Saturday 6 June 2020

Ekonomide Sorun Ne?

2018 krizinden tam olarak çıkamadan Covid-19 krizine yakalandık. Karşımızda eskiden beri aşina olduğumuz bir sorunumuz var: ödemeler dengesini tutturamamak, yani dış dünya ile alış verişimizi makul bir dengeye oturtamamak.

Türkiye ithalatını karşılayacak kadar ihracat yapmakta zorlanıyor. Daha da önemlisi, cari açık vermeden büyüyemiyor. İçeriden veya dışarıdan kaynaklanan sebeplerle yurt dışından finansman bulmak zorlaşınca ekonomi çok sert fren yapıyor ve daralıyor.

1950’lerden bu yana sürekli karşılaştığımız bu sorunu bir türlü çözemedik. 1980’de Turgut Özal, 2001’de de Kemal Derviş’in hazırladığı ekonomik programlar sayesinde akut sorunu kronik hale getirdik, yani sorunla yaşarken onu daha iyi yönetmeyi öğrendik: bir yüksek tansiyon, şeker ya da ülser hastası gibi. Ancak başardığımız şey sadece cari açığı sürdürülebilir hale getirmekti – cari açık vermeden büyümeyi başaramadık.

Cari açık bağımlılığımızın çok derin yapısal sebepleri var. Öncelikle, serbest ticaret altında toplam faktör verimliliği düşük, yani göreceli olarak verimsiz ülkelerin izlenen ekonomi politikasından bağımsız olarak cari açık verme eğilimi vardır. Kamusal veya özel, sınır ötesi sermaye hareketleri mümkünse ve verimsiz ülkenin borçlanma kapasitesi varsa, o ülke cari açık verir.

Cari açık bağımlılığımızın ikinci yapısal sebebi tasarruf oranımızın düşük olmasıdır. Bu olgu da yeni değil; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de tasarruf oranı hiçbir zaman yeterince yüksek olmadı. Bunun sebebi kısmen demografik, kısmen siyasidir. Türkiye’de işgücüne katılım oranı önce hızlı nufus artışı, daha sonra da kadınların işgücüne katılım oranının yetersizliği nedeniyle düşük kaldı. Bu arada demokrasiye geçişi benzer ülkelerden erken yaptık. Uzun vadede refaha ulaşabilmek için kısa vadede fedakarlık yapma gereği seçmene anlatılamadı. Devlet kendisi yüksek tasarruf yapamadığı gibi tasarruf yapan vatandaşı da teşvik etmedi. Sonuç olarak hem demografi, hem de siyasal ekonomi Türkiye’yi tasarruf eğilimi düşük ve sürekli cari açık veren bir ülke haline getirdi.

Uzun vadeli ve yapısal sorunumuz olan cari açığı çözemediğimiz için Türkiye’de ekonomi politikasının başarısı cari açıkla ne kadar sorunsuz yaşayabildiğimize göre ölçülegeldi. Bu konuda 1961, 1980 ve 2001’de üç önemli adım attık. 1961 Anayasası ile benimsenen planlı ekonomi modeli ve kurulan Devlet Planlama Teşkilatı sayesinde ülkenin kaynak sorunlarının tecrübeli yerli uzmanlar tarafından analiz edilip teknik çözümler üretilmesine imkan sağladık. 1980’de 24 Ocak kararları ile ekonomide serbest rekabetin önünü açtık, fiyat hareketlerini serbest bıraktık, ithalatı azaltmak yerine ihracatı artımaya odaklandık, döviz kurunun yapay olarak değerli tutulması uygulamasına son verdik. 2001 krizinden sonra ise serbest kur, denk bütçe, sağlam kamu kesimi bilançosu, sağlam bankalar ve yetkin düzenleyici kurumlar ile 1980’de kurulan sistemi güçlendirdik. Her üç adımın ardından Türkiye ekonomisinde onar yıla yakın hızlı büyüme dönemleri yaşandı.

Bu noktada en son başarılı dönemimiz olan 2001 sonrası döneme biraz daha detaylı bakmakta fayda var. Bu dönemde Türkiye cari açığı yönetilebilir halde tutmak için gereken her şeyi doğru yaptı. Bir yandan yurt içinde tasarruf eğilimini artırmak için önlemler alınırken diğer yandan ülkenin dış finansman için cazip hale getirilmesine çalışıldı. Milli gelirin %6,5’i gibi Türkiye tarihinde de diğer gelişmekte olan ülke ekonomiler arasında da nadir rastlanan bir seviyede faiz dışı bütçe fazlası verildi. Bu sayede tasarruf oranını artırma görevinde devlet öncü rol oynadı. Faizler enflasyonun makul bir miktar üzerinde tutularak vatandaşların TL tasarruf etmesi ödüllendirildi. Bir yandan da TL 2001 sonrasında çok ucuz olduğu için TL tahvil ve bono yatırımları yabancı yatırımcı için çok cazip hale geldi. Bu sayede yurt dışından TL olarak borçlanma imkanı açıldı. Sonuç olarak 10 yıl boyunca hem Türkiye hızlı büyüdü, hem de ciddi bir verimlilik artışı sağlandı. Tasarruf açığının ekonomideki pek çok sorunun kaynağı olduğu tezi doğrulandı.

