Tuesday 25 April 2017

Bundan sonra ne yapmalı?

Son iki yazımda referandum sonuçlarını ve bizi bu noktaya getiren tarihsel süreci değerlendirmiştim. Şimdi de “bundan sonra ne yapabiliriz” sorusuna cevap arayacağım.

Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiyi yeniden inşa etmektir. Bu sorunu çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman kaybıdır. Türkiye’de demokrasi hiçbir zaman çok da iyi işlemedi – bu nedenle geçmişe bakarak bir çözüm bulma şansımız yok. Daha adil, daha insancıl ve daha etkin bir siyasi sistemi toplumun tüm kesimlerini bir araya getirerek kurmak zorundayız.

Bunun ilk adımı referandumdaki Hayır cephesinin dağılmadan ve saflarına yeni kitleleri katarak bir “demokrasiyi inşa” cephesine dönüşmesidir.

Sadece ismen değil cismen de demokratik olan bir sistem kurmak için en azından aşağıdaki adımları atmamız gerekiyor:

1. Yüksek Seçim Kurulu’nun güvenilirliğinin yeniden tesis edilmesi

2. Bakan ve üst düzey devlet memuru atamalarına TBMM onayı getirilmesi

3. Devlet imkanlarının iktidar partisi lehinde kullanılmasına engel olunması

4. Seçim ve referandum kampanyalarında yazılı ve görsel basının yarışan aday ve partiler arasında adil olarak yer vermesinin sağlanması

5. Hazine yardımının partiler arasında hakkaniyetli dağıtılması

6. TBMM seçimlerindeki yüzde 10 barajının kaldırılması

7. Belediye meclisi seçimlerindeki çıkarmalı sistemin kaldırılması, nisbi temsil sistemi getirilmesi

8. Valilerin merkezden atama yerine iki turlu seçimle belirlenmesi

9. Belediye başkanlığı seçimlerinin iki turlu yapılması

10. Hakim ve savcı atamalarını yapacak olan kurulun bir kısmının TBMM tarafından, bir kısmı da yargı mensupları arasında yapılan bir seçimle belirlenmesi, yürütme organının atama yetkisinin kaldırılması

16 Nisan referandumunda kabul edilen Anayasa değişikliği metni maalesef iyi düşünülmemiş, içinde ciddi tasarım hataları barındıran bir metin. Demokrasiden uzaklaşmanın getirdiği risklere ek olarak devletin etkinlik ve verimlik kaybına uğrama ihtimali çok yüksek. 

Hem temsiliyet, hem denge ve denetleme mekanizmaları, hem de etkinlik ve verimlilikle ilgili zaafları olan bir siyasi sistemin ekonomi, dış politika ve toplumsal huzur ve barış alanlarında büyük sorunlara yol açması muhtemel. Bu yanlıştan bir an önce dönüp sağlam bir demokrasi inşa etmeye girişmek Türkiye’ye hizmet etmek isteyen herkesin ortak paydası olmalı.


Monday 24 April 2017

İçinde bulunduğumuz demokrasi krizine nasıl vardık?

Dünkü yazımda referandum hakkında bazı tespitler yapmıştım. Bugün de demokrasimizin içinde bulunduğu kriz haline nasıl geldiğini incelemeye çalışacağım.

7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Türkiye’de siyasetin karar verici noktalarında olanlar iyi bir sınav veremedi. 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016 ve 16 Nisan 2017’de Türk demokrasisi açısından hiç de parlak olmayan olaylar peş peşe yaşandı.  

Geleceğe bakarken öncelikle demokrasi tarihimiz hakkında samimi bir değerlendirme yapmakta fayda var. Türkiye 12 Eylül askeri rejiminden sonra demokrasiye dönemedi. Seçimler yapılageldi, hatta bunların çoğu büyük ölçüde serbest seçimdi. Ancak demokrasinin seçimler dışındaki unsurları hayata geçirilemedi.

Parti başkanları tarafından atanmış milletvekilleri, hazine yardımının sadece büyük partilere verilmesi, yüzde 10 barajı ve yerel seçimlerdeki “yüzde 10 çıkarmalı sistem” gibi pek çok anti-demokratik uygulama siyasette yeni yüzler, yeni insiyatifler ve adil rekabetin önünü tıkadı. Hak ve özgürlükler alanında ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki kırk yıllık kesintisiz ihlal rekortmenliğimizden anlaşılabileceği gibi, sicilimiz hiç parlak değil.

Demokrasi açısından bu kadar eksiğe rağmen siyasi sistemi iki denge mekanizması ayakta tuttu: esasen hiçbiri demokratik olmayan partiler arası rekabet ile demokrasiye aykırı bir ordu ve yargı vesayeti. TBMM’nin tabandan gelen demokratik taleplere tercüman olmadığı bir ortamda otuz yılı aşkın bir süre iktidarların gücü bu iki denge mekanizması ile sınırlandı. Ancak iktidarı denetleme ve gerektiğinde frenleme işlevini yerine getiremeyen Türkiye Büyük Millet Meclisi giderek kan kaybetti.

