Saturday 20 June 2020

Ekonomide Çözüm Ne?

“Ekonomide Sorun Ne” başlıklı yazımda Türkiye ekonomisinin 50 yılı aşkın bir süredir çözemediğimiz sorunlarına işaret etmiştim. Bu yazımda ise bu sorunları aşmak için kapsamlı çözüm önerilerinde bulunacağım.

2013’den bu yana giderek artan siyasi istikrarsızlık, 2018 ekonomik krizi ve 2020 Covid-19 krizi sonrasında ekonomide bir yol ayrımına geldik. Üç alternatifimiz var: sürünerek ilerlemek, sorunlarımızla onları daha iyi yöneterek yaşamayı öğrenmek, sorunlarımızı çözmek.

Birinci yolu zaten 2018 yazından bu yana deneyimliyoruz. Ekonomiyi ciddi oranda küçülterek dış dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Bu tercih yüksek işsizlik ve toplumun geniş kesimlerinde ciddi bir alım gücü kaybı yaratıyor. Ekonomiyi küçülterek dış dengeyi sağlama alternatifi geçmişte de her zaman vardı, ama Türkiye demokrasiye geçeli beri hiçbir hükümet bu yola girmeye cesaret edememişti. Bu yola girmemek için IMF’ye gidilirdi, çünkü ekonomiyi ciddi oranda küçültmenin uzun vadede toplumun dokusuna kalıcı bir hasar verebileceğinden endişe edilirdi. Bu sefer tarihte ilk defa endişeleri bir kenara bırakıp ekonomiyi küçültmeyi seçtik. Eski endişelerin yerinde olup olmadığını birkaç yıl içinde göreceğiz.

İkinci yol 2001 programının devamını getirmek olarak özetlenebilir. Ancak şu anda 2001 programının çok uzağında olduğumuz gibi 1980’in, hatta 1961’in kazanımlarının bir kısmını kaybetmiş durumdayız. 1961’deki kazanımımız ülkenin kaynak sorunlarına teknik çözümler üretme becerisi oluşturmaktı. 1980’deki kazanımlarımız serbest piyasa ekonomisine geçmek, ithalatı azaltmak yerine ihracatı artırmaya odaklanmak, ve Türk lirasının yapay olarak değerli tutulması uygulamasına son vermekti. 2001’deki kazanımlarımız ise serbest kur, denk bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu, sağlam bankalar ve bağımsız ve yetkin düzenleyici kurumlardı. Bu ikinci yoldan gitmek için, yani temel sorunumuzu çözmeden, ama krize sebep olmasına mani olarak yaşamak için, öncelikle eski kazanımlarımızın hepsini yerine koymamız, ardından da ekonomi politikaları alanında ülkemizde ve dünyada son 20 yılda edinilen tecrübeleri dikkate alarak 2001 programının daha gelişmiş bir versiyonunu hazırlamamız gerekiyor.

Üçüncü yol ise uzun süreli hızlı büyümeyi cari açık vermeden başarmak için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek. Üçüncü yola varabilmek için öncelikle ikinci yolun çoğunu yürümemiz lazım, zira istikrarsız bir ekonomide kalkınma politikası tasarlanamaz. Bir milli kalkınma seferberliğine ancak istikrar sağlandıktan sonra girişilebilir. Böyle bir seferberliğin insan kaynakları, sermaye birikimi, devlette yeniden yapılanma, piyasa tasarımı ve uluslararası ilişkilere yönelik planları olması gerekir. En az on yıl, belki bir nesil alacak; hem siyasi, hem ekonomik, hem de sosyal/kültürel maliyetleri olan bir süreçten bahsediyoruz - yüksek rekabet gücüne sahip bir ekonomi olabilmek için yapılması gereken fedakarlıklar, ödenmesi gereken bedeller var.

Önce ekonomik istikrar

Önce ekonomik istikrarı nasıl sağlayacağımızdan başlayalım: ciddi bir istikrar programı dış denge, kamu bütçesi, tasarruf sistemi, enflasyon ve işsizlik boyutlarını içermek zorundadır.

Dış dengenin sağlanması için birincil araç kur rejimidir. 2001’den sonra 15 yıl süreyle başarıyla uyguladığımız serbest kur rejimine dönmemiz gerekiyor. Devlet elbette ki bazı dönemlerde döviz alım satımı yaparak kura müdahale edebilir, ama döviz kurunu temel bir ekonomi politikası aracı olarak kullanmak sakıncalıdır.