Bu başarıyı neden devam ettiremedik? Bunun en önemli nedeni Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 20 yıllık iktidarı boyunca bir ekonomi politikası oluşturamamış olmasıdır. 2001 istikrar programı başarıyla tamamlandı, ama yerine bir kalkınma programı konamadı. 2008 krizi kolay atlatılınca reel faiz ve bütçe fazlasını azaltma imkanı doğdu. Küresel likidite bolluğu ve düşük faiz ortamı sayesinde yüksek büyüme 5 yıl daha devam etti. Ancak ekonomide verimlilik artışı durdu, döviz borçları artmaya başladı. 2013’ten itibaren zaten iç ve dış ekonomik faktörler nedeniyle sonuna yaklaşmakta olan bu politikalar demeti siyasi istikrarsızlık ile sarsıldı. Türkiye ekonomisinde iniş başladı. Son 7 yılda siyasi istikrarsızlık artarken ekonomik büyüme azaldı. Ekonomi politikası eksikliğine Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve insan hakları performansının düşmesi de eklenince yurt içi ve yurt dışı yatırımcılarda bir güven bunalımı oluştu. 

Türkiye ekonomisine çok uzun vadeli olarak baktığımızda Türkiye başarılı bir ülkedir diyebilir miyiz? Hem evet, hem de hayır. Son 100 yılda kişi başına milli gelirimizi dünya ekonomisinin ortalamasından daha hızlı büyütebildik. O bakımdan kendimize çok da haksızlık etmeyelim. Ama itiraf etmeliyiz ki asli hedefimizin altında kaldık. Güney Kore ve İspanya gibi birinci lige çıkmayı hedefledik ama başaramadık. Bunun temel sebebi ekonomimizin en derin sorunu olan dış denge sorununu çözememiş olmamız. Yukarıda anlattığımız gibi, 1960’lar, 1980’ler ve 2000’lerde olduğu gibi cari açıkla yaşamayı başardığımız dönemlerde hızlı büyüdük, ama bunu sürekli kılamadık. 5-10 yıl değil
20-30 yıllık bir hızlı büyüme dönemi için temel yapısal sorunlarımızı çözmek gerekiyordu.

Bugün Türkiye’nin önünde üç seçenek var:

1.      Sürünerek devam etmek;
2.      Esas sorunu çözmeden bununla daha iyi yaşama formülümüze dönmek;
3.      Esas sorunu çözmek.

Mevcut siyasi iktidar şimdilik birinci yolu seçmiş gibi görünüyor. Bir dış denge kriziyle karşı karşıya olduğumuzu görüyorüz, ama itiraf etmiyoruz. Ciddi önlemler almadan işlerin normale dönmesini temenni ediyoruz. Ekonomi literatüründe “imkansız üçlü” tabir edilen politika demetini uygulamaya çalışıyoruz: devlet uluslararası sermaye hareketleri serbest iken hem faizlerin, hem de kurun seviyesini belirlemeye çalışıyor. Ancak her zamanki yaratıcılığımızla tarihe geçecek bir deney yapıyoruz: imkansız üçlüden ikisini seçip birini bırakmak yerine her üçünü 2/3 oranında yaparak toplamda 2/3’ü tutturmaya çalışıyoruz. Bu formüle “sürünerek devam etmek” adını vermemin sebebi şu: bir Arjantin vakası yaşayacağımızı, yani dış borçları ödeyemez duruma geleceğimizi sanmıyorum. Ama dış denge problemimizi ekonomimizi küçülterek yönetiyoruz. Bu yolda devam edersek son 5 yılda 12 bin dolardan 9 bin dolara inen kişi başına milli gelirin daha da azalması, aynı zamanda yıllık trend büyüme oranının da %5’ten  %2-3 arasına düşmesi kaçınılmaz görünüyor.

İkinci yol 1961, 1980 ve 2001’de adım adım geliştirilen politika demetinin güncellenmesi olur. Bu senaryoda temel yapısal sorunumuzu çözemediğimizi kabul edip bu sorunla en iyi şekilde yaşamayı deneriz. Öncelikle 3 ila 5 yıl vadeli, kapsamlı bir ekonomik istikrar programı hazırlarız. Siyasi irade kararlı bir şekilde bu programın arkasında olduğunu açıklar. Kamuda çok nitelikli bir ekonomi yönetimi ekibi kurulur. Serbest kura geri döneriz, ancak serbest kurdan endişe etmemize sebep olan iskleri azaltırız: TL reel faizi sıfırın üzerine çekeriz, kurun düştüğü anlarda merkez bankası döviz rezervlerini artırır. Bankaların ihracatla ilgili işlemler dışında yurt içinde döviz kredisi vermesine izin vermeyiz. Kamu projelerini dolardan Türk lirasına döneriz. Bankalara kamudan sermaye desteği veririz. Bütçe açığını kontrol altına alırız. Bu senaryoda küresel likidite bolluğundan yeniden faydalanma imkanımız doğar. Bu şekilde büyüme dünyada likidite bollıuğu olan dönemlerde yıllık %5 trendine dönebilir.

