Monday 24 April 2017

İçinde bulunduğumuz demokrasi krizine nasıl vardık?

Dünkü yazımda referandum hakkında bazı tespitler yapmıştım. Bugün de demokrasimizin içinde bulunduğu kriz haline nasıl geldiğini incelemeye çalışacağım.

7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Türkiye’de siyasetin karar verici noktalarında olanlar iyi bir sınav veremedi. 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016 ve 16 Nisan 2017’de Türk demokrasisi açısından hiç de parlak olmayan olaylar peş peşe yaşandı.  

Geleceğe bakarken öncelikle demokrasi tarihimiz hakkında samimi bir değerlendirme yapmakta fayda var. Türkiye 12 Eylül askeri rejiminden sonra demokrasiye dönemedi. Seçimler yapılageldi, hatta bunların çoğu büyük ölçüde serbest seçimdi. Ancak demokrasinin seçimler dışındaki unsurları hayata geçirilemedi.

Parti başkanları tarafından atanmış milletvekilleri, hazine yardımının sadece büyük partilere verilmesi, yüzde 10 barajı ve yerel seçimlerdeki “yüzde 10 çıkarmalı sistem” gibi pek çok anti-demokratik uygulama siyasette yeni yüzler, yeni insiyatifler ve adil rekabetin önünü tıkadı. Hak ve özgürlükler alanında ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki kırk yıllık kesintisiz ihlal rekortmenliğimizden anlaşılabileceği gibi, sicilimiz hiç parlak değil.

Demokrasi açısından bu kadar eksiğe rağmen siyasi sistemi iki denge mekanizması ayakta tuttu: esasen hiçbiri demokratik olmayan partiler arası rekabet ile demokrasiye aykırı bir ordu ve yargı vesayeti. TBMM’nin tabandan gelen demokratik taleplere tercüman olmadığı bir ortamda otuz yılı aşkın bir süre iktidarların gücü bu iki denge mekanizması ile sınırlandı. Ancak iktidarı denetleme ve gerektiğinde frenleme işlevini yerine getiremeyen Türkiye Büyük Millet Meclisi giderek kan kaybetti.

Meclis’imizin işlevi kaybetmesi bir tarihsel kazayla başladı. 1980 ihtilali sonrasında demokrasiye dönüş hazırlıkları yapılırken Nisan 1983’te yürürlüğe giren Siyasi Partiler Kanunu’nda önseçim yapıp yapmamak parti yönetimlerinin insiyatifine bırakıldı. Seçime girme hakkını zorlukla elde eden ANAP’ın önseçim yapacak durumu yoktu, ancak Kasım 1983 seçimlerini büyük farkla kazanınca önseçim yapmamış olmanın eksikliğini hissetmedi. ANAP’ın parti içi demokrasi eksikliği sorgulanmadı, zira askeri idarenin desteğiyle kurulan diğer iki parti demokrasiye ANAP’tan daha da uzaktı.

Bu tarihi kaza sonrasında 1984-2002 arasında hüküm süren 6 partili rejimde merkez yoklaması hakim oldu. 1980 öncesi kitle partilerinin devamı olan SHP ve DYP bazı yerlerde önseçim  yaparken ANAP, DSP, RP ve MHP hiç önseçim yapmadılar. Meclis atanmış milletvekilleri ile doldu. 1977’de seçilen 450 milletvekilinin 400’ü kendi ayakları üzerinde durabilen siyasetçiler iken bu oran 1990’larda yarının altına düştü. Bugün 550 milletvekili içinde kendi siyasi ağırlığı olan 50 milletvekili bile bulunabileceği şüpheli. Türkiye Büyük Millet Meclisi 35 yıllık bir süreçte kendi etkinliğini yavaş yavaş yok etti.

Yakın tarihimizi dikkatle incelemeden baktığımızda 2017 referandumu çok şaşırtıcı görünebilir. Anayasal sistemin merkezi olan, tarihi milli mücadeleye dayanan bir Meclis bu referandum kararını nasıl alabildi? Kendi yetkilerini başkasına gönüllü olarak nasıl devretmeyi nasıl düşünebildi? Devredebildi, çünkü fiiliyatta zaten işlevini kaybetmişti. 2017 yılında bu Anayasa değişikliğini kabul edip referanduma sunan milletvekilleri hukuki olarak seçilmiş, ama fiilen atanmıştılar. Zaten kullanmadıkları yetkilerini devrettiler. Halk da milletvekillerinin işlevsizliğine alıştığı için tepki vermedi. Normalde Meclis’te tek bir oy almaması gereken, halkın ezici çoğunluğunun karşı olması gereken bir tasarı hem Meclis’ten hem de referandumdan %51 ile geçti.

Son on yılda bir yandan AKP’nin diğer partilere ezici üstünlüğü, bir yandan da ordu ve yargının iktidarı frenleme gücünün ortadan kalkması siyasi iktidarın mutlak hakimiyetini getirdi. Siyasi sisteme tek bir parti, bu partiye de tek bir kişi hakim olunca demokrasimizin denge ve denetleme mekanizmaları tamamen devre dışı kaldı.

İnsanlığın binlerce yıllık siyaset tecrübesi gösteriyor ki, sınırlanmamış iktidar demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olsa bile ülke için hayati bir tehlikedir. Freni olmayan bir arabayla yola devam etmenin hayırlı bir netice vermesini beklememek gerekir.

Bugün Türkiye’nin meselesi demokrasiye dönüştür. Bu sorunu çözmeden 2019 seçimleri ya da başka siyasi olaylar üzerinde tartışmak zaman kaybıdır. Kanunlar üstü bir ordu veya yargı vesayetine dönmeyi kimse istemediğine göre iktidarı sınırlayarak bireylerin hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak çözümleri anayasa ve yasalarla, demokratik bir perspektiften oluşturmak zorundayız. Başta Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak üzere demokratik siyasetin kurumlarını nasıl tekrar işlevsel hale getirmek millet olarak birinci önceliğimiz olmalı.


No comments:

Post a Comment