Serbest kura dönebilmek için bizi serbest kurdan korkutan meseleleri çözmemiz gerekiyor. Kur artışının kamu ve özel sektör bilançoları üzerindeki etkisi haklı bir endişe kaynağı. Bu endişeleri gidermek için hem bazı ilkesel kararlar, hem de bazı teknik çözümler gerekiyor: Devlet döviz ile uzun vadeli taahhüt vermemeli, yurt içinde döviz borçlanmamalı. Özel sektörün ihracat ile ilgili işlemler dışında Türk bankalarından döviz borçlanmasına izin verilmemeli. Devlet ve özel sektörün yurt dışından TL borçlanabilmesi için TL’nin konvertibilitesi korunmalı. Türk bankalarının yurt dışına döviz plase edip karşılığında uzun vadeli TL kredi kullanmasına imkan veren swap kanalı tekrar açılmalı.

Bütçe dengesi her zaman olduğu gibi çok önemli. Bu konuda 2001’e göre çok daha rahatız – büyük bir faiz dışı fazlaya gerek yok, faiz dışı açığı ortadan kaldırmak yeterli. Fakat bunun için devletin son yıllarda artan kontrolsüz harcamalarını durdurmak gerekiyor. İdarede harcama disiplininin sağlanması, TBMM’nin denetim fonksiyonunun çalıştırılması ve denetimi yapacak bürokratik kurumlara fırsat verilmesi halinde bu hedefe hızla varılabilir. Bütçede disiplin sağlandıktan sonra önümüze bir fırsat penceresi açılacak. 2007-2008 krizinden tüm dünyada önemli tecrübeler kazanıldı - eğer dış denge problemi yaşanmıyorsa, talep azlığı çeken bir ekonomide kamunun hareket alanı çok yüksek. Şayet Türkiye dolarizasyonu azaltıp serbest kur ile yaşayabilir hale gelirse, bütçede disiplini de sağlarsa vatandaşlık maaşı gibi uygulamaları deneme fırsatı bile doğabilir.  

Tasarruf açığı her zaman olduğu gibi en büyük sorunlarımızdan biri. Bu konuda daha önce dikkate almadığımız bir gerçekle yüzleşmemiz lazım – tasarrufun getirisi arttıkça tasarruf zaten doğal olarak artar. Bu konuda Doğu Asya ülkelerinden alınacak önemli dersler var. Yatırım yapanlara destek olmak adına tasarruf edenlere yük bindirme yöntemi kısa vadede çalışır ama uzun vadede çalışmaz. Tasarruf edenlere yaptıkları fedakarlığın bedelinin ödenmesi şart. Eğer TL cinsiden tasarruflara dayalı bir sistem oluşturacaksak TL mevduata enflasyonun üzerinde bir getiri sağlamalıyız. Ayrıca Türkiye’deki hisse senedi piyasalarını da yatırımcıları, şirket kurucu ve yöneticilerine karşı koruyacak şekilde düzenlemeliyiz.

İçeride tasarruf oranını artırmanın yanında yurt dışı tasarruflardan azami oranda faydalanmamız gerekiyor. Özellikle bugünkü gibi bir küresel para bolluğunun Türkiye’de hem devlet, hem de özel sektör için ucuz finansman fırsatına dönüştürülmesi mümkün. Güvenilir bir ekonomi politikası ve yüksek yerli tasarruf olursa, dolar cinsinden dış kaynağın maliyeti de kendi kendine düşecektir.

Sağlam banka bilançolarının önemini 2001’de çok iyi öğrenmiştik. Özel sektörde bu alandaki disiplin hala devam ediyor – bu nedenle bankacılık sektörünün özel sektör kanadı için ufak tefek teknik düzenlemeler yeterli olacaktır. Ancak kamu bankalarının para politikası ve döviz piyasalarına müdahale aracı olarak kullanılmasına ivedi olarak son vermek gerekiyor. Devletin reel ekonomiyi kollama görevi çok önemli.  Ancak bankacılığı kar edilemez bir sektör haline getirmenin reel ekonomiye destek olacağı gibi bir yanılsamaya düşmemek lazım.

