Sunday 29 December 2013

Yaklaşan yerel seçimler ve üniversite öğrencileri: Önemli bir hatırlatma

Üniversite öğrencileri yaklaşan yerel seçimlerde çok önemli bir grup. YÖK rakamlarına göre Türkiye’de 2.2 milyon üniversite öğrencisi var. Toplam seçmen sayısının yüzde 5’ine yakın bir rakam.

Üniversite öğrencilerinin oy kullanmasıyla ilgili önemli bir zorluk var. Öğrenimlerine devam etmek için ailelerinin yaşadığı şehirden başka bir şehre giden öğrencilerin çoğu resmi ikametgah adreslerini değiştirmiyor. Seçmen kütükleri resmi ikamet adreslerine göre hazırlandığndan, pek çok öğrencinin seçmen kaydı ailesinin evinde. Yerel seçimler öğretim döneminde olduğundan pek çok öğrenci kayıtlı oldukları yere gidemiyor ve oy kullanamıyor.

2014 yerel seçimleri için artık son düzlüğe girdik. Seçmen listeleri Ocak ayı içinde askıya çıkarılacak.

Oy kullanmak isteyen ancak ailesinden ayrı bir şehirde okuyan öğrenciler için son şans. Seçimlerde ailenizin yanına gidip oy kullanma şansınız yoksa Ocak ayının ilk üç haftası içinde bir saatinizi ayırarak resmi ikametgahınızı öğrenim gördüğünüz şehre alabilirsiniz.

Bunun için kaldığınız yurt ya da evin bulunduğı ilçenin nufus müdürlüğüne şahsen başvurmanız gerekiyor. Başvuru için gerekli belgeler şöyle:
- Yurtta kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, üniversiteden öğrenci belgesi, yurttan da orda kaldığınıza dair belge
- Kiralık evde kalıyorsanız: nufus cüzdanınızın aslı ve fotokopisi, varsa adınıza elektrik, su ya da gaz faturası, yoksa kira sözleşmeniz
- Bir aile üyenize ait bir evde kalıyorsanız başvuruyu o kişiyle birlikte yapmanız gerek

Seçimlere az zaman kaldığı için nufus müdürlüğüne başvurduktan sonra muhtalıklarda askıya çıkacak seçmen listelerini kontrol etmek ve değişikliğin gerçekleştiğini teyit etmekte de fayda var.

Yaklaşan seçimler herkesin hem yaşadığı yerin, hem de bütün Türkiye’nin yönetimine ağırlığını koyması içinbir şans. Özellikle Istanbul, Ankara ve Adana gibi yerel seçimlerin çekişmeli geçmesi beklenen illerde her oy çok değerli.

Üniversite öğrencisiyseniz ve oy kullanmak için resmi ikametgah adresinizin olduğu şehre gidemeyecekseniz, resmi ikametgahınızı değiştirin. Bu mesajı arkadaşlarınıza iletin. İmkanınız varsa nufus müdürlüğüne başvuru yapmak isteyen tanıdıklarıza yardımcı olun.

Seçimlerde sizsiz bir kişi eksiğiz!

Thursday 26 December 2013

Endişeyle izleğimiz mücadele hakkında farklı bir teori

Türkiye’de siyaset son bir aydır çok hareketli. Yakın tarihimizde görülmedik büyüklükte bir yolsuzluk skandalı var gündemde. Hem skandalın kendisi, hem de olayların ortaya çıkarılış biçimi yoğun olarak tartışılıyor.

Kavganın bir tarafı Başbakan Tayyip Erdoğan ve yakın çevresi. Öbür tarafta Fethullah Gülen cemaati var, ama tamamen mi kısmen mi, yalnız mı yoksa daha büyük bir koalisyonun parçası mı, bunlar belli değil.

Yıllar boyu omur omuza mücadele eden iki siyasi aktörün neden hızla bu kadar şiddetli bir kavgaya tutuştuğunu anlamak zor. Bu konuda farklı bir perspektif sunmaya çalışacağım.

Ne AKP’den, ne Cemaat’ten, ne yargıdan ne de emniyetten herhangi bir özel bilgi kaynağına sahip değilim. Ama her zamanki gibi kamuya açık bilgileri ekonomi, sosyoloji ve siyaset biliminin sağladığı araçlar ile analiz ediyorum.

Dünya’da liberal demokratik devletler, piyasa ekonomisi ve ABD merkezli bir güvenlik sistemini içeren bir “kurulu düzen” var. 300 yıl önce şekillenmeye başlayan, yavaş yavaş evrimleşen, bugünkü haline 1945 sonrasında ulaşmış bir yapı.

Bu düzen birileri tarafından emir komuta zinciri içinde yönetilen bir yapı değil. Bir organizma ya da ekosistem olarak tanımlanabilir. Kısaca “küresel ekosistem” ifadesini kullanacağım.

Türkiye bu yapının merkez ülkelerinden biri değil. Ama ezilen bir ülke de değil. Ortalarda bir yerlerde. Daha önemlisi son 10 yılda merkeze doğru bir “terfi” aldı.

2002’den beri iktidarda olan Başbakan Erdoğan başlangıçta AKP’nin stratejisini küresel ekosisteme gönüllü katılım ve uyum üzerine kurdu. Gülen cemaati de AKP’yi bu yolda destekledi.

AKP iktidardaki ilk 7-8 yılında başarılı oldu. Ekonomi iyi gitti, bazı dış politika başarıları elde edildi, demokratikleşmede mütevazı da olsa adımlar atıldı. Türkiye çeşitli ortamlarda örnek gösterilen bir ülke oldu.

Başbakan Erdoğan iktidarını sınırlayan askeri ve bürokratik engelleri sırtını küresel ekosisteme dayayarak aştı. Gülen cemaati de bu dönemde Türkiye çıkışlı, ama ABD merkezli bir küresel camia halini aldı.

Başbakan Erdoğan kazandığı meşruiyet ve güç ile iktidarını pekiştirdikten sonra yeni bir sayfa açtı: bir dünya lideri olma projesi. İmaj da aşağı yukarı şu şekilde tasarlandı: “Tayyip Erdoğan - iyi yönetici, dik duran adam, mazlumların dostu”.

Ancak dünya liderliği projesinde bir tasarım hatası yapıldı. Dünya liderliğinin hedef kitlesi olarak ekonomik ya da siyasi çıkarları Türkiye ile örtüşen ülke ve gruplar yerine Başbakan’ın şahsen kendini en yakın hissettiği Ortadoğu Sünni Müslümanları seçildi. Suriye’de rejim değişikliği gibi imkanları zorlayan hedefler kondu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Türkiye içinde birleştirici değil gerginleştirici ve bölücü stratejiler izlendi.

Başbakan Erdoğan’ın şahsi dünya liderliği projesi için devletin tüm imkanları seferber edilince Türkiye’nin hem çıkarları, hem de marka imajı riske atıldı. Türkiye’nin yakın ticaret ve güvenlik ilişkilerine sahip olduğu Batı dünyası ile gereksiz sürtüşmeler yaratıldı. Son olarak da Ortadoğu’da Mısır, Suriye ve Filistin’deki Müslüman Kardeşler temelli hareketler dışındaki tüm ülke ve gruplarla köprüler atıldı.

İşte bu noktada Gülen cemaati ile yollar ayrıldı. Cemaat dünyanın her ülkesinde faal olmaya çalışıyor, ama başarılı olduğu coğrafyalar belli: Afrika gibi çok fakir bölgeler, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye ile kültürel yakınlığı olan bölgeler ve din alanında serbest rekabet yaşanan Anglo-Sakson ülkeler. Cemaat Ortadoğu’da etkin değil.

Başarılı olduğu coğrafyalarda Cemaat hem Türkiye’nin marka değerine, hem de Amerikan devlet ve sivil toplum kurumlarının desteğine ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin müreffeh ve barışçı bir ülke olarak marka değerinin artması Cemaat’in kendi markası için çok önemli. Amerikan devlet ve sivil toplumundan gerektiğinde destek alabilmek de aynı derecede önemli.

Tayyip Erdoğan’ın şahsi dünya liderliği projesi gitgide artan bir şekilde Cemaat’in geleceğini tehdit etmeye başladı. Zira hem Türkiye’nin marka imajı yara alıyor, hem de AKP ve Başbakan Erdoğan’a karşı küresel ekosistemin bağışıklık sistemi çalışmaya başladı.

Her organizma ya da ekosistemin doğal olarak bir bağışıklık sistemi vardır. Küresel ekonomi ve siyaset ekosisteminin bağışıklık sistemi görünür kurumlar veya emir komuta zinciri içinde görev yapan kişilerden değil binlerce, milyonlarca oyuncunun reflekslerinden oluşuyor. Bu bağışıklık sistemi yavaş harekete geçer, ama bir kez harekete geçti mi çok güçlüdür. Gezi Parkı olayı bağışıklık sisteminin çalışmaya başladığının ilk işaretiydi.

AKP çevrelerinden duyduğumuz söylemin aksine, ne Başbakan Erdoğan ne de Türkiye küresel ekosistemi sarsma potansiyeline sahip değil. AKP’nin Suriye politikasının ABD tarafından bu kadar kolaylıkla çevrelenip oyun dışına itilmesi durumu net bir şekilde ortaya koyuyor. Diklenmeden dik durmak değil dik duramadan diklenmek söz konusu. Ancak sistemi sarsma potansiyeli olmasa da, gerçeklerden uzak söylemi ve öngörülemez hareketleri ile Başbakan Erdoğan ekosistemden fayda sağlayan pek çok oyuncu için bir başağrısı haline geldi.

Burada bir noktanın altını çizmek gerek: küresel ekosistem Türkiye için bir “dış güç” değil “iç güç”. Türkiye’nin tamamına yakını küresel ekosisteme entegre, onun bir parçası. Entegrasyon ticaretten güvenliğe, teknolojiden kültüre kadar pek çok alanı kapsıyor.

Türkiye’nin orta vadede bir merkez ülke haline gelmesi mümkün, ama bu Ortadoğu Sünni Müslümanlarına lider olarak değil teknoloji ve ekonomi alanında atılım yaparak gerçekleştirilebilir.

