar da 42,8 milyonda sabit kalıyor. Bu tarihten sonra ise bir sıçrama meydana geliyor.

2002 sonrasındaki garip seyrin nedeninin nufus sayım sisteminde yapılan değişiklik olduğu anlaşılıyor. TÜİK tarafından yapılan açıklamalara göre adrese dayalı nufus sistemi 2007 yılında devreye alınmış. Son sokağa çıkma yasaklı nufus sayımı ise 2000 yılında yapılmış. Bu iki tarih arasında bir geçiş süreci yaşanmış. Anlaşılan o ki, 2004 yerel ve 2007 genel seçimleri öncesinde seçmen kütükleri gerektiği kadar güncellenemedi, ama eksiklik 2007 yılından sonra telafi edildi.

Son olarak 2011 seçim yılındaki resmi rakamları Yüksek Seçim Kurulu’nun Temmuz 2013 ayında yaptığı açıklamayla karşılaştırabiliriz. 52,8 milyon olan kayıtlı seçmen sayısı 2 yılda 54,7 milyona çıkmış. Yılda ortalama yüzde 1,8’lik bir artış – ki bu da nufus istatistiklerine dayalı beklentilerimizle uyumlu.

Seçmen sayıları ve nufus istatistiklerini dikkatle incelediğimizde geniş kapsamlı bir hileden söz etmeyi haklı kılacak bir delil göremiyoruz. En önemli birkaç rakamı aşağıda özetleyelim:

Seçim yılı
Kayıtlı seçmen sayısı
Oy kullanan seçmen
Katılım oranı (%)
1991 (genel)
29.979.123
25.157.089
83,9
1995 (genel)
34.155.981
29.101.469
85,2
1999 (genel ve yerel)
37.495.217
32.656.070
87,1
2002 (genel)
41.407.027
32.768.161
79,1
2004 (yerel)
42.775.973
32.630.205
76,3
2007 (genel)
42.799.303
36.056.293
84,2
2009 (yerel)
48.049.446
40.932.260
85,2
2011 (genel)
52.806.322
43.914.948
83,2


Kendi analizlerini yapmak isteyenler nufus ve seçim istatistiklerine TUIK web sitesinden ulaşabilirler.

Tuesday 3 December 2013

The real reason behind the conflict between the Justice and Development Party and the Gulen movement in Turkey

A number of friends asked me to translate my recent blog post on AKP and the Gulen movement into English, so that they can share it abroad. Here it is...

Let me state right away: I have no close contacts in the senior ranks of the Justice and Development Party (“AKP”) government or the Gulen movement. The analysis I am presenting is not based on any “insider information”. I will just interpret publicly available information with the tools provided by the economics, sociology and political science disciplines.

The Gulen movement calls itself “Hizmet”, meaning “service” in Turkish. They have two areas of service: helping the poor and education. They are active both in Turkey and internationally in both fields. Their educational institutions include schools, dormitories and exam prep schools.

AKP’s fundamental pillar is the alumni community of state religious schools (“imam hatip liseleri”) in Turkey. A quick look at the recent civil service appointments is sufficient to underscore the importance of the state relgious school alumni network to AKP.

Both the Gulen movement and AKP are based on educational institutions. However, the similarity ends here. There is a point supporters and opponents of the Gulen movement agree on: their schools are generally of high quality. From international academic olympiads to university entrance exams in Turkey, from the “Turkish language olympiads” they run to their placement performance to major US colleges, there is ample evidence proving the competitiveness of Gulen movement schools.

State religious schools, on the other hand, are among the weakest links of the Turkish education system. Originally founded to bring up community leaders, their quality did not keep up with quantity as their numbers grew. The university entrance exam performance of their graduates is poor. We have other anecdotal evidence pointing to the poor quality of education in the state religious schools: the shortage of Arabic speakers in Turkey, the lack of prominent academics in Islamic history and philosophy, the acute shortage of civil servants knowledgeable about the Islamic world and the long list of “fantastic” statements from senior officials who are alumni, to list just a few.

During the past 11 years under AKP government, being (or at least seeming to be) religious has become an asset, to rise among government ranks or to receive government support in the private sector. But among those who are or appear to be sufficiently religious, graduates of good schools naturally have an advantage over those of poor schools. In time, alumni of Gulen schools are bound to do better than those of state religious schools. So we should not be surprised to see the state religious school alumni seeking other means to make up for their competitive disadvantage.

The differences in the quality of eduation are likely to lead to differences in career success and material gain over the long term. Gulen schools have managed to bring up globally competitive students, many of whom were able to start globally competitive businesses. Such success stories are rare among state religious school graduates – they have not been able to move beyond living off public favouritism (often in the form of an unfair distribution of real estate speculation / urbanization gains).

Party preferences in Turkey are very “one dimensional” compared to other democracies. We can demonstrate this phenomenon easily by looking at the following data from the 81 provinces of Turkey: legislative election, local election and referandum results from 2007 to 2011, average per capita income, average bank deposit, car ownership, home ownership, secondary school attendance, urbanization, population growth, unemployment, women’s laboıur force particiation, immigration, emigration and net migration data. We can map these 20 factors into indepedent factors. (For math geeks: we first calculate the “covariance matrix of the provincial figures for the 20 factors. We then perform an “eigenvalue decomposition” of this matrix).  

