Wednesday 8 June 2016

Türkiye’de dini eğitim: imam-hatip okullarının dünü, bugünü ve yarını

T24 web sitesindeki bir habere göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Nisan günü imam-hatip okullarıyla ilgili yaptığı bir konuşmada “imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri, medrese geleneğinin birikimine henüz ulaşamadı” demiş.

Medrese geleneği derken klasik İslam döneminin medrese geleneğini kasdettiyse tespit doğrudur. Medreseler 9. ve 12. yüzyıllar arasında gerçekten de dünyanın en önde gelen entellektüel merkezleriydi. Tespit doğrudur, ama beklenti yanlıştır. İmam-hatip okulları klasik İslam döneminin medreselerine benzer entellektüel kurumlar değildir. Hiç bir zaman olmamışlardır ve hiç bir zaman da olamazlar – zira imam-hatip okullarının misyonu ve kültürünün klasik İslam dönemi medreseleriyle ilgisi yoktur.

İmam-hatip okulları nedir, ne değildir? Türkiye’de onyıllardır siyasi tartışmaların göbeğinde olan bu kurumların misyon ve kültürünü önyargısız bir şekilde anlamak Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkes için şart.

Bu konuyu kapsamlı olarak değerlendirebilmek için dört farklı açıdan bakmak gerek:
-        İşin “arz” tarafı, yani devletin imam-hatip okullarını neden kurduğu;
-        “Talep” tarafı, yani halkın imam-hatip okullarını neden istediği ve sahip çıktığı;
-        Bu okulların uzun dönemli performansı;
-        Klasik İslam dönemi medreseleri ile karşılaştırma.

Önce arz tarafını ele alalım. İmam-hatip okullarının hikayesini mensupları 1914 yılından başlayarak anlatıyorlar; hatırlanacağı üzere camiada 2014 yılında 100.yıl kutlamaları yapıldı. Aslında bugünkü ismi taşıyan okulların kurulması Cumhuriyet döneminde oldu, ama 1914 yılındaki projenin
imam-hatiplerin “atası” olduğu düşünülüyor.

1914 yılında Osmanlı devletinde medrese yok muydu? Neden din adamı yetiştiren yeni bir grup devlet okulu kurma ihtiyacı hissedildi? İşte olayın püf noktası burada.

İmam-hatip okulları dini değil siyasi bir projedir. Bu nedenle İmam-hatip okullarını anlamanın yolu İslam tarih veya felsefesi değil Türkiye’nin ulus-devlet inşa projesini anlamaktan geçer. 

18.yüzyılın ikinci yarısındaki ağır yenilgiler Osmanlı imparatorluğunu yok olmanın eşiğine getirmişti. Avrupa’da Fransız devrimi sonrası 25 yıl süren topyekün savaş büyük devletleri o kadar hırpaladı ki, kimsenin Osmanlı imparatorluğunun zaafından faydalanacak hali kalmadı. Osmanlı bu sayede bağımsız bir devlet olarak hayatına yüz yıl daha devam etme fırsatı yakaladı.

19.yüzyıl başında Istanbul’da iktidara sahip olanlar imparatorluğun eski sisteminin Avrupa’da gelişen vatandaşlığa, yani gönüllü aidiyete dayalı ulus-devlet modeline karşı rekabet avantajını kaybettiğine kanaat getirdiler. Çöküşü önlemek için eldeki imparatorluk kalıntısından bir ulus-devlet üretmeye karar verdiler. İşte Türkiye’nin son 200 yılının hikayesi budur. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan farkı vites artırması, değişim söyleminde daha iddialı olması ve göreceli olarak daha başarılı olmasıdır. Ancak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte “ulus-devlet inşasını bir an önce tamamlama” olarak özetlenebilecek temel hedef aynen korunmuştur.

Gayrımüslimleri de içeren bir model kurulamayınca II. Abdülhamit döneminde İslam temelli bir Osmanlıcılık denendi. İttihat ve Terakki, Milli Mücadele ve Atatürk dönemlerinde ise ulus-devlet inşa projesinde dinin yerini yavaş yavaş Türk milliyetçiliği aldı.

Türk milliyetçiliği benimsenirken dini motifler tamamen terk edilmedi, ulus-devlet inşasında dine daima önemli bir rol biçildi. 1914 yılında İttihat ve Terakki iktidarı tabanda var olan dini kurumların sevk ve idaresiyle yetinmeyerek devletin bürokraside yüz yıldır uyguladığı “kendi okullarında, kendi belirlediği ilkelerle, kendi adamlarını yetiştirme” modelini din adamı yetiştirme alanında daha kapsamlı olarak uygulamaya karar verdi ve imam-hatip okullarının ilk örneğini kurdu. Daha sonra tek parti döneminde medreseler kapatılarak din eğitimi tamamen devletin kontrolüne alındı. 

Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet döneminde devam eden ulus-devlet inşa mekanizmasının belkemiği eğitim politikasıdır. Yeni eğitim sistemi üç ayak üzerine kurulmuştur:
-        Birinci takım: Harbiye, Mülkiye, teknik okullar (tıp ve mühendislik gibi). Bu okulların mezunları Türkiye’yi yönetmek için yetiştirilecekti.
-        İkinci takım: Öğretmen okulları. Bu okulların mezunları devletin maddi imkanlarının elverdiği kadar insanı eğitecekti.
-        Üçüncü takımı: İmam-hatip okulları. Bu okulların mezunları da devletin eğitmeye kaynak bulamadığı kitleyi din ağırlıklı hitabet yoluyla kontrol altında tutmaya gayret edecekti.

Bir başka deyişle, birinci takım çözebildiği kadar sorunu bugün çözmekle görevliydi. İkinci takım bugün çözülemeyen soruları yarın çözecek nesilleri yetiştirecekti. Üçüncü takım da çözülemeyen problemlerden dolayı vatandaşın isyan etmesine mani olacaktı.

İşte bu model içinde imam-hatip okulları devletin toplumsal kontrol ve yapılandırma mekanizmasının önemli bir aracı olarak tasarlandı ve hayata geçirildi.

Arz tarafını yorumladıktan sonra talep tarafında geçelim.

İmam-hatip okullarının misyonu memur yetiştirmekti, ancak vatandaş onlara “iyi Müslüman yetiştirme” misyonuna sahip normal ortaokul ve liseler olarak baktı. Dini eğitime olan talep doğrultusunda yıllar içinde çok sayıda imam-hatip okulu açılınca bu okullar devlet adına toplumdaki dini faaliyetleri sevk ve idare edecek memurları yetiştirmeye yönelik birer meslek okulu olmaktan çıkıp normal lise müfredatını aynen uygulayan, ancak ilave din dersleri veren kurumlara dönüştüler. Ruşen Çakır’ın 2004 yılındaki kapsamlı araştırmasında ortaya koyduğu gibi, ağırlıklı olarak kırsal kesimden kente göç etmekte olan ailelerin erkek çocuklarıyla ile küçük kentlerde ailelerinin ilkokuldan sonra okula devam etmelerinde tereddütlü olduğu kız çocukları kapsayacak şekilde genişlediler.

Arz ile talep arasındaki bu uyumsuzluk, uygulamada imam-hatip okulları performans açısından sıkıntıya soktu. Artan hacim kalitede düşüşe yol açtı. İmam hatip okulları birkaç istisna dışında iyi öğrencilerin tercih ettiği okullar olamadı. Öte yandan çocukları için imam-hatip okullarını talep eden kitlenin beklentileri Anadolu liseleri ya da düz liselere göre daha mütevazı olduğundan devlet imam-hatip okullarının eğitim kalitesini hiç bir zaman önceliklendirmedi. Bu nedenlerle imam-hatip okullarında ortalama eğitim kalitesi hiç bir zaman yüksek olmadı.

İmam-hatiplerin eğitim kalitesi hakkında elimizdeki epey veri var: Türkiye’de Arapça tercüman bulmakta sıkıntı yaşanması, İslam tarih ve felsefesine hakim akademisyen eksikliği, imam-hatip mezunlarının üniversite sınavlarındaki zayıf performansı, İslam dünyasının dinamiklerinden haberdar olan kamu personeli azlığı ve bürokraside görev alan mezunlardan gelen hayret verici demeçleri aynı soruna işaret ediyor. Bu okullarda ciddi bir reformu acilen yapamazsak önümüzdeki neslin önemli bir kısmını işsizlik ve küresel rekabette başarısızlığa mahkum edeceğiz.

İmam-hatip okullarının tarihi misyonunu ve güncel durumunu irdeledikten sonra klasik İslam dönemi medreselerine bakalım. Medreseler toplumun üst düzey eğitim ve fikir kurumlarıydı. Gençliğin en iyi ihtimalle binde biri buralarda eğitim görüyordu. Bugünle bir karşılaştırma yapmak gerekirse 11.yüzyılın medrese mezununun muadili imam-hatip okulu mezunu değil Boğaziçi ya da ODTÜ gibi elit okullarda doktorasını tamamlamış bir akademisyendir.

Klasik İslam döneminin siyaset anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz: iktidara “kılıçla”, yani güç kullanarak gelinir. İktidara gelen bir şahıs veya gruba Allah’ın teveccühü var demektir. Ancak kılıç erbabının görevi savaşmak, vergi toplamak ve toplumda asayişi sağlamaktan ibarettir. Kılıç erbabı iktidarı ele geçirdi diye kanun yapamaz. Kanunları Allah yapar; Allah’ın yaptığı kanunları sadece akıllı insanlar yorumlayabilir. Akıllı olmak da yetmez, bu konuda kapsamlı bir eğitim almak gerekir. Bu eğitimi veren medreseler kurulur. Bu kurumlara seçilerek alınıp yetiştirilen gençlerin mezun olduktan sonra oluşturduğu toplumsal sınıfa Ulema denir. Devleti ve toplumu bu felsefe doğrultusunda Ulema yönetir. Ulema sadece din, hukuk ve siyaset değil, matematik, fen ve tıp alanlarındaki uzmanları da içerir.