Bağışıklık sistemine karşı durulabilir mi? Elbette. Fakat ciddi kaynak ve yetkinlik gerektirir. Petrol geliri ve çelik gibi derin devleti ile Putin Rusya’da bunu yapabiliyor. Bu duruştan bir fayda elde ediyor mu, orası çok tartışmalı. Ama ekonomisi küresel düzen içinde ticaret yapmaya göre şekillenmiş, Batı ittifakı içinde yer alan, kendi içinde ciddi saflaşmalardan muzdarip olan bir ülkenin Başbakanı olarak Erdoğan’ın şu anda böyle bir şansı yok.

Cemaat hem yurt içinde, hem de yurt dışında bağışıklık sisteminin devreye girdiğini ve Başbakan Erdoğan’ı eninde sonunda tasfiye edeceğini fark etti. Yolsuzluk dosyaları AKP hükümetinin yumuşak karnı. Bu yumuşak karın ile küresel ekosisteme diklenmek sürdürülebilir bir durum değil.

Başbakan Erdoğan ve AKP yolsuzluklar nedeniyle tasfiye olursa kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayan hareketler hem Türkiye’de, hem de dünyada büyük bir yara alacak. Türkiye’de siyaset yeniden şekillendiğinde “İslamcı” hareketlere AKP kadar destek verecek bir parti bulmak, kurmak kolay olmayabilir. Cemaat veya “İslamcı” siyasi hareketin başka unsurları - son günlerde harekete geçen oyuncular her kimse, bu nedenle Başbakan Erdoğan’ı hızlı bir şekilde tasfiye edip onsuz bir AKP ile yola devam etmeyi düşünmüş olabilirler. Ancak Başbakan Erdoğan’ın sert savunması mücadelenin her iki taraf büyük yaralar almadan sonlanmayacağına işaret ediyor.

Türkiye’nin bu badireyi en az zararla atlatmasını temenni ediyoruz. Bunun için toplumun tamamının siyasete ağırlığını koyması ve kurumlara sahip çıkması şart.

Monday 23 December 2013

Liyakat yerine sadakat - nereye kadar?

Türk halkı 1919’da başlayan mücadelede toplumun en elit tabakasına, kültürel olarak ortalama vatandaştan epeyce uzak olan bir kitleye icazet verdi. Neden? Bunu hiç merak ettiniz mi?

Çünkü Türk halkı elitizmden önce partizanlığı denemişti ve perişan olmuştu da ondan. İttihat ve Terakki rejimi devletin üst düzey görevlerini liyakate göre değil sadakate göre doldurdu. Sonuç hüsran üstüne hüsran oldu, ve Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetiyle oyun bitti.

İşte bu nedenle, Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet’in ilk on yılında Türkiye’de elitizm prim yaptı.

Maalesef tarihten ders almak nadir görülen bir erdem. Rahmetli amcam bana bir özlü söz hatırlatırdı hep: “acaba başkalarının tecrübelerinden ders alacak kadar akıllı bir adam var mıdır dünyada?”

Bugün yaşadığımız trajikomedi tarihin tekerrüründen başka bir şey değil. İttihat ve Terakki’nin “ben yaptım oldu” zihniyeti, dünyanın merkezinde kedisinin olduğu yanılsaması, dünyada olup biten olayları okumaktan aciz oluşu, gerçekler yerine propagandayı öne çıkarması, liyakat yerine sadakate önem vermesi bugünkü Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde tekrardan yaşanıyor. Sonucun farklı olması da çok zor.

Görünen o ki siyasetteki 2002 tasfiyesi eksik oldu. Bir an önce tamamlanması lazım. En önemli görevlerini en ehil ellere teslim etmeyen milletler er ya da geç bedelini öder. Türkiye’de de bu ay itibarıyla fatura masaya gelmiş gibi görünüyor.


Wednesday 18 December 2013

Ayakkabı kutusu ve çuval

Halkbank genel müdürünün evinde ayakkabı kutusundan 4.5 milyon dolar çıkmış. Vatana millete hayırlı olsun.

Hatırlayanlar olacak, Egebank diye bir banka ve Murat Demirel diye bir sahibi vardı. Bu arkadaş bankasına el konmadan önceki son gece genel müdürlükte nakit dolarları çuvala doldururken görüntülenmişti. İnanması zor, ama Halkbank olayı Egebank olayını gölgede bıraktı.

Yalnız şöyle bir farka hemen dikkat çekelim: Egebank özel bankaydı, Halkbank ise devlet bankası. Özel banka sahibinin yolsuzluğu adi bir suçtur. Ancak bir devlet bankası genel müdürünün yolsuzluğu sadece adi bir suç değil, ciddi bir siyasi olaydır. Onu oraya atayanların siyasi sorumluluğu vardır.

Halkbank genel müdürünün atama kararnamesinin altında imzası olanların hemen bugün istifa etmelerini tavsiye ederiz. Etmezlerse ne olacağını tahmin etmek için 1999-2002 arasında yaşanan siyasi olaylara bakmaları yeter.

Adamlarımı yedirmem zihniyeti ve meşruiyet sorunu

İş yapma felsefesi "adamlarımı yedirmem" olanların sonu kaçınılmaz olarak böyle olur. "Adamlar" lidere sadık oldukları sürece hiç bir şekilde görevden alınmayacaklarını düşünürlerse her türlü yolsuzluğu yaparlar. Türkiye ve Dünya tarihinde örnekler çok.

İşin buraya varacağını öngörmek için allame-i cihan olmaya gerek yok. Bu durumda ikisi de birbirinden kötü iki senaryo var: ya büyük bir yetkinlik sorunu yaşanıyor, ya da yolsuzluklara bile bile çanak tutuldu. Her iki senaryo da kaçınılmaz olarak bir meşruiyet sorununa işaret eder.

Gerekeni yapmakta gecikilen her gün, meşruiyet sorununu daha da derinleştirir ve Türkiye'ye zarar verir.

Tuesday 17 December 2013

Susurluk 2 filmi sinemalarda

Bugün başlayan olay Susurluk'tan daha büyük bir skandaldır. Gözaltına alınanların kimliği olayın büyüklüğünü göstemeye yeter - Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk skandalı olabilir.

Susurluk'tan sonraki yıllarda yaşanan değişimi düşünün - bundan sonraki 3-5 yılda Türkiye'yi daha da büyük bir değişim bekliyor.

Özgürlükçü ve katılımcı demokrasiye ulaşana kadar tasfiyeye devam.

Bugünkü operasyon

Üç bakanın oğlunun, Halk Bankası genel müdürünün, Fatih belediye başkanının ve en büyük TOKİ müteahhidinin gözaltına alınması büyük bir olay.

Hükümet bugün hukuken olmasa da fillen düşmüştür.

Friday 6 December 2013

Kırmızı çizgiyi çizmek gereken an

Hayatta insanın kırmızı çizgi çizmesi gereken anlar vardır. Bu an öyle bir an.

Türkiye Futbol Federasyonu, Fethiyespor’u “Yüce Atatürk” yazılı tişörtlerle sahaya çıktığı için disiplin kuruluna vermiş. Bu yanlışın hiç bir mazereti, hiç bir izahı olamaz. Bu hakarete hak ettiği karşılığı vermek her Türk vatandaşının boyununun borcudur.

Diyorum ki, Fethiyespor’a ceza verilirse Türkiye’de profesyonel futbol dursun. Hiç bir futbol takımı sahaya çıkmasın. Hiç bir seyirci maça gitmesin. Maç saatlerinde kendi aramızda mahallemizde oynayalım futbolu, “Yüce Atatürk” yazılı tişörtler giyerek.

Üç “büyük” takım Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’a büyük denmesinin sebebi kazandıkları lig şampiyonlukları değil, milli mücadelede aldıkları tavırdır. Bunu unutmayalım.

Atatürk’e tahammül edilemeyen yerde Türk futbolseverin işi olmaz.

Thursday 5 December 2013

Seçmen sayılarında hile şüphesi uyandıran bir durum var mı?

Seçimler yaklaşırken seçmen kayıtlarında usulsüzlük yapıldığına dair iddialar daha sık dile getirilmeye başlandı. Özellikle son bir hafta içinde bu konuda çok sayıda email alınca rakamları incelemeye karar verdim.

2011 ve 2007 genel seçimlerindeki kayıtlı seçmen sayılarına bakınca önce haklı bir şüphe uyanıyor. 2007 yılında 42,8 milyon olan seçmen sayısı 2011 yılında 52,8 milyona yükselmiş, yani 4 yılda yüzde 23,8 artmış. 1999-2003 arası doğum sayılarına ve 2007-2011 arası ölüm sayılarına baktığınızda seçmen sayısının 5-6 milyon civarında artmasını beklerken 10 milyon arttığını görünce olayı daha derinlemesine inceleme ihtiyacı doğuyor.

2011, 2002 ve 1991 seçimlerini kapsayan daha uzun dönemli bir araştırma farklı sonuçlar veriyor. 1991 ile 2002 arasında kayıtlı seçmen sayısı yılda ortalama yüzde 3,0 artmışken 2002 ile 2011 yılları arasında yılda ortalama yüzde 2,7 artmış. Bu rakamlar nufus istatistikleriyle uyumlu.

1991’den 2002’ye seçmen sayıları düzenli bir şekilde artarken 2002’den 2011’e garip bir tablo göze çarpıyor. 2002’de 41,4 milyon olan seçmen sayısı 2004’te sadece 42,8 milyona yükseliyor, 2007’ye kadar da 42,8 milyonda sabit kalıyor. Bu tarihten sonra ise bir sıçrama meydana geliyor.

2002 sonrasındaki garip seyrin nedeninin nufus sayım sisteminde yapılan değişiklik olduğu anlaşılıyor. TÜİK tarafından yapılan açıklamalara göre adrese dayalı nufus sistemi 2007 yılında devreye alınmış. Son sokağa çıkma yasaklı nufus sayımı ise 2000 yılında yapılmış. Bu iki tarih arasında bir geçiş süreci yaşanmış. Anlaşılan o ki, 2004 yerel ve 2007 genel seçimleri öncesinde seçmen kütükleri gerektiği kadar güncellenemedi, ama eksiklik 2007 yılından sonra telafi edildi.

Son olarak 2011 seçim yılındaki resmi rakamları Yüksek Seçim Kurulu’nun Temmuz 2013 ayında yaptığı açıklamayla karşılaştırabiliriz. 52,8 milyon olan kayıtlı seçmen sayısı 2 yılda 54,7 milyona çıkmış. Yılda ortalama yüzde 1,8’lik bir artış – ki bu da nufus istatistiklerine dayalı beklentilerimizle uyumlu.