The variance by province of this whole data set is overwhwlmingly explained by just one factor. Income, weaşth, education, migration, urbanization and social change indicators are all highly correlated. Following social sciences and World Bank jargon, we can call this common denominator “human development index”. The human development index of a province is very strongly negatively correlated with AKP votes – the higher the index goes, the lower AKP votes become.

Alumni of Gulen schools have experienced a jump in their human development index over a generation. Propaganda can limit the impact of education and income levels on political choice in the short term, but socio-economic trends dominate in the long term. Groups which are integrated into the world economy and which experience rising human development indicators slowly but surely fall away from AKP. It is not surprising to see the Gulen movement go down this well established path.

Therefore we can say that there are two reaons behind the conflict between AKP and the Gulen movement: competition between two tighly knit alumni networks and the impact of socio economic factors on party preferences.

2012 PISA rakamları açıklandı - eğitim sistemimiz ne durumda?

2012 PISA rakamları bugün saat 12'de OECD (Uluslararası İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) web sitesinde yayınlandı.

Üç yılda bir 40'tan fazla ülkede 15 yaşındaki öğrencilerin matematik, fen ve okuma alanlarındaki performansını ölçen bu çalışma ülkeleri başka ülkelerle ve kendi geçmiş verileriyle karşılaştırmamıza imkan veriyor.

Türkiye 2006'dan 2009'a beklenmedik bir atılım yapmıştı. Matematik, fen ve okuma istatistiklerine göre 57 ülke arasında en büyük atılımı yapmış olan ikinci ülke olmuştuk. Bu nedenle 2012 rakamlarını merakla bekliyorduk.

Maalesef sonuçlar 2009'daki kadar iyi değil:
  • Bu sefer son üç yılda yaşanan değişimde 59 ülke arasında 23. sıradayız. Yani artık en tepede değil ortalardayız. 
  • Öğrencilerin performansı yükselmiş, ama sadece dünya ortalaması civarında. Gelişmiş ülkelerle arayı kapatamıyoruz.
  • 2012'de 2009'da olduğu gibi Doğu Asya ve Kuzey Avrupa'nın çok gerisinde, Güney Avrupa'nın az gerisinde, Doğu Avrupa ile başa baş, Latin Amerika'nın çok ilerisindeyiz.
  • 2006’dan 2009’a Polonya, İsrail ve Rusya ile arayı kapatmaya başlamışız. Halbuki 2009’dan 2012’ye ara tekrar aleyhimize açılmaya başlamış.
  • Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan’ın biraz önündeyiz, performansımız her iki dönemde paralel ilerlemiş.
2009'da 66 ülke arasında matematikte 44. okumada 42. fende 44. olmuşuz. 2012'de 65 ülke arasında matematikte 44. okumada 41. fende 43. olmuşuz.

Son üç senenin yıldızı Polonya. Her alanda ciddi bir atılım yapmışlar. Birkaç ay önce The Economist Polonya'daki eğitim reformlarını ve nasıl kısa zamanda önemli bir değişimi başardıklarını anlatan bir makale yayınlamıştı. PISA rakamları bu gözlemi doğruladı.

Bu veriler enerjimizi dershanelerin kapanıp kapanmaması konusu yerine başka yerlere sevketmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Sunday 1 December 2013

Ak Parti ile Gülen cemaati arasındaki anlaşmazlığın esas nedeni

Hemen vurgulayayım: ne Ak Parti üst yönetiminde, ne de Gülen cemaatinin iç halkalarında yakın tanıdığım yok. Yapacağım analiz “içeriden” herhangi bir bilgiye dayanmıyor. Sadece herkesin erişimine açık bilgileri ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimi disiplinlerinin çerçevesi içinde yorumlayacağım.

Gülen cemaati kendine “Hizmet” adını verir. Bu hizmetin iki alanı vardır: fakirlere yardım ve eğitim. Her iki alanda hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyetler yürütülür. Eğitim faaliyetleri okullar, yurtlar ve dershaneleri barındırır.

Ak Parti’nin temel direği imam hatip lisesi mezunlarıdır. Son zamanlarda kamudaki üst düzey atamalara göz atmak, imam hatip dayanışmasının Ak Parti için önemini göstermeye yeter.

Hem Gülen cemaati, hem de Ak Parti’nin temelinde eğitim kurumları vardır. Ancak benzerlik bu noktada biter. Cemaatin yandaşları ve karşıtlarının üzerinde anlaştığı bir nokta var: cemaatin okulları rekabatçi ve iddialı öğrenciler yetiştiregelmiştir. Uluslararası matematik ve fizik olimpiyatlarından Türkiye’deki üniversite giriş sınavlarına, Türkçe olimpiyatlarından ABD’nin önde gelen üniversitelerine öğrenci yerleştirme performansına kadar pek çok faktör cemaat okullarının rekabet gücüne işaret etmektedir.