Bankacılık sektöründe en büyük yapısal sorun yurt içi döviz kredileri. Yurt içi döviz mevduatını serbest bırakmak, yurt içi döviz kredilerini serbest bırakmayı gerektirmez. Yurt içi döviz mevduatı, döviz talebinin hemen yurt dışına kaynak transferine dönüşmemesi için çok faydalı bir araç. Ancak ihracatla ilgili olmayan yurt içi döviz kredisi uzun vadede ekonomi üzerinde büyük bir risk oluşturuyor. Sistemdeki dolarizasyon bıçak gibi kesilemez, ancak yurt içi döviz kredilerini azaltmak için devlet destekli kapsamlı bir plan yapılabilir. Bankaların döviz mevduatı ile döviz kredileri arasında oluşacak farkın bir kısmı yabancı bankalarla swap, bir kısmı da merkez bankasıyla swap yoluyla kapatılabilir. Her iki kanalın tasarımında da bankalara uzun vadeli TL kaynak sağlanması hedefine öncelik verilmeli.   

Enflasyonla mücadele konusunda fanatik olmaya gerek yok, enflasyonu düşürmek her zaman öncelikli bir hedef olmayabilir. Ancak kamuoyuna açıklanan yüzde 5’lik enflasyon hedefini on yıl üst üste tutturamamanın güven veren bir tablo olmadığı da aşikar. Bütçe açığı ve dolarizasyon kontrol altına alınıp kısa vadeli TL reel faiz de sıfırın üzerinde tutulursa enflasyon zaten istisnai bir şok olmadıkça tek haneli rakamlarda kalacaktır. Tek haneli rakamlar süreklilik kazandıktan sonra, yüzde 3-5 aralığına indirmek için gayret gösterip göstermemek tartışılabilir.

İşsizlik öteden beri Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biri. İşsizliğin iki temel sebebi var: birincisi insan kaynağı kalitesi, ikincisi de iş kurma ve yürütme zorluğu. Bu cephede kısa vadeli bir çözüm maalesef yok. Bir yandan istihdamı yüksek maliyetli hale getiren politikaların düzeltilmesi, diğer yandan da eğitim, sağlık, çevre gibi emek yoğun sektörlerde iş gücünün yetkinliği artırılarak istihdam edilmesini sağlayacak kamu projelerine ihtiyaç var. Bütçede 2001 sonrası gibi bir rahatlama sağlanabilirse bunu öncelikle işsizlikle mücadelede kullanmak gerekiyor.

Kalkınma stratejisinin tasarlanması

Yukarıda saydığımız adımlarla ekonomide istikrarı sağladıktan sonra, kapsamlı bir kalkınma planı hazırlama aşamasına geçebiliriz. Hızlı kalkınmanın temeli katma değerli üretim ve verimlilik artışıdır. Bunun için sabit bir politika listesi yeterli olmayacaktır. Her alanda, her politikanın sürekli olarak hedeflere yönelik güncellenmesi şart.

Gerçekçi ve iddialı bir kalkınma programını dört temel ilke etrafında inşa edebiliriz:

1.      Ekonominin her alanında başarısızlığın değil, başarının ödüllendirilmesi;

2.      Devletin tüm toplumun menfaati için çalışması, fırsatların toplum geneline yayılması;

3.      Türkiye’nin Dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynayacağına karar verilmesi;

4.      Devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması.

Net ve anlaşılır temel ilkeler kilit öneme sahip. Temel ilkeler sayesinde hem her kademedeki kamu görevlisi ne yapacağını yukarıdan emir almadan kestirebilir, hem de çeşitli politika alternatifleri çatıştığında karar vermek için başvurulacak kriterler net olur.

Temel ilkeleri uygularken hayalci değil gerçekçi olmak şart. Her ülke gibi Türkiye’nin de bazı demografik ve kültürel kısıtları var; bunları “toplumun DNA’sı” da diyebiliriz. Bunları göz ardı ederek yapılan politikalar başarılı olamaz. Bu nedenle toplumun DNA’sını da ilkeleri tamamlayıcı bir unsur olarak her zaman dikkate almak gerekiyor.

Toplumsal DNA’mızın en önemli unsuru şu: Türkiye bazı batı toplumları gibi “her koyun kendi bacağından asılır” görüşünün hakim olduğu bir ülke değil. Toplumun büyük çoğunluğu devletin kendisine bir nevi ana/baba olmasını bekliyor. Ekonomide katma değeri artırmak ve verimliliğı sağlamak için rekabet şart, ama vatandaşlara minimum ekonomik güvenceyi de devletin sağlamasına ihtiyaç var. Bu nedenle Türkiye’de sosyal devletin geniş olması ve iyi çalışması, ancak maliyeti imkanlar dahilinde tutmak için etkin ve verimli hale getirilmesi gerekiyor.