Seçmen sayıları ve nufus istatistiklerini dikkatle incelediğimizde geniş kapsamlı bir hileden söz etmeyi haklı kılacak bir delil göremiyoruz. En önemli birkaç rakamı aşağıda özetleyelim:

Seçim yılı
Kayıtlı seçmen sayısı
Oy kullanan seçmen
Katılım oranı (%)
1991 (genel)
29.979.123
25.157.089
83,9
1995 (genel)
34.155.981
29.101.469
85,2
1999 (genel ve yerel)
37.495.217
32.656.070
87,1
2002 (genel)
41.407.027
32.768.161
79,1
2004 (yerel)
42.775.973
32.630.205
76,3
2007 (genel)
42.799.303
36.056.293
84,2
2009 (yerel)
48.049.446
40.932.260
85,2
2011 (genel)
52.806.322
43.914.948
83,2


Kendi analizlerini yapmak isteyenler nufus ve seçim istatistiklerine TUIK web sitesinden ulaşabilirler.

Tuesday 3 December 2013

The real reason behind the conflict between the Justice and Development Party and the Gulen movement in Turkey

A number of friends asked me to translate my recent blog post on AKP and the Gulen movement into English, so that they can share it abroad. Here it is...

Let me state right away: I have no close contacts in the senior ranks of the Justice and Development Party (“AKP”) government or the Gulen movement. The analysis I am presenting is not based on any “insider information”. I will just interpret publicly available information with the tools provided by the economics, sociology and political science disciplines.

The Gulen movement calls itself “Hizmet”, meaning “service” in Turkish. They have two areas of service: helping the poor and education. They are active both in Turkey and internationally in both fields. Their educational institutions include schools, dormitories and exam prep schools.

AKP’s fundamental pillar is the alumni community of state religious schools (“imam hatip liseleri”) in Turkey. A quick look at the recent civil service appointments is sufficient to underscore the importance of the state relgious school alumni network to AKP.

Both the Gulen movement and AKP are based on educational institutions. However, the similarity ends here. There is a point supporters and opponents of the Gulen movement agree on: their schools are generally of high quality. From international academic olympiads to university entrance exams in Turkey, from the “Turkish language olympiads” they run to their placement performance to major US colleges, there is ample evidence proving the competitiveness of Gulen movement schools.

State religious schools, on the other hand, are among the weakest links of the Turkish education system. Originally founded to bring up community leaders, their quality did not keep up with quantity as their numbers grew. The university entrance exam performance of their graduates is poor. We have other anecdotal evidence pointing to the poor quality of education in the state religious schools: the shortage of Arabic speakers in Turkey, the lack of prominent academics in Islamic history and philosophy, the acute shortage of civil servants knowledgeable about the Islamic world and the long list of “fantastic” statements from senior officials who are alumni, to list just a few.

During the past 11 years under AKP government, being (or at least seeming to be) religious has become an asset, to rise among government ranks or to receive government support in the private sector. But among those who are or appear to be sufficiently religious, graduates of good schools naturally have an advantage over those of poor schools. In time, alumni of Gulen schools are bound to do better than those of state religious schools. So we should not be surprised to see the state religious school alumni seeking other means to make up for their competitive disadvantage.

The differences in the quality of eduation are likely to lead to differences in career success and material gain over the long term. Gulen schools have managed to bring up globally competitive students, many of whom were able to start globally competitive businesses. Such success stories are rare among state religious school graduates – they have not been able to move beyond living off public favouritism (often in the form of an unfair distribution of real estate speculation / urbanization gains).

Party preferences in Turkey are very “one dimensional” compared to other democracies. We can demonstrate this phenomenon easily by looking at the following data from the 81 provinces of Turkey: legislative election, local election and referandum results from 2007 to 2011, average per capita income, average bank deposit, car ownership, home ownership, secondary school attendance, urbanization, population growth, unemployment, women’s laboıur force particiation, immigration, emigration and net migration data. We can map these 20 factors into indepedent factors. (For math geeks: we first calculate the “covariance matrix of the provincial figures for the 20 factors. We then perform an “eigenvalue decomposition” of this matrix).  

The variance by province of this whole data set is overwhwlmingly explained by just one factor. Income, weaşth, education, migration, urbanization and social change indicators are all highly correlated. Following social sciences and World Bank jargon, we can call this common denominator “human development index”. The human development index of a province is very strongly negatively correlated with AKP votes – the higher the index goes, the lower AKP votes become.

Alumni of Gulen schools have experienced a jump in their human development index over a generation. Propaganda can limit the impact of education and income levels on political choice in the short term, but socio-economic trends dominate in the long term. Groups which are integrated into the world economy and which experience rising human development indicators slowly but surely fall away from AKP. It is not surprising to see the Gulen movement go down this well established path.

Therefore we can say that there are two reaons behind the conflict between AKP and the Gulen movement: competition between two tighly knit alumni networks and the impact of socio economic factors on party preferences.

2012 PISA rakamları açıklandı - eğitim sistemimiz ne durumda?

2012 PISA rakamları bugün saat 12'de OECD (Uluslararası İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) web sitesinde yayınlandı.

Üç yılda bir 40'tan fazla ülkede 15 yaşındaki öğrencilerin matematik, fen ve okuma alanlarındaki performansını ölçen bu çalışma ülkeleri başka ülkelerle ve kendi geçmiş verileriyle karşılaştırmamıza imkan veriyor.

Türkiye 2006'dan 2009'a beklenmedik bir atılım yapmıştı. Matematik, fen ve okuma istatistiklerine göre 57 ülke arasında en büyük atılımı yapmış olan ikinci ülke olmuştuk. Bu nedenle 2012 rakamlarını merakla bekliyorduk.

Maalesef sonuçlar 2009'daki kadar iyi değil:
  • Bu sefer son üç yılda yaşanan değişimde 59 ülke arasında 23. sıradayız. Yani artık en tepede değil ortalardayız. 
  • Öğrencilerin performansı yükselmiş, ama sadece dünya ortalaması civarında. Gelişmiş ülkelerle arayı kapatamıyoruz.
  • 2012'de 2009'da olduğu gibi Doğu Asya ve Kuzey Avrupa'nın çok gerisinde, Güney Avrupa'nın az gerisinde, Doğu Avrupa ile başa baş, Latin Amerika'nın çok ilerisindeyiz.
  • 2006’dan 2009’a Polonya, İsrail ve Rusya ile arayı kapatmaya başlamışız. Halbuki 2009’dan 2012’ye ara tekrar aleyhimize açılmaya başlamış.
  • Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan’ın biraz önündeyiz, performansımız her iki dönemde paralel ilerlemiş.
2009'da 66 ülke arasında matematikte 44. okumada 42. fende 44. olmuşuz. 2012'de 65 ülke arasında matematikte 44. okumada 41. fende 43. olmuşuz.

Son üç senenin yıldızı Polonya. Her alanda ciddi bir atılım yapmışlar. Birkaç ay önce The Economist Polonya'daki eğitim reformlarını ve nasıl kısa zamanda önemli bir değişimi başardıklarını anlatan bir makale yayınlamıştı. PISA rakamları bu gözlemi doğruladı.

Bu veriler enerjimizi dershanelerin kapanıp kapanmaması konusu yerine başka yerlere sevketmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Sunday 1 December 2013

Ak Parti ile Gülen cemaati arasındaki anlaşmazlığın esas nedeni

Hemen vurgulayayım: ne Ak Parti üst yönetiminde, ne de Gülen cemaatinin iç halkalarında yakın tanıdığım yok. Yapacağım analiz “içeriden” herhangi bir bilgiye dayanmıyor. Sadece herkesin erişimine açık bilgileri ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimi disiplinlerinin çerçevesi içinde yorumlayacağım.

Gülen cemaati kendine “Hizmet” adını verir. Bu hizmetin iki alanı vardır: fakirlere yardım ve eğitim. Her iki alanda hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyetler yürütülür. Eğitim faaliyetleri okullar, yurtlar ve dershaneleri barındırır.

Ak Parti’nin temel direği imam hatip lisesi mezunlarıdır. Son zamanlarda kamudaki üst düzey atamalara göz atmak, imam hatip dayanışmasının Ak Parti için önemini göstermeye yeter.

Hem Gülen cemaati, hem de Ak Parti’nin temelinde eğitim kurumları vardır. Ancak benzerlik bu noktada biter. Cemaatin yandaşları ve karşıtlarının üzerinde anlaştığı bir nokta var: cemaatin okulları rekabatçi ve iddialı öğrenciler yetiştiregelmiştir. Uluslararası matematik ve fizik olimpiyatlarından Türkiye’deki üniversite giriş sınavlarına, Türkçe olimpiyatlarından ABD’nin önde gelen üniversitelerine öğrenci yerleştirme performansına kadar pek çok faktör cemaat okullarının rekabet gücüne işaret etmektedir.

İmam hatip liseleri ise Türk eğitim sisteminin en zayıf halkalarından biridir. İlk başlarda toplum liderleri yetiştirme amacına yönelik olarak kurulan bu okullarda nicelik arttıkça nitelikten taviz verilmiştir. İmam hatip liselerinin sınav performansı zayıftır. Türkiye’de Arapça tercüman bulmakta sıkıntı yaşanması, İslam tarih ve felsefesine hakim akademisyen eksikliği, İslam dünyasının dinamiklerinden haberdar olan kamu personeli azlığı ve bürokraside görev alan mezunlardan gelen hayret verici demeçleri bir araya getirdiğimizde imam hatip liselerinde son çeyrek yüzyılda adetler artarken eğitim kalitesinde ne kadar ciddi bir sıkıntı yaşandığını kolayca görebiliriz.

Ak Parti döneminde gerek kamuda yükselmek, gerekse özel sektörde kamu desteği almak için en azından görünüşte dindar olmak makbul bir nitelik haline gelmiştir. Ancak dindar olmak ya da dindar görünmek kriteri altında rekabet yaşandığında kaliteli eğitim veren okullardan mezun olan öğrencilerin kalitesiz eğitim veren okullardan mezun olan öğrencilere karşı avantajlı olduğu aşikardır. Dindarlık elemesini geçebilen adaylar arasında zaman içinde cemaat eğitim kurumları lehine ve imam hatip liseleri aleyhine gelişmeler yaşanmaktadır. Bu çerçevede, rekabet etmekte sıkıntı yaşayan imam hatip grubunun cemaat grubunu başka yollarla tasfiye etmeye çalışmasına şaşırmamak gerekir.