Meclis’imizin işlevi kaybetmesi bir tarihsel kazayla başladı. 1980 ihtilali sonrasında demokrasiye dönüş hazırlıkları yapılırken Nisan 1983’te yürürlüğe giren Siyasi Partiler Kanunu’nda önseçim yapıp yapmamak parti yönetimlerinin insiyatifine bırakıldı. Seçime girme hakkını zorlukla elde eden ANAP’ın önseçim yapacak durumu yoktu, ancak Kasım 1983 seçimlerini büyük farkla kazanınca önseçim yapmamış olmanın eksikliğini hissetmedi. ANAP’ın parti içi demokrasi eksikliği sorgulanmadı, zira askeri idarenin desteğiyle kurulan diğer iki parti demokrasiye ANAP’tan daha da uzaktı.

Bu tarihi kaza sonrasında 1984-2002 arasında hüküm süren 6 partili rejimde merkez yoklaması hakim oldu. 1980 öncesi kitle partilerinin devamı olan SHP ve DYP bazı yerlerde önseçim  yaparken ANAP, DSP, RP ve MHP hiç önseçim yapmadılar. Meclis atanmış milletvekilleri ile doldu. 1977’de seçilen 450 milletvekilinin 400’ü kendi ayakları üzerinde durabilen siyasetçiler iken bu oran 1990’larda yarının altına düştü. Bugün 550 milletvekili içinde kendi siyasi ağırlığı olan 50 milletvekili bile bulunabileceği şüpheli. Türkiye Büyük Millet Meclisi 35 yıllık bir süreçte kendi etkinliğini yavaş yavaş yok etti.

Yakın tarihimizi dikkatle incelemeden baktığımızda 2017 referandumu çok şaşırtıcı görünebilir. Anayasal sistemin merkezi olan, tarihi milli mücadeleye dayanan bir Meclis bu referandum kararını nasıl alabildi? Kendi yetkilerini başkasına gönüllü olarak nasıl devretmeyi nasıl düşünebildi? Devredebildi, çünkü fiiliyatta zaten işlevini kaybetmişti. 2017 yılında bu Anayasa değişikliğini kabul edip referanduma sunan milletvekilleri hukuki olarak seçilmiş, ama fiilen atanmıştılar. Zaten kullanmadıkları yetkilerini devrettiler. Halk da milletvekillerinin işlevsizliğine alıştığı için tepki vermedi. Normalde Meclis’te tek bir oy almaması gereken, halkın ezici çoğunluğunun karşı olması gereken bir tasarı hem Meclis’ten hem de referandumdan %51 ile geçti.

Son on yılda bir yandan AKP’nin diğer partilere ezici üstünlüğü, bir yandan da ordu ve yargının iktidarı frenleme gücünün ortadan kalkması siyasi iktidarın mutlak hakimiyetini getirdi. Siyasi sisteme tek bir parti, bu partiye de tek bir kişi hakim olunca demokrasimizin denge ve denetleme mekanizmaları tamamen devre dışı kaldı.

İnsanlığın binlerce yıllık siyaset tecrübesi gösteriyor ki, sınırlanmamış iktidar demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsa bile ülke için hayati bir tehlikedir. Freni olmayan bir arabayla yola devam etmenin hayırlı bir netice vermesini beklememek gerekir.

Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiye dönüştür. Bu sorunu çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman kaybıdır. Kanunlar üstü bir ordu veya yargı vesayetine dönmeyi kimse istemediğine göre iktidarı sınırlayarak bireylerin hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak çözümleri anayasa ve yasalarla, demokratik bir perspektiften oluşturmak zorundayız. Başta Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak üzere demokratik siyasetin kurumlarını nasıl tekrar işlevsel hale getirmek millet olarak birinci önceliğimiz olmalı.