İmam hatip liseleri ise Türk eğitim sisteminin en zayıf halkalarından biridir. İlk başlarda toplum liderleri yetiştirme amacına yönelik olarak kurulan bu okullarda nicelik arttıkça nitelikten taviz verilmiştir. İmam hatip liselerinin sınav performansı zayıftır. Türkiye’de Arapça tercüman bulmakta sıkıntı yaşanması, İslam tarih ve felsefesine hakim akademisyen eksikliği, İslam dünyasının dinamiklerinden haberdar olan kamu personeli azlığı ve bürokraside görev alan mezunlardan gelen hayret verici demeçleri bir araya getirdiğimizde imam hatip liselerinde son çeyrek yüzyılda adetler artarken eğitim kalitesinde ne kadar ciddi bir sıkıntı yaşandığını kolayca görebiliriz.

Ak Parti döneminde gerek kamuda yükselmek, gerekse özel sektörde kamu desteği almak için en azından görünüşte dindar olmak makbul bir nitelik haline gelmiştir. Ancak dindar olmak ya da dindar görünmek kriteri altında rekabet yaşandığında kaliteli eğitim veren okullardan mezun olan öğrencilerin kalitesiz eğitim veren okullardan mezun olan öğrencilere karşı avantajlı olduğu aşikardır. Dindarlık elemesini geçebilen adaylar arasında zaman içinde cemaat eğitim kurumları lehine ve imam hatip liseleri aleyhine gelişmeler yaşanmaktadır. Bu çerçevede, rekabet etmekte sıkıntı yaşayan imam hatip grubunun cemaat grubunu başka yollarla tasfiye etmeye çalışmasına şaşırmamak gerekir.

Eğitim kalitesindeki fark yıllar içinde kariyer başarısına ve maddi imkanların artmasına da yol açar. Gülen cemaati tüm dünyada rekabet etmek için gerekli donanıma sahip öğrenciler yetiştirmiş, bu öğrencilerin bir kısmı da dünyaya açılmış ve zaman içinde küresel rekabet ortamı içinde var olabilen işletmeler oluşturmuştur. İmam hatip lisesi mezunları arasında ise bu tür başarı hikayeleri çok nadirdir. Cemaat okullarının mezunları Ak Parti döneminde zaten sahip oldukları rekabet avantajlarını devlet desteği ile geliştirirken imam hatip lisesi mezunları Ak Parti’nin sağladığı kamu desteği (en başta şehirleşme rantının adil olmayan dağıtımı) dışında yeni girişimlerde bulunamamıştır.

Türkiye’de seçmenin parti tercihleri dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde görülmediği kadar tek boyutludur.
81 ilde 2007-2011 arası genel seçim, yerel seçim ve referandum sonuçları ile kişi başına ortalama gelir, banka mevduatı, araç sahipliği, ev sahipliği rakamları, ortaöğrenime devam oranları ve kentleşme, nufus artışı, işsizlik, kadınların işgücüne katılımı, göç alma ve verme istatistiklerini alalım. Bu 20’den fazla değişkeni birbirinden tamamen bağımsız faktörlere indirgeyelim. (Matematiğe meraklı olanlar için teknik açıklama: önce tüm değişkenlerin 81 ildeki değerlerinden “covariance matrix” hesaplayıp sonra bu matriksi “eigenvalue decomposition” işlemine tabi tutuyoruz). Bu sayede iller arası farkları açıklayan en önemli bağımsız faktörleri bulabiliriz.

İller arasında siyasi parti tercihleri ve sosyo ekonomik endikatörler bazındaki farklılaşmanın çok büyük bir kısmı tek bir faktöre indirgenebilir. Gelir, servet, eğitim, göç, kentleşme ve çeşitli toplumsal değişim istatistikleri birbirleriyle neredeyse bire bir örtüşüyorlar. Bu istatistiklerin ortak paydasına sosyal bilimler literatürü ve Dünya Bankası çalışmalarından esinlenerek kısaca “insani kalkınma endeksi” diyebiliriz. İnsani kalkınma endeksi ile Ak Parti oyları arasında çok güçlü bir negatif ilişki var.

Gülen cemaatinin eğitim kurumlarından mezun olan öğrenciler bir nesil içinde insani kalkınma endeksinde büyük bir sıçrama yaşıyor. Eğitim ve gelir düzeyinin siyasi tercihler üzerindeki etkisi seçim propagandası ve pazarlıklarla kısa vadede sınırlandırılabilir, ama uzun vadede mutlaka açığa çıkar. Küresel ekonomiye entegre olan ve sosyo ekonomik endikatörleri yükselen gruplar toplum dinamiklerinin doğal seyri ve karşı konamaz gücüyle Ak Parti’den uzaklaşıyor. Gülen cemaati mensuplarının da bu trende kapılması sürpriz değil.

Sonuç olarak, Ak Parti ve Gülen cemaati arasındaki sıkıntının iki nedeni var: iki ayrı dayanışma grubu arasındaki rekabet ve sosyo ekonomik faktörlerin siyasi tercihler üzerindeki etkisi.