Eğitim kalitesindeki fark yıllar içinde kariyer başarısına ve maddi imkanların artmasına da yol açar. Gülen cemaati tüm dünyada rekabet etmek için gerekli donanıma sahip öğrenciler yetiştirmiş, bu öğrencilerin bir kısmı da dünyaya açılmış ve zaman içinde küresel rekabet ortamı içinde var olabilen işletmeler oluşturmuştur. İmam hatip lisesi mezunları arasında ise bu tür başarı hikayeleri çok nadirdir. Cemaat okullarının mezunları Ak Parti döneminde zaten sahip oldukları rekabet avantajlarını devlet desteği ile geliştirirken imam hatip lisesi mezunları Ak Parti’nin sağladığı kamu desteği (en başta şehirleşme rantının adil olmayan dağıtımı) dışında yeni girişimlerde bulunamamıştır.

Türkiye’de seçmenin parti tercihleri dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde görülmediği kadar tek boyutludur.
81 ilde 2007-2011 arası genel seçim, yerel seçim ve referandum sonuçları ile kişi başına ortalama gelir, banka mevduatı, araç sahipliği, ev sahipliği rakamları, ortaöğrenime devam oranları ve kentleşme, nufus artışı, işsizlik, kadınların işgücüne katılımı, göç alma ve verme istatistiklerini alalım. Bu 20’den fazla değişkeni birbirinden tamamen bağımsız faktörlere indirgeyelim. (Matematiğe meraklı olanlar için teknik açıklama: önce tüm değişkenlerin 81 ildeki değerlerinden “covariance matrix” hesaplayıp sonra bu matriksi “eigenvalue decomposition” işlemine tabi tutuyoruz). Bu sayede iller arası farkları açıklayan en önemli bağımsız faktörleri bulabiliriz.

İller arasında siyasi parti tercihleri ve sosyo ekonomik endikatörler bazındaki farklılaşmanın çok büyük bir kısmı tek bir faktöre indirgenebilir. Gelir, servet, eğitim, göç, kentleşme ve çeşitli toplumsal değişim istatistikleri birbirleriyle neredeyse bire bir örtüşüyorlar. Bu istatistiklerin ortak paydasına sosyal bilimler literatürü ve Dünya Bankası çalışmalarından esinlenerek kısaca “insani kalkınma endeksi” diyebiliriz. İnsani kalkınma endeksi ile Ak Parti oyları arasında çok güçlü bir negatif ilişki var.

Gülen cemaatinin eğitim kurumlarından mezun olan öğrenciler bir nesil içinde insani kalkınma endeksinde büyük bir sıçrama yaşıyor. Eğitim ve gelir düzeyinin siyasi tercihler üzerindeki etkisi seçim propagandası ve pazarlıklarla kısa vadede sınırlandırılabilir, ama uzun vadede mutlaka açığa çıkar. Küresel ekonomiye entegre olan ve sosyo ekonomik endikatörleri yükselen gruplar toplum dinamiklerinin doğal seyri ve karşı konamaz gücüyle Ak Parti’den uzaklaşıyor. Gülen cemaati mensuplarının da bu trende kapılması sürpriz değil.

Sonuç olarak, Ak Parti ve Gülen cemaati arasındaki sıkıntının iki nedeni var: iki ayrı dayanışma grubu arasındaki rekabet ve sosyo ekonomik faktörlerin siyasi tercihler üzerindeki etkisi.

Sunday 24 November 2013

Hangi partiye yakınsınız?

www.secimharitasi.com sitesinde "hangi partiye yakınsınız?" uygulaması devreye girdi. Anketi doldurun, görüşlerinizin hangi partiye yakın olduğunu hesaplayın. Yorumlayın, tartışın, paylaşın.

www.secimharitasi.com/hangi-partiye-yakinsiniz

Thursday 21 November 2013

Üç parmak

Bu aralar parmak işaretleri moda. Bu kervana ben de katılmak istiyorum.

Benim işaretim üç parmak:



Anlamı:  Özür – Tazminat – Yüce Divan

Türkiye’deki insan hakları ihlallerinde mağdurlar için özür ve tazminat, failler için de yüce divan istiyorum.

Dil, din, cinsiyet, ırk, ideoloji, yaş, yer ayrımı yapmadan, zaman sınırlaması koymadan, tüm Türk vatandaşlarının uğradığı tüm insan hakları ihlalleri için bunu talep ediyorum. Gezi Parkı'nda gazlananlar için, faili meçhuller için, gözaltında kaybolanlar için, işkence görenler için, bombalananlar için.

Başbakan Erdoğan’ın Mavi Marmara olayında İsrail’den talep ettiklerinden ve Mısır için kullandığı işaretten esinlendim. Başka ülkelerin bizim vatandaşlarımıza yaptığı eziyetin, hele başka ülkelerin kendi vatandaşlarına yaptığı eziyetin hesabını soracaksak kendi ülkemizde kendi kendimize yaptıklarımızın hesabını çok daha önce sormamız lazım.

Var mısınız?

Eğitimde dershaneleri tartışırken daha önemli konuları kaçırmayalım!

Türkiye son bir haftadır dershaneleri tartışıyor. Sosyal medya yıkılıyor. Siyasette de AKP / Erdoğan / Cemaat / Gülen içerikli renkli komplo teorileri paylaşılıyor.

İyi de, buraya odaklanırken daha önemli konuları gözden kaçırmıyor muyuz?

Bu yıl lise giriş sınavları değişti. Öğrenciler 6 dersten sınava giriyor: Türkçe, matematik, fen ve teknoloji - bunlar tamam. Diğer üç ders ise yabancı dil, "Din kültürü ve ahlak bilgisi" ile "inkılap tarihi ve Atatürkçülük".

Yabancı dilin lise giriş sınavına dahil edilmesi neye işaret ediyor meçhul, lise eğitimini genel olarak yabancı dilde vermeye mi yöneliyoruz? Ama daha önemlisi "Din kültürü ve ahlak bilgisi" ile "inkılap tarihi ve Atatürkçülük" derslerinin eklenmiş olması.

Dünya tarihi yok, Türkiye tarihi yok, coğrafya yok, mantık yok, felsefe yok, ekonomi yok, toplum bilimleri yok. Bunun izahı nedir? Çok basit: "Ne kadar dindar bir hükümet olduğumuzu vurgulamak için din dersini lise giriş sınavına koyalım. Dengeli görünmek adına bir de Atatürkçülük ekleyelim."

Giriş sınavları böyle tamamen sübjektif ve 21.yüzyıla insan yetiştirme ile ilgisi olmayan konularla dolarsa zaten dershanelere gerek kalmayacak, çünkü sınavlar ölçme kapasitelerini yitirecek.

Lise giriş sınavlarının odak noktası siyasi sembolizm mi olmalı yoksa en iyi öğrencileri seçmek için azami gayret mi gösterilmeli? Hükümetin tercihi belli: propaganda her zaman kaliteden, işlevsellikten, toplumsal faydadan önce gelmeli.

Artık bu kafayı değiştirme zamanı geldi. Rekabetin had safhada yaşandığı bir dünya ortamında kimsenin çocuklarımızın geleceğini riske atmaya hakkı yok.

Wednesday 20 November 2013

Demokrasiyi daha ucuza maledebilir miyiz?

Demokrasi güzel şey, ama seçimler pahalı. O kadar sandık, oy pusulası, bunların taşınması, sayılması. Meşakkatli bir iş. Milletvekili maaşlarını ve partilere her yıl yapılan yüz milyonlarca lira devlet yardımını saymıyorum.

Neden seçim yapıyoruz? Hepimiz adına kanun yapacak ve hükümeti belirleyecek 550 kişi vatana millete faydalı insanlar olsun diye.

Ancak maalesef milletvekillerimizin performansına baktığımızda bu harcamalara değmediği kanaati uyanıyor. Her gün onlarca milletvekili çocuklarımızın daha müreffeh bir ülkede yaşaması hedefiyle yakından uzaktan olmayan konularda fantastik beyanat veriyor. O gün beyanat vermeyenler de vakitlerini facebook ve twitter'da polemiğe girerek geçiriyor. Burada örnek vermeye gerek yok - herhangi bir gazetenin web sayfasına ya da sosyal medya sitesine on saniye bakmak kafi.

Antik çağlardaki filozoflar yönetim sistemlerini karşılaştırırken demokrasilerde yasama organının kurayla belirlenmesi gerektiğini yazmışlar. Seçimler serbest ve adil de olsa sonuç halkın temsilinden ziyade iyi ihtimalle bir popülarite yarışması, kötü ihtimalle bir nevi oligarşi olur diye düşünmüşler. Bu nedende de seçimle uğraşmaktansa kura çekmek daha mantıklı olur kanaatine varmışlar.

Demokrasimizin bugünlerde içinde bulunduğu içler acısı duruma bakınca eski filozoflara hak vermemek zor. Bu kadar para harcayacağımıza noter huzurunda kura çekelim, daha etkin ve verimli bir yasama organımız olur!




Monday 18 November 2013

Ortadoğu'da bir şeyler oluyor

Ortadoğu’da bir şeyler oluyor. Maalesef ülkemizde konuyu ciddiyetle ve etraflıca ele almak yerine sağa sola dört parmaklı Rabia işareti yapmakla yetiniyoruz, ama bölge çok ciddi değişikliklere gebe.

19 Ağustos günü Körfez ülkeleri ortak bir açıklama yaparak Batı ülkeleri darbe nedeniyle Mısır’a yardımı keserse açığı kendilerinin dolduracağını duyurdu. 18 Ekim günü Suudi Arabistan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin etkisizliğini ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını protesto etmek için yeni seçilmiş olduğu Güvenlik Konseyi üyeliğini devralmayacağını açıkladı. 8 Kasım günü BBC’de yayınlanan bir haberde Suudi Arabistan’ın Pakistan’ın nükleer programını yıllardır finanse ettiğinin ve “gerektiğinde” Pakistan’dan hızla nükleer başlık edinme hak ve imkanına sahip olduğunun resmi kanallarca teyit edildiği belirtildi. 17 Kasım Pazar günü ise Londra merkezli Sunday Times gazetesi Suudi Arabistan ve İsrail’in İran’a bir askeri müdahale konusunda işbirliği yapmakta olduğunu yazdı.