Üçüncü yol ise dünya ülkeleri arasında birinci lige çıkabilmek için kapsamlı bir kalkınma politikası geliştirmek; birkaç nesildir bir türlü başaramadığımız yeniden yapılanmayı bu sefer kararlılıkla gerçekleştirmek. Ancak bunun için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran 1919 elitinin siyasi gerçekçiliği kadar tavizsiz bir ekonomik gerçekçilik şart.

Böyle bir programın temel unsurları neler olabilir? Hem devlet, hem de özel sektördeki verimsizliklerin üzerine kararlılıkla gitmek. Ulusal çapta bir insan kaynakları politikası oluşturmak ve eğitim seferberliği yapmak. Yatırım ve ticaret ortamını yeni girişimciler lehine düzeltmek. Sorunlara yerel çözümler bulunmasına izin vermek. Kamunun sübvanse edeceği alanlarda kaynağı üreticiye değil tüketiciye vermek.

Bu yolda karşılaşacağımız en önemli sorunlardan biri Türkiye’nin başarılı olanlardan fedakarlık isteyip başarısız olanlara destek olma refleksi. Bu nedenle ekonominin dinamik kesimleri sürekli olarak verimsiz kesimlerini sübvanse etmek zorunda kalıyor. Gelir ve servet dağılımını düzeltmeye yönelik adımlar elbette ki çok gerekli, ama bunların başarısız işletmeler yerine sade vatandaşı desteklemek şeklinde yapılmasına özen göstermek şart. Türkiye’de kaynakların yanlış kullanımının tek sorumlusu devlet değil; bu nedenle de sorun geçmişte özelleştirme ile çözülemedi. Verimsizlik ve başarısızlığı teşvik konusunda Türk özel sektörünün performansı da maalesef devlet kadar kötü. Bunun en temel sebebi de ekonomimizdeki rekabet eksikliği.

Kapsamlı bir kalkınma politikası oluşturabilmek için bir başka zorunluluk da dünya ekonomisinde nasıl bir rol oynamak istediğmize karar vermek. Doğu Asya ülkeleri gibi sanayi ürünleri ihracatına mı odaklanacağız? Hindistan gibi outsourcing ve hizmetler ihracatına mı odaklanacağız? Doğu Avrupa ülkeleri gibi AB ekonomisiyle çok derin bir entegrasyona mı gideceğiz? İngiltere gibi dünyanın dört bir yanından sermaye çekmeye mi çalışacağız? İsrail gibi az sayıda sektörde dünya çapında işlerin yapıldığı bir girişimcilik merkezi mi olacağız? Yoksa bölgesel bir istikrar ve normallik adası olarak kaliteli insan kaynağı için bir cazibe merkezi mi olmaya çalışacağız? Hedefi net bir şekilde belirleyip üzerinde toplumsal uzlaşmayı sağladıktan sonra tüm kamu politikalarını bu hedefe odaklanarak oluşturabiliriz. Eğitimden dış politikaya, yargıdan seçim sistemine, sosyal güvenlikten vergi sistemine uzanan tutarlı, parçaları birbirlerini destekleyen bir model kurabiliriz. Ancak hangi yolu seçersek seçelim bundan sonra kamu düzenimizi güvenlik odaklı değil kalkınma odaklı olarak tasarlamamız gerekiyor.

Yeni bir kalkınma politikası geliştirmek uzun ve zorlu yol. Bu yazımla kapıyı aralamak istedim. Önümüzdeki günlerde bu konudaki görüşlerimi kapsamlı olarak paylaşmaya devam edeceğim.

 


2 comments:

  1. Selâm.. Kalkınma modeli seçimi elbetteen önce karar verilmesi gereken noktadır.Bunu yapmak için durum tesbitini yazdıklarınızla mutabık kalarak veya daha akıllısıni iddia ederek başlamak gerekir..Ne yazık ki DPT yi lağv ederek PLAN fikrinin hem ruhunu hem bedenini öldürdüler.Aytica *yönetimsel* yeni düzen böyle kararlar için ciddi bir engeldir.Belki bundan sonraki çalışmanızda bu konuyu da işlersiniz

    ReplyDelete
  2. Ümit Bey, en doğru yol tabii ki 3. yol. Ancak bu yol bütünleştirici bir ulusal ruh gerektiriyor. Eğitimden, adalete bir çok yapısal reformu da kapsamak zorunda. Ciddi bir kültür değişimi ve bu kültür değişimi için de maalesef çok kalabalık bir ülkemiz var. Bal tutan parmağını yalar, kültünün değişmesi gerekiyor.

    ReplyDelete