Toplumsal DNA’mızın çok olumlu iki unsuru da var: hedef belli olunca birlikte yürüyebilen, kriz anlarında siyasi iradenin etrafında kenetlenen bir toplumuz. Aynı zamanda pratik ve esnek insanların çoğunlukta olduğu bir toplumuz. Doğal kaynakları zengin bir ülke değiliz, insan kaynağı kalitemizi de ciddi oranda artırmamız lazım, ama kollektif hareket edebilme kapasitemiz ve esnekliğimiz eksikliklerimizi telafi etmek için bize güç veriyor.

Kısıtlar ve toplumsal DNA hakkındaki notumuzu kayda geçirdikten sonra önerdiğimiz dört temel ilkeyi teker teker detaylandırabiliriz.

Birinci ilkemiz başarısızlık yerine başarıyı ödüllendirmek. Başarısızlığı ödüllendirmek maalesef Türkiye’de çok yaygın bir alışkanlık - ana/baba devlet anlayışının bir yan etkisi olması muhtemel. Bu sorunu aşmak için kamu politikalarında şirketler ve bireylerin yerini dikkatle tanımlamak gerekiyor. Sosyal devlet, şirketlere yönelik bir ilke değildir, olmamalıdır. Devlet çeşitli sebeplerle başarısız olan, sıkıntıya düşen vatandaşlarına her zaman destek olmalıdır. Ancak başarısız olan şirketleri ayakta tutmak değil, yok olmalarına fırsat verip yerine yenilerinin geçmesini sağlamak gerekir. Bu noktada en vurucu örneği ihracat alanından verebiliriz: ihracatı teşvik etmek elbette bir ihtiyaç. Ama ihracat desteğini bir şirketin karlı olarak satamadığı malını devletin hazineden para ödeyerek karsız olarak satmasına imkan sağlaması olarak uygulamamalıyız. Bunun yerine dünya çapında rekabet edebilenlere daha da hızlı büyümeleri için destek olmalı, rekabetçiliğe çok yaklaşanları çizginin ötesine itmeye çalışmalı, başarısız olduğu belli olanları da yoldan çekip yenilerin önünü açmalıyız.

İkinci ilkemiz devletin toplumun tümünün menfaati için çalışması, fırsatların genele yayılması. Bu ilke uzun vadede hangi ülkelerin hızlı gelişerek rakiplerini geride bıraktığının en temel belirleyicisi. Bunun sebepleri ve işleyiş mekaniği için önde gelen iktisatçımız Daron Acemoğlu’nun James Robinson ile birlikte yazdığı kitapları tavsiye ederim.

Türkiye’de devletin toplumun tümü için değil sadece küçük bir bölümü için çalıştığı örnekler maalesef çok fazla. Ama bu konuda en büyük tarihsel yanlış şehirleşme rantının paylaşım düzenlemesi oldu. Şehirleşme rantı tüm vatandaşların katkısıyla ortaya çıkan bir değer. Bu nedenle toplumun geneli tarafından adil bir şekilde bölüşülmesi gerekir. Ancak bu alanda Türkiye öteden beri kurallara uymayanları ödüllendirdi. Kaçak yapılaşma şehirleşme rantının kapanın elinde kalmasına yol açtı, halbuki adil dağıtılarak bireylere, ya da dağıtılmayarak kamuya büyük bir kaynak sağlanabilirdi.

Geçmişteki diğer önemli yanlışlar olarak tüm vatandaşları kapsayan bir eğitim seferberliği yapılmaması, kadınların işgücüne katılımının artırılması için hiçbir çaba gösterilmemesi ve kayda değer bir toprak reformu yapılmamış olması eklenebilir. Doğu Asya’da hızlı büyümeyi sağlamış ülkelerin ortak noktasının kapitalist veya komünist bir sistemi tercih etmelerinden bağımsız olarak eğitim seferberliği ve toprak reformu olması özellikle dikkate değer.

Üçüncü ilkemiz dünya ekonomisinde oynayacağımız rol konusunda net olmak. Doğu Asya ülkeleri gibi sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız? Hindistan gibi outsourcing ve hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu Avrupa ülkeleri gibi AB ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz? İngiltere gibi dünyanın dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail gibi az sayıda sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik merkezi mi olacağız? Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak kaliteli insan kaynağı için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız?