Bu haberler Ortadoğu’da çok temel bazı pozisyon ve strateji değişiklikleri yaşanmakta olduğunu çok net şekilde ortaya koyuyor. Bu değişimlerin sebep ve olası sonuçlarını anlayabilmek için öncelikle kurulan yeni ittifakları gözden geçirmek gerek. Ortadoğu’nun iç dinamikleri dört yeni ittifak ortaya çıkarmış durumda:
1. Suudi Arabistan, diğer Körfez ülkeleri ve Ürdün monarşileri, Mısır askeri yönetimi ve Pakistan asker-sivil yönetici elitini içeren “feodal” koalisyon
2. İran ile Irak Şii’leri, Lübnan’da Hizbullah ve Suriye’deki Esad rejimi gibi müttefikleri
3. Başta Müslüman kardeşler olmak üzere “feodal” rejimlere başkaldırmaya çalışan geniş tabanlı Sünni İslamcı hareketler
4. El Kaide ve müttefikleri (bu dünya değil öbür dünyaya odaklı gruplar)

Bu yerel koalisyonların yanında ABD, İsrail ve Rusya oldukça aktif, Avrupa Birliği ve Çin de daha mütevazi seviyede pozisyon alıyor.

Bölgedeki değişiklikleri tetikleyen en önemli faktör ABD’nin bir yandan yurt dışı askeri maceralara gitgide daha fazla muhalefet eden kamuoyunun baskısı, bir yandan da enerji ithalatçısı bir ülkeden enerji ihracatçısı bir ülkeye dönüşmesinin jeopolitik çıkarlarında yarattığı değişiklik nedeniyle artık Ortadoğu’da eskisi kadar aktif olmayacağının sinyallerini vermesi. Dünyanın en önemli enerji üretim merkezi olan Ortadoğu’da ABD elbette her zaman “müdahil” olacaktır. Ancak yakında enerji ithal değil ihraç edecek olan ABD artık 1990-2012 arası dönemde olduğu gibi çok kapsamlı bir “düzenleyici” rol oynamak istemiyor.

ABD’nin bu yeni duruşu doğal olarak sırını on yıllardır ABD’ye vermiş olan “feodal” rejimlerde alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Bu koalisyon oldukça farklı rejimlerden oluşuyor: Suudi monarşisinden Mısır askeri diktatörlüğüne, Pakistan’ın demokrasi görüntülü aristokratik rejiminden Körfez şeyhliklerine çok farklı unsurları var. Ancak hepsinin ortak noktası bu ülkelerdeki inanılmaz boyuttaki gelir ve servet adaletsizliği ve vatabdaşın karar verme süreçlerine müdahil olma şansı olmamasına tabandan gelen büyük tepki. Hepsi er ya da geç çok büyük bir rejim değişikliği yapmak zorunda olduklarının farkında. Mevcut iktidarları tamamen tasfiyeden korumak için zaman kazanmaya çalışıyorlar. Yakın zamana kadar bu çizgide en büyük güvenceleri ABD’nin güçlü desteğiydi. Ancak ABD artık bölgede bu tür feodal rejimleri kendi vatandaşlarının haklı taleplerinden korumak için büyük bir efor sarf etmeye hazır değil. Bu durumda iş başa düşüyor.

Suudi Arabistan liderliğinde ciddi bir aksiyon planı hazırlanmış gibi görünüyor. Mısır’da kurulu düzeni tehdit etme ihtimali olan Müslüman Kardeşler askeri darbe ile tasfiye edilmeye çalışılıyor. Pakistan’da Halk Partisi’nin yetkinliği olmadığı anlaşılınca hızla Navaz Şerif etrafında muhafazakar bir koalisyon kuruldu ve Suudi Arabistan’dan güçlü bir destek aldı. ABD’nin koruyucu şemsiyesinin yerine Pakistan’ın nükleer silahlarının devreye alınması düşünülüyor. İran’a karşı en yüksek düzeyde ekonomik ve siyasi mücadele veriliyor – o kadar ki, ABD bu konuda yeterince istekli olmadığında yerine İsrail ile işbirliği olanakları araştırılıyor. Suriye’de Esad karşıtlarına Batı dünyasının vermediği desteği Suudi Arabistan ve Katar veriyor. Katar’ın kontrolündeki El Cezire ve birkaç benzeri, Batı kamuoyunda söz sahibi bir medya organları olarak hazırlanıyor. Pabuç pahalı olunca doğal olarak tüm kaynaklar seferber edildi.

Türkiye ise son birkaç yılda bu büyük değişim trendine uygun politikalar geliştirmek yerine hayali bir “neo-Osmanlıcılık” söylemi ortaya koydu. Hükümet, Suriye’de Esad rejiminin Suriye’deki Sünni olmayan unsurlar, Hizbullah, İran ve Rusya tarafından “can havliyle” bu düzeyde destekleneceğini öngöremedi. Suriye’nin düşürdüğü uçak ve Reyhanlı bombalama eylemine karşılık veremeyerek aslında söyleminin arkasında askeri güç ile durmaya cesaret edemediğini itiraf etmiş oldu. Mısır’da Müslüman Kardeşler’i desteklerken ne ABD, ne AB, ne de Suudi Arabistan’dan destek görmedi. Suriye muhalefetinde El Kaide unsurlarının ön plana çıkmasına zımnen destek verdiği için diğer tüm koalisyonların tepkisini çekti. Dış politikadaki bu geniş çaplı başarısızlığın sonunda Türkiye hiç bir kazanım elde etmemişken Ortadoğu ile büyük potansiyel vaad eden ticari ilişkilerini kaybetti ve güney sınırında tehlikeli ve uzun dönemli bir istikrarsızlıkla baş başa kaldı.

ABD’nin yeni bir askeri müdahale yapma ihtimalinin olmaması, Ortadoğu’daki bu geniş kapsamlı savaşın uzunca bir süre devam etme ihtimalini artırıyor. Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerin mücadeleden vaz geçmesi beklenmemeli – zira “feodal” ülkelerde sosyal adalet ve siyasi değişim talebi artık geri çevrilemeyecek seviyelerde. Ancak Suudi Arabistan başta olmak üzere tüm monarşik, askeri ve oligarşik rejimlerin karşılarındaki hayati tehdide karşı canla başla (ve büyük parasal kaynaklarla) mücadele edecekleri de şüphesiz. İran ise bu kargaşadan ekonomik yaptırımları hafifletmek ve nükleer programını korumak için faydalanmaya çalışıyor.

Türkiye’nin yakın geçmişteki yanlış politikalar nedeniyle içine düştüğü yalnızlık, bu kaos ortamında stratejik bir avantaj elde etmeyi zorlaştırdı. Marjinal ideolojik gruplar hariç, Türk vatandaşlarının ezici çoğunluğu savaşan güçlerden hiç birine bir fedakarlık yapmayı gerektirecek bir yakınlık hissetmiyor. Hükümet bölgedeki olaylara daha fazla müdahil olma iradesine ne bürokrasiden ne de tabandan destek bulamadı. Yeni bir politika olarak Ortadoğu’daki mücadeleden mümkün olduğu kadar uzak kalmak ve bir “istikrar adası” olarak bölgeden kaçan sermayeyi çekmek düşünülebilir. Ancak bu yönde ilerlenecekse hayali söylemlerden uzaklaşmak ve pozisyon kaybeden oyunculara destek vermekten bir an önce vazgeçmek gerekiyor.

Saturday 16 November 2013

Diyarbakır'da tiyatro

Başbakan Erdoğan Irak Kürdistan bölgesi başkanı Mesud Barzani ile birlikte Diyarbakır'a "çıkartma" yaptı. Magazin basını için iyi malzeme çıktı, ama siyaset açısından aynı şeyi söylemek zor.

Olay hükümetin artık alıştığımız "çok laf az iş" yaklaşımının güzel bir örneğiydi. Düne kadar Barzani'ye hakaret eden ekip bugün onu el üstünde tutmaktan medet umuyor. Ülkemizin kökü eskiye dayanan iç meselelerinde iktidarın çözümü kendi vatandaşlarıyla diyalog kurmak yerine yabancı siyasetçilerle şov yapmakta araması gerçekten trajik.

Önemli siyasi konulara baktığımızda herhangi bir icraat göremiyoruz. Yüzde 10 barajının kaldırılması için bir çaba yok. Valilerin seçimle gelmesi yönünde bir düzenleme yok. KCK davasından herhangi bir şiddet olayına karışmamış yüzlerce kişi "siyasi suçlu" olarak hapiste. Yapılan müzakereler saydam değil, masada ne olduğu, kime ne sözler verildiği meçhul.

AKP "kanı durdurma" edebiyatı yapıyor, ama AKP iktidara geldğinde zaten kan durmak üzereydi. İstatistiklere baktığımızda 1984'ten bugüne kadar bölgede en az insanın hayatını kaybettiği dönemin 2000-2002 dönemi olduğunu görüyoruz. Yani AKP döneminde çatışmalar önce tekrar alevlendi, sonra yavaşlayarak 2002'deki noktaya döndü.

Realite buysa tarihi olan ne?

AKP artık üretimi tamamen bıraktı, bir satış ve pazarlama departmanı olarak faaliyet gösteriyor: her hafta aniden "tarihi bir olay" yaşanıyor, bunu kutlamak için büyük bir şov yapılıyor, sonra olay hiç bir etki bırakmadan unutulup gidiyor. Renkler canlı, gürültü yüksek, ses ve görüntü efektleri bol, ama içerik yok.

Thursday 14 November 2013

Uluslararası siyasetin Real Madrid'i Barcelona'sı bizde mi?

Biz Türkiye'de kızlı erkekli aynı evde nasıl kalınır, vali Hüseyin Avni Coş gerçek mi karikatür kahramanı mı gibi lüzumsuz konuları tartışırken İsrail'de önemli bir olay oldu. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle Dışişleri Bakanlığından istifa etmiş olan Avigdor Lieberman görevine geri döndü. Geçmiş tecrübelere bakıldığında Türkiye-İsrail ilişkilerinde heyecanlı günler yaşanma ihtimali yüksek. 