Sunday 23 April 2017

Referandum hakkında 10 maddede soğukkanlı bir değerlendirme

Referandum üzerine bir haftadır çok hararetli tartışmalar yaşanıyor. Duygusal tepkileri bir yana bırakırsak, süreç ve sonuç hakkında neler söyleyebiliriz?
1.     Türkiye’de askeri rejim altında yapılan 1982 Anayasa referandumundan bu yana en adaletsiz seçim süreci yaşandı. Devlet imkanları sonuna kadar kullanıldı, yazılı ve görsel basının neredeyse tamamı Evet için çalıştı, Hayır tarafının kampanya toplantıları bile engellendi. Buna rağmen seçmenlerin yüzde 48,6’sı Hayır’ı tercih etti.
2.      Referandumda AKP kanadının beklentisinin gerçekten yüzde 55 ve üzeri olduğu anlaşılıyor. Alınan netice parti teşkilatı ve sempatizanlar arasında büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Cumhurbaşkanı her ne kadar “atı alan Üsküdar’ı geçti” demiş olsa da önerilen sistem değişikliğinin meşruiyet kazanamamış olduğunun herkes farkında.
3.     Güneydoğu’da seçim yapılabilecek bir ortam yoktu. Mahallesi tamamen yıkılıp kışı çadırda geçirmiş olan insanlara bile “Evet oyu vermezseniz evlerinizi yapmayız” denilebilen bir ortamda oy oranlarına herhangi bir siyasi anlam yüklemek zaten mümkün olmayacaktı. Ancak önceki seçimlerden çok farklı olarak binden fazla sandıkta firesiz katılım ve yüzde yüz Evet oyları görülmesi usülsüzlüğün psikolojik baskının ötesine geçtiğine işaret ediyor.
4.     Yüksek Seçim Kurulu her adımda çok kötü bir sınav verdi. Elli yılı aşkın bir süredir Türk siyasi sisteminin en güvenilir ayağını oluşturmuş bir kurumun bu hale düşmesi gerçekten çok üzücü. Mühürsüz pusulaların geçerli sayılması yönünde verdikleri kararla sürecin doğru yürütülebilecek son unsuru olan sayımın da güvenilirliğini ortadan kaldırdırlar.
5.     YSK’nın mühürsüz pusulaların gerçeki sayılması kararı kanuna net bir şekilde aykırı, zira YSK’nın kanunun emredici hükümlerini uygulamama yetkisi yok. Daha sakin bir siyasi ortamda tüm siyasi partiler arasında konsensus sağlansaydı belki makul kabul edilebilirdi, ancak bu kadar kutuplaşmış bir siyaset, bu kadar adaletsiz bir kampanya ve bu kadar yakın bir sonuç göz önüne alındığında affedilemeyecek bir yanlış oldu. Mahkemeler kanunları uygulamak yerine verdikleri kararın kendince öngördükleri sonuçlarına göre karar verecek olsa ülkede hukuk düzeni kalmaz.
6.      İki buçuk milyon oy pusulasının mühürsüz olduğu iddiası yalanlanmadı, ancak şu ana kadar kuvvetli bir delille desteklenmiş değil. Hiçbir sandıktan pusulaların sandık kurulu tarafından kasden mühürlenmediği yönünde bir şikayet gelmediği anlaşılıyor. Sorun iddianın kendisinden ziyade YSK’nın yaklaşımı: YSK’nın konuyu yeterince tartmadan karar vermesi ve iddianın doğruluğunu araştırmak için hiçbir adım atmaması inandırıcılığını yitirmesine yol açtı. 
7.      Önceki seçimlerde olduğu gibi bu referandumda da sayımla ilgili kayda değer bir sorun yok. Sayım ve raporlama hataları binde 1-2 seviyesinde. Sayımda sorun olmaması elbette “adil ve serbest bir seçim yapıldığı” anlamına gelmiyor – ancak usulsüzlüğün sayımda değil öncesinde yapıldığının altını çizmek gerekiyor.
8.      Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruları kabul etmese de kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bir ihlal kararına yol açma ihtimali yüksek. Hükümetin referandumu izlemek için gönderilen AGİT temsilcilerine baştan itiraz etmeyip süreçle ilgili olumsuz görüş verdikten sonra eleştirmesi de yakışıksız oldu.
9.      Türkiye’nin hem nufus, hem de ekonomi olarak en büyük illeri İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya’da Hayır çıkmış olması önerilen Anayasa değişikliğini ilk günden sıkıntıya soktu. Toplumun eğitimli kesimleri ve vergi mükelleflerinin bu kadar hararetli bir şekilde karşı çıktığı bir sistem nasıl uygulanacak, hep birlikte göreceğiz.
10.   Bu kadar acemice yazılmış bir Anayasa değişikliği önerisinin bu kadar ciddiyetsiz bir şekilde hazırlanıp, bu kadar adaletsiz bir seçim kampanyasından sonra bu kadar hukuksuz şekilde yürülüğe girmesi Türkiye’ye dünya kamuoyu nezdinde küme düşürdü. Türkiye’nin imajının bu şekilde zedelenmesinin dış politikada bazı zaaflara neden olması kaçınılmaz.

Kanaatimce bu kadar sorunlu bir süreç sonunda kabul edilmiş bir Anayasa değişikliğinde ısrar etmemekte fayda var. Değişikliklerin çoğunun 2019’da yürürlüğe girecek olması bir fırsattır. Önümüzdeki iki yılda milletin yarısı yerine büyük çoğunluğunun desteğini alacak bir Anayasa yapma imkanımız var.

Bugün 23 Nisan. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlarken bugünkü Millet Meclisi’nin 1920’nin zor koşulları altında bile çoğulculuk ve kapsayıcılıktan taviz vermeyen kurucu Millet Meclisi’nden ders almasını ve ülkenin bekası için gerekeni yapmasını talep ediyoruz.