Doğu Asya ve Hindistan modelleri Türkiye için gerçekçi değil, zira düşük katma değerli işleri rekabetçi olarak yapabilecek insan kaynağına sahip değiliz. Ayrıca son yıllardaki siyasi ve teknolojik gelişmeler dünya genelindeki outsourcing trendinin büyük ihtimalle sona erdiğini gösteriyor. AB ile Doğu Avrupa kadar entegrasyon da gerçekçi değil. İngiltere modeli için devletimizin kafa yapısı, İsrail modeli için de mevcut insan kaynağımız müsait değil.

Türkiye’nin bütün bu alternatiflerin ötesinde istisnai bir rekabet avantajı var. Etrafımız çeşitli ideolojik veya kültürel saplantıları olan, vatandaşlarına hizmet etme odaklı olmayan ülkelerle dolu. Bu durum bir tehdit olarak da algılanabilir; ayağını yere sağlam basan bir Türkiye için büyük bir fırsata da dönüştürülebilir. Türkiye bölgesinde bir istikrar ve normallik adası olmayı kalkınma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak benimseyebilir. Bu strateji kaliteli insan kaynağını çekmek, sermayeyi cezbetmek, tedarik zincirlerinin merkezine yerleşmek, uluslararası şirketler ve kamu kurumlarının bölgesel merkezi olmak gibi unsurlardan oluşabilir. Bir finans merkezi olmak için kaynaklarımız ve kafa yapımız uygun olmayabilir, ancak bölgenin en yaşanacak ülkesi olmak için hiçbir eksiğimiz yok.

Son ilkemiz de devletin kalkınma odaklı, öngörülebilir ve güvenilir olması. Türkiye dış tehditlerden de, iç tehditlerden de fazla endişe etmeyecek kadar güçlü bir ülke. Bu nedenle güvenlik talebinin dozunu kaçırmamakta fayda var. Devlet yönetiminde jeopolitik ve ideolojik öncelikler ile vatandaşları hamur gibi yoğurmaya çabalarının Türkiye’nin maddi ve insani kalkınma hedeflerine ulaşmasını yavaşlattığını artık kabul etmemiz lazım.

Kalkınma odaklılık bir perspektif, zihniyet meselesi. Böyle bir değişim yarım yamalak yapılamaz - eski zihniyetimizi değiştirmeden bir takım teknik düzenlemelerle hızlı kalkınmak mümkün değil. Almanya’dan Güney Kore’ye, İtalya’dan Japonya’ya, Singapur’dan Şili’ye başarılı kalkınma hamlelerinin hepsinin temelinde bu zihniyet değişikliği yatıyor. “Ama Türkiye farklı, bölgemiz farklı” gibi bahanelere sığınmaya gerek yok. Bu zihniyet değişimini Kuzey Kore gibi çok tehlikeli bir komşusu olan Güney Kore başarmışsa biz de başarabiliriz.

Güvenlik yerine kalkınma odaklı olsaydık neyi farklı yapardık sorusuna bir dış politika, bir de iç politika örneği ile cevap verebiliriz. Dış politikada kalkınma odaklı olsaydık Suriye stratejimizin önceliği rejim değişikliği yerine ihracatımızı artırmak, kaliteli insan kaynağını ülkemize çekmek, Suriyeliler arasında Türkçeyi yaygınlaştırmak, tedarik zincirlerini uzatmak olurdu. Aslında son 10 yıldaki Suriye politikamız gelecekte ne yapmamamız gerektiğinin çok net bir şekilde gösterdi diyebiliriz. Yurt içinde ise en büyük zaafımız eğitim politikalarımızın nesillerdir kalkınma değil güvenlik odaklı olması. İnsan kaynağı açısından İspanya ve Güney Kore gibi benzer ülkelerin çok gerisinde kalmamızın temel nedeni bu. Eğer eğitim politikamız “makbul vatandaş” yetiştirmek yerine kendi ayakları üzerinde durabilen ve toplum için katma değer yaratabilen vatandaş yetiştirmek olsaydı bugün çok farklı bir yerde olabilirdik.

Devletin öngörülebilir ve güvenilir olmasına gelince – bu tercih doğal olarak devleti yönetenlerin hareket alanını daraltır. Ancak devleti yönetenler açısından bu fedakarlığın çok büyük bir getirisi vardır. Öngörülebilirlik ve güvenilirlik sayesinde uzun vadede vatandaşlar uzun vadede devletle kader birliği yapar, belirlenen politikalara göre pozisyon alırlar. Öngörülebilir ve güvenilir olmayan ülkelerde ise vatandaşlar enerjilerinin çok önemli bir bölümünü devletin attığı adımların etkisini bertaraf etmek için harcarlar, bu da ülke çapında çok büyük bir kaynak israfına neden olur.