Ne İsrail Başbakanı Netanyahu'nun, ne de Lieberman'ın politikalarını tasvip etmek mümkün değil. Filistin topraklarında acımasız bir Apartheid rejimi yürütürken sürekli mağdur edebiyatı yapıp zeytinyağı gibi üste çıkabilmeleri tüm dünya için bir utanç kaynağı. Ancak şöyle bir gerçek var: hükümetimiz bu çılgın ikili ile Fenerbahçe / Galatasaray rekabeti kıvamında amansız bir atışmaya girmeyi seçti - Erdoğan / Davutoğlu ikilisi Netanyahu / Lieberman ikilisine karşı.

Burada Türk vatandaşı, seçmeni ve vergi mükellefi açısından şöyle bir sorun var. İnsan hakları sicilleri utanç verici olabilir, ama Netanyahu / Lieberman ikilisi uluslararası siyasetin Real Madrid veya Barcelona'sı sayılır. Reelpolitikten ikili ilişkilere, teknik altyapıdan propagandaya çok ciddi ve profesyonel bir rakiple karşı karşıyayız. Bizim takım ise son bir yıllık performansına baktığımızda bir Fenerbahçe / Galatasaray değil 2.ligin son sıralarındaki Dardanelspor / İstanbul Güngörenspor ayarında.

Sormak lazım: Real Madrid / Barcelona karşısına en azından Fenerbahçe / Galatasaray koyamayacaksak bu maça neden çıkıyoruz? Kadınların durumundan ekonomiye, demokratikleşmeden çarpık kentleşmeye bin tane iç meselemiz varken Türkiye'nin önceliği İsrail ile kişisel bir didişme mi olmalı? Ortadoğu kavgalarına karışmalı mıyız? Bence cevap hayır.

Büyük ihtimalle çok yakında göreceğimiz ilk Netanyahu / Lieberman - Erdoğan / Davutoğlu karşılaşmasında bunları hatırlayalım.


Wednesday 13 November 2013

İktidar nezdinde makbul adam olmak

Ülkemizin çok değerli iktisatçılarından Atilla Karaosmanoğlu’nu kaybettik. Başımız sağ olsun, Allah rahmet eylesin. Türkiye’ye ve dünyaya yaptığı hizmetleri şükranla anıyoruz.

Merhumun cenazesinde gördüğüm tablo beni Türk siyaseti hakkında biraz düşünmeye sevk etti. Türkiye’nin son elli yılda İspanya ve Güney Kore gibi ülkelere göre neden geri kaldığını hep tartışırız. Bugünkü tecrübe bu konuda bir tespit yapmama vesile oldu.

Cenazede Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinden kimse yoktu. Adana valisi Hüseyin Avni Coş’a sahip çıkanlar Atilla Karaosmanoğlu’na sahip çıkmamıştı.

Merhumun cenazesindeki tablo aslında yaşamı boyunca karşılaştığı Türkiye gerçeği ile uyumluydu. Türkiye’nin 20.yüzyılda yetiştirdiği en yetkin kalkınma uzmanlarından olan Karaosmanoğlu’na hiç bir demokratik iktidar ekonomide karar verici bir pozisyona getirmemiştir.

Bu neden olabilir? Sanırım temel neden Türk devlet yönetiminin hala ulus devlet değil padişahlık zihniyetiyle yönetilmesi. Karaosmanoğlu hiç bir siyasi lidere biat etmediği ve devlet adamı sorumluluğu içinde ülke için doğru olanı yapmaya çalıştığı için ne yaşamında ne de vefatında hükümetler nezdinde makbul bir kişi olamamıştır. Siyasi erk yetkinliğe lidere sadakatten fazla önem vermediği, seçmen de siyasi erki bu yönde zorlamadığı müddetçe Türkiye dünyanın lider ülkeleri arasında giremez.

Karaosmanoğlu’nun kendisini göreve çağıran Nihat Erim hükümetinde aldığı tavır da bugünkü siyasetçilere ders verecek niteliktedir. “Beyin takımı” adıyla kurulan ve büyük reformlar yapacağını iddia eden bu hükümetin reformu bir yana bırakalım, ülkeye büyük zarar verdiğini görünce Karaosmanoğlu 1971 yılı sonunda başbakan yardımcılığından istifa etmiştir. Hükümetin ortak sorumluluğu ilkesinden hareketle, “başkalarının yaptıkları hatalar beni bağlamaz” demeyip yanlış yolda giden bir hükümete karşı gerekli tavrı koymuştur. Bugün insan hakları ihlalleri konusunda sessiz kalanların ders alması gereken bir örnektir.

Merhum Atilla üstat kalkınma iktisatçısıydı – bu nedenle Türkiye’de yaygın siyasi zihniyetin kalkınma üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgili bir tespitin kendisini anmak için en uygun konu olduğunu düşündüm. Allah rahmet eylesin.

Sunday 10 November 2013

Atatürk

Atatürk’ü ölümünün 75.yılında sevgi, saygı ve özlemle andık. Bugün çeşitli sosyal medya organlarında karamsar mesajlar verenler oldu - bense aksine bu yıl geçtiğimiz yıllara oranla geleceğe çok daha iyimser bakabileceğimizi düşünüyorum.

Haziran 2013’te Türkiye’de ilk defa tabandan gelen büyük bir demokrasi ve bireysel hak ve özgürlük talebi açığa çıktı. Türk gençliği Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde bahsettiği doğrultuda siyasette tavır koymaya başladı. Bir zamanlar “ideal” olmaktan öteye geçmeyen demokrasi, hak ve özgürlük talebi ete kemiğe büründü. Bundan dolayı gurur duyabiliriz.


Ama bu yol burada bitmiyor, sadece başlıyor. Hak ve özgürlüklerin yerleşmiş olduğu, güçlü ve müreffeh bir ülkeye sahip olmak için az sayıda insanın “birşeyler yapmasını” istemek yerine herkesin kendi mahallesinde, kendi meslek grubunda ve kendi sosyal çevresinde aktif siyaset yapması şart. Ülkenin geleceğiyle ilgili tavır almazsanız, o geleceği tavır alanlar çizer. Bunun için herkesin siyasi olarak mobilize olması şart.  


Thursday 7 November 2013

Kültür savaşlarında zafer kimin olacak?

Başbakan'ın son açıklamalarıyla "kültür savaşları" kavramı Türkiye'de de gündeme gelmiş oldu. Hayırlı olsun!  Avrupa ve ABD'deki 1968 olayları ile dünya siyaset sahnesine giren bu kavram pek çok ülkede zaman zaman gündemin üst sıralarına çıkar.

Hak ve hürriyetler ne kadar köklü, sistem ne kadar sağlıklı olursa olsun, neredeyse tüm demokratik ülkelerde gençlerin yaşamı veya kadın-erkek ilişkileri söz konusu olduğunda toplumun "ortalama" değerlerini herkese zorla empoze etmeyi savunan siyasetçiler vardır.  Buna şaşırmamak gerekir.

Elimizde bu konuda 45 yıllık bir veri olduğu için, siyasetçilerin dünyanın dört bir yanında yaptığı bu tür işgüzarlıkların sonuçları üzerinde net bir fikir sahibi olabiliyoruz.  Sonuç insan haysiyeti ve özgürlüklerden yana olanlar için sevindirici: uzun vadede tüm demokratik ülkelerde özel hayata müdahale etmeye kalkışan işgüzarlıklar ters tepiyor.  Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika bir yana, bir zamanlar geleneksel değerlerin kalesi kabul edilen İspanya, İtalya, Japonya ve Kore'de bile kültür savaşları özgürlükçü kesimin kesin zaferiyle sonuçlandı.

Velhasıl, Çetin Altan'ın meşhur deyimiyle "enseyi karartmayın" !  Türkiye'de de milli gelir artmaya, demokrasi yerleşmeye, eğitim seviyesi yükselmeye devam ettikçe işgüzar siyasetçilerin çabaları boşa gitmeye mahkumdur.


 

Kadınlar ve refah

Dünyadaki yüzlerce ülkenin son 500 yıllık performansına baktığımızda, kadınların toplumdaki yeri ve özgürlükleri ile ülkenin uzun vadeli kalkınma hızı ve refah düzeyi arasında çok yakın bir ilişki olduğunu kesin bir şekilde görüyoruz.  Bunu kaale almayan ülkeler çok büyük bir bedel öder.  

Tuesday 5 November 2013

Yerel seçimler ve üniversite öğrencileri

Yerel seçimlerle ilgili ilginç bir veriyi paylaşmak istiyorum.

Türkiye’de son on yılda üniversite öğrencisi sayısı önemli oranda arttı.  Üniversite öğrencileri prensip olarak resmi ikametgahlarını ailelerinin yanında öğrenci olarak yaşadıkları şehre nakletme şansına sahip.  Şu anda çoğu bunu yapmıyor.

TÜİK’den aldığım 2009 seçim sonuçları ile YÖK’ten aldığım illere göre üniversite öğrencisi sayılarına kısaca göz attım.  Pek çok ilde üniversite öğrencisi sayısı belediye seçimlerinde oy kullanan seçmen sayısının önemli bir yüzdesi haline gelmiş durumda.  Büyükşehirlerde seçim il genelinde yapılacağı için yüksek oranlara varmak zor, ama pek çok orta boy il merkezinde dikkate değer bir durum var.  Üniversite öğrencisi sayısının merkez ilçe belediye seçimlerinde kullanılan oy sayısının yüzde 20’sinden fazla olduğu illerin listesini aşağıda sunuyorum:

İl / Merkez belediyesi için 2009’da kullanılan oy / 2012 Üniversite öğrencisi sayısı / Yüzde

Afyon 93.966 31.771 33,8%
Ardahan 7.649 2.505 32,7%
Artvin 13.164 4.275 32,5%
Bayburt 15.549 4.385 28,2%
Bilecik 23.185 9.261 39,9%
Bitlis 18.432 4.276 23,2%
Bolu 69.358 19.646 28,3%
Burdur 42.189 15.985 37,9%
Çanakkale 54.277 29.444 54,2%
Edirne 80.595 29.572 36,7%
Erzincan 44.432 12.865 29,0%
Giresun 50.850 25.000 49,2%
Gümüşhane   13.856 7.668 55,3%
Isparta 104.978 44.904 42,8%
Karabük 62.756 14.647 23,3%
Kars 35.842 11.453 32,0%
Kırklareli 36.739 12.694 34,6%
Kırşehir 56.944 14.994 26,3%
Kütahya 121.347 39.129 32,2%
Niğde 54.924 15.109 27,5%
Rize         47.792 11.459 24,0%
Sivas 153.803 38.499 25,0%
Tokat 67.421 19.915 29,5%
Tunceli 13.595 3.570 26,3%
Yozgat 39.136 8.456 21,6%
Zonguldak 60.394 18.409 30,5%

Bu illerde öğrenciler organize bir şekilde hareket edebilirlerse seçim sonuçları üzerinde önemli etkileri olabilir.  Konunun hem siyasetçiler, hem de de öğrenci dernek ve grupları açısından incelemeye değer olduğunu düşünüyorum.  İlgilenenlere duyurulur!