İşte bu zihniyet ve yapıdan dolayıdır ki 11.yüzyıl İslam medreselerinin bugünkü mirasçısı imam-hatip okulları değil Türkiye ve dünyanın önde gelen üniversiteleridir. Ulema’nın muadili de imam-hatip mezunları değil önde gelen üniversitelerin profesörleridir. (Aslında bugünkü Batı dünyası üniversite geleneği gerçekten İslam medrese geleneğinin doğrudan mirasçısıdır – bu konuda George Makdisi’nin 1989 tarihli makalesini şiddetle öneririm: Journal of the American Oriental Society, cilt 109 sayı 2, 1989, s.175-182)

Klasik İslam döneminin entelektüel yaklaşımının en güzel örneğini Gazali’nin Tahafüt adlı meşhur eserinin önsözünde bulabiliriz. Ay tutulmasının nasıl meydana geldiğinin cevabını Kur’an-ı Kerim’de bulabilir miyiz sorusuna “hayır” cevabını verirken Gazali der ki: bir mesele gözlem yoluyla çözülebiliyorsa bu şekilde çözülür. Gözlem yoluyla çözülemeyip fikir yürütme (analiz, spekülasyon) yoluyla çözülebiliyorsa öyle yapılır. Ne gözlem, ne de fikir yürütme ile çözülemeyen meseleler inancın konusudur.

2016 Türkiye’sinde Gazali’nin bu yaklaşımının Boğaziçi ve ODTÜ’de mi, yoksa semtinizin imam-hatip lisesinde mi daha çok kabul gördüğü konusunu sizlerin takdirine bırakıyorum.

İmam-hatip okulları ve klasik İslam medreseleri hakkında elimizdeki verileri inceledikten sonra şaşırtıcı olan imam-hatip okullarının eski medreselerin yerini dolduramamış olması değil, kendilerine “İslamcı” diyen çevrelerin imam-hatip okullarının misyonunun eski medreselerin misyonundan bambaşka olduğundan habersiz olmalarıdır.

Sorunları teşhis etmekle yetmez, çözüm önerileri getirmek de şart. Bu çalışmadaki tespitlerimizden hareketle somut bazı politika önerileri sunabiliriz:
1.      Vatandaşların öteden beri güçlü bir din eğitimi talebi var. Üstelik bunu devletin vermesini tercih ediyorlar. Devlet bu görevi üstlenmeye devam etmek zorunda.
2.      Ortaokul olsun, lise olsun imam-hatip okullarında eğitim kalitesi düşük. İyi öğrencilerin bu okulları tercih etmediği aşikar. Çok vitesli bir sistemde çok sayıda çocuğu kalitesiz bir eğitime mahkum etmek yerine normal lise/imam-hatip/meslek lisesi ayrımını kaldırarak, en yetenekli %3-5 dışındaki tüm öğrencileri kendi mahallelerinde eğitecek yeni bir sistem tasarlanmalı. Bu senaryoda ortaokul ve liselerde günde 5-6 ders ortak olur. Kalan 2-3 ders saatinde isteyene din, isteyene mesleki eğitim, isteyene spor ya da sanat eğitimi verilebilir.
3.      Devlet din dersi aracılığıyla toplum mhendisliği yapma çabasından vazgeçmeli. Din dersi seçmeli ancak ciddi ve nitelikli olmalı.
4.      İslam alimi yetiştirecek elit bir imam-hatip okulu kurulmak isteniyorsa merkezi sınavalarda ilk %1’e girebilen öğrencileri cezbedecek bir okul tasarlanmalı. Bu okulun müfredatı hem fen lisesi müfredatını, hem de karşılaştırmalı din, hukuk, felsefe ve siyaset derslerini içermeli.
5.      Klasik İslam geleneğini takiben Ulema’ya, yani onların bugünkü mirasçıları olan üniversite profesörlerine gereken önem verilmeli, hak ettikleri saygı gösterilmeli.
6.      Din derslerinde çocuklara İslam klasikleri okutulmalı.

Türkiye’nin ihtiyacı, imam-hatip okullarını ideolojik bir savaş alanı olmaktan çıkartıp rasyonel olarak ele almak ve iyileştirmektir.


2 comments:

  1. Güzel, nesnel, ve yapıcı tespitler. İçi boş bir savunmaya, veya içi boş ve bilinmeden yapılan eleştirilere girmeden özenle hazırladığınız bu makalenizi beğendim. İyi çalışmalar.

    ReplyDelete
  2. Güzel çalışma. Şu da güzel
    üniversite taban puanları

    .

    ReplyDelete