Bu yazımda bir kalkınma seferberliğinin temel ilkelerinin neler olabileceğini irdeledim. Takip eden yazılarımda ekonominin çeşitli alanlarında bu temel ilkelere dayalı ve tutarlı politika önerileri sunmaya çalışacağım. Bu politikaları ana başlıklar halinde özetlemek gerekirse:

-        Örgün eğitim, yaygın eğitim, istihdam, göç ve sosyal güvenlik politikalarını içeren bir insan kaynakları seferberliği;

-        Bankacılık, emeklilik sistemi, sermaye piyasaları, bütçe ve vergi politikalarını içeren bir tasarruf sistemi reformu;

-        Piyasaların adil ve rekabetçi şekilde çalışması ve girişimcilerin kolay iş yapabilmesi için gerekli teknik düzenlemeler;

-        Yargıda ve idarenin bünyesindeki düzenleyici kurumlarda nitelikli ve konu bazında uzmanlık sahibi yüksek kadrolar yetiştirilerek devletin ekonominin işleyişine yabancı olmaktan çıkartılması;

-        Vatandaşların ortak menfaatlerini ilgilendiren kararların mümkün olan en yerel kademede alınarak kamusal alanın etkinlik ve verimliliğinin artırılması;

-        Kamu hizmetlerinin veriliş tarzının kökten değiştirilmesi, eğitim, sağlık, iskan, ulaşım ve benzeri kamu hizmetlerinde kamu desteğinin üreticiye değil tüketiciye verilmesi.

Ekonomide temel hedef değişmiyor: hem maddi hem de insanı kalkınmanın hızlı, istikrarlı ve sürekli hale getirilmesi. Bu hedefe ancak katma değer ve verimlilik odaklı bir zihniyet ile ulaşabiliriz. Fakat bunun bir teknik reçete veya politikalar listesinin ötesinde topyekün bir toplumsal değişim gerektireceğini de kabullenmemiz lazım. 

1 comment:

  1. Ümit bey,
    Kısaca 3 konuyu çok önemsiyorum. Eksik gördüğüm için eklemek istiyorum.
    1- Mevcut yönetim biçiminden acilen parlamenter demokrasiye geçilerek HAK-HUKUK-ADALET sağlanmalıdır.
    2-Kaynak yaratılarak teknolojik katma değeri yüksek yatırımlar yapılmalı, mevcut tesislerin, teknoloji, kapasite, ihracat rekabeti,dışa bağımlılık gibi özellikleri incelenerek iyileştirilmelidir.
    3-Yapısal reformlara giderek:
    A-Seçim yasası,
    B-Siyasi partiler yasası
    C-İhale yasası, kalite, fiyat, teknoloji, teslim süresi gibi koşullar dengeli şekilde değerlendirilmelidir.
    D-Basın yasası, görüntülü ve yazılı basında tekel kaldırılmalıdır.
    E-Kamu kurum ve kuruluşları özerk olmalı, profesyonellere bırakılıp sürekli denetlenmelidir.
    F- Devlette liyakat esas olmalı. Eğitim ve tecrübesi uygun kişiler görevlere atanmslı.
    G-Eğitim reformu. İlk, orta lise, imam hatip, meslek liseleri müfredatları çağdaş hale getirilmeli.
    Üniversiteler özerk olmalı. Rektörler özgürce seçilmeli. Öğretim üyesi nitelikleri yükseltilmeli.
    H—Diyanet ve imamlar iktidar bağımlılığından kurtulmalı.
    I—Adalet kurumları özerk yönetime kavuşturulmalı, dış müdahalelere kapalı olmalı.
    J-Silahlı kuvvetlerin eğitim, atama, sağlık, yargılama gibi program ve uygulamaları özerk olmalı, denetlenmeli.
    K-Meslek odaları özerk olmalı. Dernekler masası çevresinde denetlenmeli
    L-Sendikaların çalışmaları daha özerk hale getirilmeli. Yönetim çalışmaları dışardan demetlenmelidir.
    M-Tarım, hayvancılık, ziraat ile ilgili yatırım, ürün planlaması, tohumculuk, taban fiyat gibi konular acilen değerlendirilip planlanmalıdır.
    Ve benzeri değişimler.

    ReplyDelete