Sunday 3 November 2013

Yeter! Söz Milletindir.


Son günlerde demokrasi üzerine çok fazla boş laf ediliyor. Onun için seçilmiş siyasetçilerimize bir hatırlatma yapma ihtiyacı hissettim.

Demokrasi maceramızın başladığı 1950 yılında vatandaşın onayladığı ilke yukarıdaki afiştekiydi: "Yeter, söz milletindir!"

Maalesef sadece darbe ile gelenler değil seçimle gelenler de 63 yıldır bu ilkeye saygı göstermiyor. "Söz milletin seçtiklerinindir" demedik - "söz milletindir" dedik.  Yani seçimle gelen padişahlık değil bireysel hak ve özgürlükler temelli bir demokrasi istiyoruz.

Söz nasıl milletin olur?  İlk aklıma gelenler şöyle:

  1. İnsan hakları ihlallerine uğrayan vatandaşlara özür ve tazminat
  2. Milletvekili seçimlerinde uygulanan %10 barajının tamamen kaldırılması
  3. Milletvekili adaylığı için merkez yoklamasının kaldırılması, tüm seçmenlere açık önseçim uygulaması getirilmesi
  4. İllerin çıkardığı milletvekili sayısının nufusa göre adil şekilde belirlenmesi (nufusa göre dağılımdan önce her ile bir milletvekilliği verme uygulamasının kaldırılması)
  5. İl genel meclisi ve belediye meclisi seçimlerinde uygulanan çıkarmalı sistemin kaldırılması, bu meclislerin üyelerinin nisbi temsil ya da iki turlu dar bölge sistemi ile belirlenmesi
  6. Valilerin seçimle belirlenmesi, seçimlerde iki turlu sistem uygulanması
  7. Belediye başkanı seçimlerinde iki turlu sisteme geçilmesi
  8. Cumhurbaşkanı seçimlerinde aday olmak için 20 milletvekilinin imzasını alma zorunluluğunun kaldırılması, yerine seçmen sayısının binde biri gibi makul bir imza yükümlülüğü getirilmesi
  9. Milletvekilleri, bakanlar, valiler, belediye başkanları ve üst düzey bürokratlar ile yakınlarının gelir ve servet bilgilerinin kamuya açıklanması
  10. Partilere yapılan yardımın son genel seçimlerdeki oy oranına göre değil vatandaşların vergi beyannamelerinde yapacakları tercihler üzerinden dağıtılması
  11. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tüm unsurları ile fiilen uygulanması, özellikle de adil yargılanma ve ifade özgürlüğü konularında evrensel standartları teminat altına alacak yasal düzenlemeler yapılması
  12. Anayasa Mahkemesi’nden ayrı, gerekli yetki ve kaynaklar verilmiş bir Türkiye İnsan Hakları Mahkemesi kurulması
Artık samimi olalım.  "Söz milletindir" diyenler gerekeni yapsın.  Yapmayanlar da demokrasiden bahsetmesin.




Katılımcı ve özgürlükçü demokrasi için çok önemli bir kavram: Açık önseçim

Partilerin ulusal ya da yerel seçimli pozisyonlar için göstereceği adayların parti üst yönetimi, parti teşkilatı ya da parti üyeleri yerine doğrudan seçmenler tarafından belirlendiği sistemlere “açık önseçim” denir.  Açık önseçim 1960’lı yıllarda ABD’de uygulanmaya başlayan, son 10 yılda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşan bir sistemdir.

ABD’de şu anda 50 eyaletin tamamında her iki parti bu sistemi uygulamaktadır.  Seçmen kayıtları eyalet bazında o eyaletin seçim kurulu tarafından tutulur.  Seçmenler kütüğe kaydolurken parti tercihi de belirtir.  Önseçim partiler tarafından değil eyalet seçim kurulu tarafından düzenlenir.  “Tam açık” ve “yarı açık” olarak iki ayrı sistem söz konusudur.  Yarı açık önseçimde, seçmenler sadece kütüğe kaydolurken belirttikleri partinin önseçiminde oy kullanabilir.  Tam açık önseçimde ise seçmenler kütükteki kayıtları nasıl olusa olsun istedikleri tek bir partinin önseçiminde oy kullanabilir.  

Her iki partinin başkanlık seçimlerinde çok rekabetçi birer önseçim yaşadığı 2008 yılında 220 milyon seçmen içinden 35 milyonu Demokrat Parti, 20 milyonu da Cumhuriyetçi Parti önseçiminde oy kullanmıştır.

Açık önseçim 2000’li yıllarda Avrupa’daki partiler tarafından da benimsenmeye başlamıştır.  Şu ana kadar Avrupa’daki en büyük açık önseçim 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Fransa Sosyalist Partisi tarafından yapılmıştır.  Fransa Sosyalist Partisi üyelerinin doğrudan oy kullanabildiği bu önseçimde Sosyalist Parti üyesi olmayan seçmenler de partiye en az 1 Euro bağış yapmak ve “Fransa solunun temel ilkeleri” başlıklı bir cümlelik bir metni imzalamak şartıyla oy kullanabilmiştir.  Francois Hollande, birinci turda 2.7 milyon, ikinci turda ise 2.9 milyon seçmenin oy kullandığı bir süreçle Sosyalist Parti Cumhurbaşkanı adayı olarak seçilmiştir.

Açık önseçim son yıllarda İtalya ve Yunanistan’daki sol partiler tarafından da benimsenmiştir.  Yeşiller Partisi sistemi Avrupa çapında uygulama kararı almıştır.  Britanya Muhafazakar Partisi de açık önseçim uygulamasını tartışmaktadır.  Dünyanın diğer bölgelerinden de Şili ve Güney Kore örnekleri verilebilir.

Türkiye’deki mevcut siyasi partiler kanunu açık önseçimi zorlaştırmaktadır.  Ancak bu zorlukların Fransa Sosyalist Partisi’nin kullandığına benzer bir süreçle aşılabileceğini düşünüyoruz.  Açık önseçim yapmak isteyen siyasi parti, adaylarını resmen merkez yoklaması ile belirleyip, merkez yoklaması sonucunda YSK’ya bildireceği adayları kendi düzenleyeceği  bir açık önseçim ile belirleyebilir. 

Açık önseçim dünyada genelde fiziki (sandık başında) olarak uygulanmaktadır.  Ancak Güney Kore’deki merkez sol parti son Curhurbaşkanlığı seçiminde tamamen elektronik/mobil bir sistemi başarıyla denemiştir.  Türkiye’de açık önseçimi elekronik/mobil olarak gerçekleştirebilecek altyapı mevcuttur.  Ancak ilk denemede güvenilirliği artırmak açısından fiziki (sandık ve parmak boyamalı) bir süreç tercih edilebilir.



Rousseau ve AKP

Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan "biz Rousseau'dan çıkmadık" demiş.  Rousseau'yu okumadığı için konuya hakim olmadığı anlaşılıyor.  AKP'nin fikri atası bire bir Rousseau'dan başkası değildir.

Bugün AKP'nin temsil ettiği "vatandaşların yüzde 51'inin tercihi milli irade sayılır" şeklindeki ilkel ve yetersiz demokrasi görüşünü dünyada popüler hale getiren Rousseau'dur.  Demokrasinin çoğunlukçuluktan ibaret olarak yorumlanmasının hayırlı bir şey olmadığı Fransız devrimi sonrasındaki "terör" döneminin acı tecrübeleri ile öğrenildiği için daha sonraları bireysel hak ve özgürlükleri ön plana alan, daha başarılı demokrasi yorumları ortaya çıkmıştır.  Çoğunlukçuluğun çıkmaz bir sokak olduğu ortaya çıkınca, hak ve özgürlüklere dayalı bu demokrasi yorumları 20.yüzyılda Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne esin kaynağı olmuştur.

İslam dünyasının siyaset felsefesi geleneğinde ise çoğunluğun iradesine kesinlikle güvenilmez. Kamusal alandaki kararları eğitimli çoğunluğun vermesi gerektiği görüşü hakim olmuştur.

İşte bu tarihi gerçeklerden dolayı, AKP'nin savunduğu ilkelerin kaynağı Rousseau iken, Başbakan'ın çok eleştirdiği "elitist" CHP zihniyeti İslam dünyasının siyaset felsefesi geleneğine çok daha yakındır.



Thursday 31 October 2013

Asrın Projesi!

AKP çevrelerinde Marmaray ile ilgili olarak bir "asrın projesi" geyiğidir gidiyor.  Seçimlerin yaklaşıyor olmasından dolayı olacak, projenin önemi ile o kadar orantısız bir reklam kampanyası yapıldı ki artık dayanamadım.

New York'un merkezi Manhattan bir adadır.  Üç tarafı bizim Istanbul Boğazı'na benzer su kütleleriyle çevrilidir - kuzeyde Manhattan ve Bronx arasında Harlem nehri, batıda Manhattan ve New Jersey arasında Hudson nehri ve doğuda Manhattan ve Brooklyn ile Queens arasında East River.  Wikipedia'dan baktım: bu üç su kütlesinin altından geçen bizim Marmaray tipi tam 21 adet tünel var: http://en.wikipedia.org/wiki/Bridges_and_tunnels_in_New_York_City

Bunlardan 3 tanesi otomobil, 18 tanesi demiryolu geçidi.  Esas dikkat çeken nokta bu tünellerin yapılış tarihleri: 6 tanesi Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılından önce, 12 tanesi 1914 ile 1945 arasında, 3 tanesi de 1945 ile 1990 arasında yapılmış.

Marmaray'ın yapılmış olmasından memnunum, doğru bir proje olduğunu da düşünüyorum.  Ancak büyük bir gurur duymak için sebep göremiyorum - dünyanın önde gelen ülkelerin yüz yıl önce yaptıkları, bugün her parayı veren ülkenin rahatlıkla yapabileceği projeleri yapalım ama abartmayalım.

Lütfen bu "asrın projesi" tarzındaki gülünç ifadeleri bir kenara bırakalım.  Boğazın altından demiryolu geçirmeye asrın projesi denecek ise bu asır 21.asır değil 20.asır, hatta 19.asırdır.  Hala eski asırların projeleri ile gurur duymak yerine gurur duyacağımız güncel başarılar yakalayalım.  Bugün dünya basınında yer bulan bilim ve teknoloji haberlerinden birkaç örnek: uzayda tespit edilen dünya benzeri gezegenler, yüksek enerji fiziğinde yapılan yeni deneyler, AIDS tedavisinde yeni ufuklar, memeli hayvanlarda suni ana rahmi denemeleri.  Türkiye'deki ana gündem maddesi ise Meclis'e türbanla girilmesi.  Hal bu iken gurur duyacak bir durumda mıyız, yoksa endişe edecek bir durumda mı, takdiri sizlere bırakıyorum!
 

Thursday 19 September 2013

Türkiye'nin temel bir ihtiyacı olarak çoğulculuk

Kanaatimce Türkiye’nin üç temel sorunu var: tekelcilik, tek adamcılık ve tek doğru yol saplantısı.
 
Tekelcilikle başlayalım.  Türkiye’de pek çok sektörde çok az sayıda kurumun hakimiyeti vardır: siyasette 2-3 parti, medyada 2-3 grup, futbolda 3 takım, 3-4 banka, 3 telekom şirketi, inşaatta TOKİ. Buna Diyanet işleri başkanlığı, YÖK gibi kurumların başka ülkelerde rastlanmayan tekelci pozisyonunu ekleyebiliriz.

Tek adamcılık da toplumsal kurumların büyük çoğunluğunda gözlemlenebilir: neredeyse tüm siyasi partiler, tüm sivil toplum örgütleri, tüm tarikat ve cemaatler, tüm futbol kulüpleri güçlü bir liderin mutlak hakimiyeti altındadır.  Devlette başbakanlığı dengeleyecek ve denetleyecek bir unsur yoktur. Tamamen halka açık ve kontrol eden bir hissedarı olmayan şirket yok gibidir – neredeyse tüm yerli şirketler bir aile ya da devletin mutlak kontrolündedir.   

Tekelcilik ve tek adamcılığa ek olarak her konuda tek bir doğru yol olduğu inancı da yaygındır.  Siyasi, ekonomik ya da sosyal gücü eline geçiren her konuda karar vermeye eğilimlidir.  Farklı fikir, inanç ve yaklaşımların yan yana yaşamasına tolerans düşüktür.  Uzlaşma yerine çatışma ve gerginlik tercih edilir.  Değişik alternatifleri paralel olarak deneyerek doğruyu bulma alışkanlığı yerleşmemiştir.

Son bir asırda insanlığın geçirdiği tecrübeler çoğulculuğun toplumların bekası için her alanda ne kadar önemli olduğunu ıspat etmiştir.  Siyasetten felsefeye, sanayiden ticarete, eğitimden sağlığa her alanda değişik fikirlerin, süreçlerin, yaklaşımların sürekli paralel olarak denenmesi ve sonuçlarının karşılaştırılması pek çok ülkede başarının anahtarı olmuştur.  Çoğulculuk kavramının değişik alanlardaki yansımaları olan rekabetçi serbest piyasa ekonomisi, rekabetçi çok partili siyaset, din özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, yerinden yönetim kavramlarının her biri çoğulculuğun önemini ayrı ayrı ortaya koymuştur. 


Türkiye’nin de bir an önce toplumsal hayatın tüm alanlarında çoğulculuğu benimsemesi geleceğimizin teminat altına alınması için elzemdir.

Saturday 7 September 2013

Olimpiyat kararı ve ümitsiz Türk medyası

2020'yi alamadığımıza ben şahsen çok üzüldüm. İnşallah bir dahaki sefere alacağız - çünkü teknik hazırlığımız artık iyi.

Neden kaybettik? Bence en büyük faktör doping sicilimiz. Biz "sıfır tolerans" diye konuşuyoruz, ama pek çok sporda skandallar yaşadık bu sene. Hem doping, hem de şike. Japonlar ise "sıfır tolerans" değil gerçekten "sıfır doping" diyebildi. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

İkinci faktör hükümetin samimiyetsizliği: tanıtım filmine bakan hükümetin ülkenin dinamik gençliğine destek olduğunu zanneder, ama dünya basınını takip eden nasıl gazlandıklarını ve dayak yediklerini görüyor. İçi dışı bir olmayan, baskıcı ve zorba reflekslerini kontrol altına alamayan, sürekli gerçekleri inkar edip boş propaganda yapan bir hükümetin kredibilite sorunu var doğal olarak.

Son olarak da 2012 olimpiyatlarındaki başarısızlığımız - geleneksel olarak iddialı olduğumuz sporlarda bile pek varlık gösteremedik. Hal bu iken aslında şansımız çok yüksek değildi. Zaten bahis piyasasında Türkiye'ye bir gün önce 7:1 şans verilmesi bundan. İlk turda Madrid'i elememiz ciddi bir başarı sayılmalı.

Üzgünüz ama vazgeçmiyoruz. 2024 ya da 2028 bizim.

2020 Olimpiyatları

2020'yi alamadığımıza ben şahsen çok üzüldüm. İnşallah bir dahaki sefere alacağız - çünkü teknik hazırlığımız artık iyi.

Neden kaybettik? Bence en büyük faktör doping sicilimiz. Biz "sıfır tolerans" diye konuşuyoruz, ama pek çok sporda skandallar yaşadık bu sene. Hem doping, hem de şike. Japonlar ise "sıfır tolerans" değil gerçekten "sıfır doping" diyebildi. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

 İkinci faktör hükümetin samimiyetsizliği: tanıtım filmine bakan hükümetin ülkenin dinamik gençliğine destek olduğunu zanneder, ama dünya basınını takip eden nasıl gazlandıklarını ve dayak yediklerini görüyor. İçi dışı bir olmayan, baskıcı ve zorba reflekslerini kontrol altına alamayan, sürekli gerçekleri inkar edip boş propaganda yapan bir hükümetin kredibilite sorunu var doğal olarak.

 Son olarak da 2012 olimpiyatlarındaki başarısızlığımız - geleneksel olarak iddialı olduğumuz sporlarda bile pek varlık gösteremedik. Hal bu iken aslında şansımız çok yüksek değildi. Zaten bahis piyasasında Türkiye'ye bir gün önce 7:1 şans verilmesi bundan. İlk turda Madrid'i elememiz ciddi bir başarı sayılmalı. 

Üzgünüz ama vazgeçmiyoruz. 2024 ya da 2028 bizim.

Thursday 5 September 2013

Gezi Parkı olayları, mutluluk ve siyasete katılım

Hayatında ilk defa Taksim Gezi Parkı protestosu nedeniyle “sahaya inen” insanlar çok mutlu oldu. Neden? Aslında hiç şaşırtıcı değil, dünyanın her kültürünün önde gelen filozoflarının üç bin yıldır işaret ettiği bir gerçek bu. İnsanın doğasında çevresini değiştirme, olaylara katılma eğilimi vardır. İçinizden gelen bu katılma ve değiştirme eğilimini tatmin edecek bir şeyler yapmazsanız hayat boş gelir. Bunu yakın zamanlarda en güzel ifade eden yazar Hannah Arendt’tir – daha detaylı bilgi edinmek isteyenler onun eserlerini okuyabilir. Eskilerden Aristo, bizimkilerden Farabi, pek çok İngiliz filozofu da bu yönde yazıp çizmiştir, ama bakışları genelde bireysel değil makrodur. Bu fenomeni birey açısından en açık ve net olarak yorumlayan Arendt olduğu için ondan faydalancağım. Özetle, Arendt’in “dünyayı kaybetmek” diye tanımladığı bir olay var. Modern çağda insanlar çok büyük kurumlar ve çok büyük aletler yarattılar. Birey “küçüldü”, çevresini etkileyemez hale geldi, içe döndü. Eskiden var olan doğal hal siyasettir – yani ortak karar verme mekanizmalarına dahil olmak. Bugün içine sıkıştığımız alan ise sosyallik – yani diğer insanlarla toplum ve dünya üzerinde etkili olmayan bir şekilde “takılmak”. Sosyallik asla siyasetin yerini dolduramaz. Bu nedenle hem bireysel olarak mutluluğu tekrar yakalayabilmek, hem de daha güzel bir dünya yaratabilmek için Arendt’in deyimiyle “kaybettiğimiz” dünyayı tekrar bulmamız lazım. Bunun yolu siyasettir, yani ortak karar alma mekanizmalarına dahil olmak. Taksim Gezi Parkı olayının temelinde yatan budur. Teşhis edilen sorunun çözümü de bellidir. O halde artık protestodan siyasi aksiyona geçme zamanıdır.

www.secimharitasi.com

2014 yerel seçimlerine yönelik aday önerme, tartışma ve değerlendirme sitemiz www.secimharitasi.com hizmetinizde. Yurdun dört bir yanından yeni, ciddi ve yetkin adayları bilginize sunuyoruz. Siz de katılın ve uzaktan izlemektense siyasete yön vermeye başlayın.

Milli irade

Bir "milli iradeye saygı" lafıdır gidiyor. Üşenmeyin, google edin bakalım - yerleşmiş demokrasisi olan ülkelerde 1930'lardan beri bu lafı eden siyasetçi var mı? Yok. Neden yok? Çoğunluk iradesine "milli irade" adını koyanların gittiği yolun nereye vardığını biliyorlar da ondan. Demokrasi "milli iradeyi hakim kılma" rejimi değil vatandaşın içindeki farklı iradeleri huzur ve barış içinde yaşatabilme sanatıdır. Kıssadan hisse: bulunduğunuz ortamda siyasetçiler "milli irade" geyiği yapıyorsa oradan hızla kaçın. Birilerinin insan hakları ihlal edilmek üzeredir, muhtemelen de sizinki.